Create Your Own Countdown

Google

   
  *** İYİLİK İÇİN KOŞANLARIN YERİ***
  İskender PALA Yaş zede
 









İskender Pala, üniformalı yıllarını yazdı  
İskender Pala bir edebiyat profesörü, yazar.. Aynı zamanda YAŞ mağduru bir subay. Usta yazar "İki Darbe Arasında" adını verdiği yeni kitabında üniformalı 15 yılın hikâyesini anlatıyor.
 
 
İskender Pala bir edebiyat profesörü, yazar... Divan edebiyatının halk kitlelerince yeniden sevilip anlaşılabilmesi için klasik şiirden ilham alan makaleler, denemeler, gazete yazıları yazdı. Seminerler, konferanslar tertip etti. Bugün geniş kitleler onu "Divan edebiyatını sevdiren adam" olarak tanıyor. Baskıları yüz binlere ulaşan iki romanın da yazıcısı o.
İskender Pala aynı zamanda YAŞ mağduru bir subay. Usta yazar yeni kitabı "İki Darbe Arasında" da pek bilinmeyen "asker kimliği"yle okur karşısına çıkıyor. 12 Eylül'ün hemen ardından başlayıp 28 Şubat sürecinde YAŞ kararıyla son bulan Deniz Kuvvetleri'ndeki 15 yılın hikayesini içeriden anlatıyor.
Kitap 15 bölümden oluşuyor. Hikâye, yazarın İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ni (1979) bitirmesinden sonra askerî okullarda açılan öğretmen kontenjanına başvurmasıyla başlıyor. Sınavları geçip teğmen olarak göreve başladığındaysa sivil yaşamın rahatlığından askerî hayatın katılığına uyum sürecini okuyoruz. Yazarı asıl zorlayanın disiplin ve kurallar değil kurumun üst kademelerinde karşılaştığı bağnaz tutum olduğunu görüyoruz. Meslekte ilk aylarındayken askerî hayatın kendine göre olmadığını fark edip istifa etmek istediğinde üstlerinden aldığı cevap, önündeki sancılı sürecin girizgâhı niteliğindedir: Bu meslek 15 günde değil, 15 yılda biter! Ama mecburi hizmetinin dolmasına birkaç ay kala "irticacı" olduğu gerekçesiyle ordudan atılıyor. İskender Pala, kitabını araştırmacı ya da romancı kimliğiyle değil, ordudan ihraç edilen mağdurlardan biri olarak, onlar adına yazdığnı belirtiyor. Yazar kitabın gelirini de YAŞ mağdurlarının kurduğu Adaleti Savunanlar Derneği'ne ve Divan Edebiyatı Vakfı'na vakfetmiş. Kitapta Güven Erkaya, İlhami Erdil, Vural Bayazıt paşalarla ilgili hatıralar da yer alıyor. m.tokay@zaman.com.tr
Basına yansıyan darbe planları anılarımla örtüşüyor
Hocam kitap nasıl ortaya çıktı? Kitabın önsözündeki iki cümle, "Işığı görmek isteyenler için bir mum niyetine..." ve "Umarım bu satırlar işe yarar ve filmi başa sarmayız." cümlesi dikkatimi çekti. Bu cümlelerinizi biraz açar mısınız?
Bu kitabı yazma kararımı kolay aldığımı söyleyemem. "Bir kitabım daha olsun" gibi sığ bir düşüncenin ürünü değildir bu yüzden. Bazı insanların anılarını yazması sırf kendi tercihleri olmayabilir. Yaşadıklarınız bir tarihi sorumluluğu veya toplumsal dönüşümü etkileyen şeyler olursa bunları yazma kararı vicdanınızdan gelir. Bu yüzden İki Darbe Arasında benim yazmaktan kaçamayacağım bir kitaptı. Çünkü toz duman bir dönemin aydınlatılması ve oradaki ışığın görülmesi bazı gerçeklerin de ortaya çıkmasına yarayacaktır. 28 Şubat dönemindeki bazı gri alanları daha yakından görürsek belki bugünü anlamak ve geleceğimizi kurmak kolaylaşır ve hakikatin rehberliği yaygınlaşır. Bu bakımdan yazdıklarım kendimden ziyade benimle aynı kaderi paylaşan binlerce insanın yüreklerindeki kederlere atıfta bulunur. Filmi başa sarmaktan kastım odur ki, bir zamanlar askeriyeden atıldığımda yaşadıklarım beni içeriden vururken dışarıdan da insanların konjonktüre uyarak çil yavrusu gibi çevremden dağılıp gittiklerini görmüştüm. Şimdi tamamen iyi niyetle ve belli bir amaç için yazdığım bu satırlardan dolayı ne içeriden ne de dışarıdan aynı acıları yaşamak istemediğim için filmin başa sarılmasını temenni etmiyorum.
Kitabı belli bir amaç için yazdığınızı söylediniz. Nedir amacınız ve neden bugün? Çünkü asker ya da askerlikle ilgili yeni bir şey söylendiğinde insanlar hemen "zamanlamaya" dikkat çekerler.
28 Şubat ile sonlanan süreçte, TSK bünyesinden "disiplinsizlik" ithamıyla ve sivil veya askeri mahkemede yargılanma hakları ellerinden alınarak ihraç edilmiş üç bini aşkın subay veya astsubay mevcut. Bu insanlar halen ordudan ihraç edilmişliğin olumsuz etkileriyle yaşamaya çalışıyorlar. Maddi ve manevi pek çok kayıpları mevcut. Onca birikimlerine rağmen pek çoğu halâ iş bulmakta zorlanıyorlar. Benim bu kitabı yazmaktaki amacım, yetkili makamlar tarafından kaderdaşlarımın acılarına artık son verilmesi, ışığı görmek isteyenler tarafından iade-i itibarlarının sağlanmasıdır.
Bunu neden bugün yapıyorsunuz?
Samimi olarak söyleyebilirim ki ben anılarımı 2003 yılında yazmıştım. Unutulmasın, kaybolmasın diye. Sonraki yıllarda her şubat ayına girerken kendime "Acaba bu sene yayınlamalı mıyım?" diye sordum. Bu yıla gelesiye kadar böyle bir kitabı yayınlamanın TSK'ya zarar verebileceğini düşünerek hep erteledim. Çünkü benim TSK ile bir derdim yok; olamaz da. O benim için kutsal bir kurum; bir peygamber ocağı. Lakin o kurumun içinde bazı yanlış kişi ve uygulamalar var ise onlara da dikkat çekilmesi gerekir. Bu yıl yayınlama sebebim, artık bu üç bin insanın tahammül sınırını uzatmamak idi. Ve ben kitabı yayınlanmak üzere yayınevine gönderdiğimde, yani yayın işlemleri başlatıldığında daha ortada Balyoz adı yoktu; darbeciler ve darbe hakkında bu derece yoğun bir gündem bulunmuyordu. Dolayısıyla kitabın yayınlanmasında özel bir zamanlama kastı yoktur.



Yaklaşık 15 yılınız üniforma içinde geçti. O yılları daha çok hangi duygularla anımsarsınız? Hüzün, özlem, nefret?

Askerlik mesleği bana pek çok özellik kazandırdı, yetenek verdi, disiplin verdi, şükranla anarım; ancak anılarımın hüzün ve burukluk içinde olması, ömrümden on beş yılın, hem de 25 ila 40 yaş arasındaki en verimli, en güzel on beş yılın avuçlarımdan kayıp gittiğini düşünmek beni üzüyor. Özlem duymuyorum; nefret asla duymuyorum. Ama kalbim kırık ve kaybettiğim arkadaşlar, arkadaşlıklar, hatıralar her düşündüğümde yeniden içimi acıtıyor.

Kitaptan öğreniyoruz ki dönemin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Tayyip Erdoğan'ın İlhami Erdil Paşa'yla sohbetinde sizden "Bizim İskender" diye söz etmesi TSK'dan uzaklaştırılmanızda dönüm noktası olmuş. Erdoğan bugün Başbakan, Erdil Paşa ise tutuklandı, rütbesi söküldü? Bu tabloyu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Benim askerden ihraç sebebim, elbette Sayın Başbakan'ın iyi niyetle telaffuz ettiği o iki kelime değildir. Hayır, benim atılmam 28 Şubat öncesinde ülkeye hakim olan kaos zemini ve benim de o zeminde belirgin gösterge olarak yer almamdır. O söz yalnızca bardağı taşıran damla olmuştur, o kadar. Kaderin cilvesine gelince; Sayın Erdoğan bugün başbakan olmasaydı da bu kitabı elbette yazardım. Sayın Erdil için ne diyeyim, bizim seciyemizde düşmüşe vurulmaz.

Bugünlerde sıkça basına yansıyan TSK içindeki cunta faaliyetleri, darbe planları.. sizi şaşırtıyor mu?

Bu konulara zaman harcama gibi bir eğilimim olmamakla birlikte son günlerde ortaya dökülen bilgilerin benim anılarımla örtüştüğünü görüyor ve keşke yaşanmamış olsaydı diyorum.

Kitabınız bir otobiyografi, ama roman gibi ve çok akıcı yazılmış. Ne diyorsunuz, sizin beklentiniz ne?

Çok okunursa bundan elbette bahtiyarlık duyarım, ama ben çok okunması amacıyla değil, bir meseleye çözüm getirsin diye bu kitabı yazdım. Zaten gelirini de ilgili vakıflara devrettim. Tek maksadım, YAŞ mağduru insanların mağduriyetlerinin artık giderilmesidir.

İlhami Erdil'in hiddetlendiği an

Taksim'de anıta çelenk koyarken Kuzey Deniz Saha Komutanı ile Belediye Başkanı (Tayyip Erdoğan) ayaküstü konuşurlarken konu Preveze ve Barbaros olduğu için söz dönmüş dolaşmış türbeye gelmiş. Aralarında aşağı yukarı şu mealde cümleler sarf edilmiş. İlhami Erdil: "Bizde araştırmacı bir binbaşı var. Barbaros'un vasiyetini bulup getirdi. Orada türbenin aydınlatılmasına dair de bir cümle var. Biz içeriden aydınlatmasını zaten yaptık. Dış aydınlatma için ilgili kurumlarla temas halindeyiz ve sizden de bu konuda yardım istiyoruz. Vasiyetnamede yalnızca 'aydınlatma' olarak geçiyormuş."

"Barbaros'un vasiyetnamesi ha, çok ilginç. Eski yazı değil mi bu?"

"Evet bizim Arşiv Müdürü bir binbaşımız var, İskender Pala adında, eski yazıyı iyi bilir."

"Ha!.. Siz bizim İskender'den bahsediyorsunuz!.."

"?!.."

Bu "Bizim İskender" sözünden sonra İlhami Erdil Paşa birkaç dakika düşünmüş ve Tayyip Bey'e hissettirmeden kurmay başkanına dönüp şu talimatı vermiş.

"Nereden onların İskender'i olduğu derhal araştırılsın!"

...

27 Eylül'de Tayyip Bey ile İlhami Paşa arasında geçen konuşma her şeyi değiştirmeye yetmiş gibiydi. Herkesin diken üstünde olduğu, duyarlılıkların had safhalara vardığı bir dönem idi. İlhami Erdil'in atılmam için ne gerekiyorsa yapılması talimatını ekimin başlarında verdiğini düşünüyorum.

Kitaptan satır başları...

"İskender Pala! Neden asker olmak istiyorsun?" diye sormuştu ortadaki güzel yüzlü beyefendi. ...Günün şartları beni asker olmaya, hiç bilmediğim bir mesleğe gözü kapalı girmeye zorlamıştı. İçimden geldiği biçimde anlattım: "Üç sebepten! İlki maddi olanaklarının bolluğu; ikincisi, mesleğimi saygı duyarak yapabileceğim öğrencileri bulmak; üçüncüsü de silah taşıyıp hayatımı garanti altına almak!"

O yıl ilk defa mülakat heyetine alınmıştım.(1984).. O yıl Çingene, gayrimüslim, Alevi ve Kürt olduğu kanaati uyanan öğrenci adayları mülakatlarda elenirken, daha sonraki yıllarda Alevi olanların yerini küçükken Kur'an kursuna gitmiş olan öğrenciler aldı. Daha sonraki yıllarda bu eleme işinde o derece uç fikirler üretilir oldu ki gün geldi, "Bir elinde Kur'an var, diğer elinde Atatürk'ün Nutuk'u. Denize düştün ve tek elle yüzebileceksin, hangisini atarsın?" gibi akla mantığa ziyan sorular ortaya çıkmaya başladı.

Levent semtindeki Deniz Subay Lojmanları'nda iki başörtülü hanım vardı. Birisi benim eşim idi. ... Evimize hiç olmayacak zamanda uzak bir arkadaş konuk gelmişse biliyorduk ki bizi teftiş etmekte ve ertesi gün evimizin duvarlarındaki tablolar, kütüphanemizdeki kitaplar, yerdeki halıların desenleri hakkında birilerine rapor verilecektir



Astsubay Okulu'nda eğitim-öğretim sona erdiği günlerde deniz okulları sınav soru kitapçıklarının basımı için Karamürsel'e gittik... Bir akşam vakti matbaada günlük işler bitmiş, ben de duşa girerek abdest alıp çıkmıştım. ...Yatakhane olarak kullanılan çadıra gidip ranzanın üzerinde oturarak zaten kısa olan akşam namazını kılmaya durdum. Birkaç dakika sonra binbaşılardan birisi üstünü değiştirmeye gelmiş ve ben de duymamışım. Selam verdiğim sırada göz göze geldik. Çok şaşırdı. Nasihatler etti. Ben de ona sırrımı saklaması ricasında bulundum... Namazda suçüstü(!) yakalanma tecrübesini bir daha yaşamadım; ama benim gittiğim her yere, daima adım benden önce gitti

Levent Camii'ne gittim. O günkü şehit, karacı bir teğmen idi ve pek çok askerî birlikten izdiham derecesinde katılım olmuştu. Tabii ben yine her zamanki gibi aziz şehidimizin namazı için saf tuttum ve cenaze namazı kıldım. Meğer ne büyük bir gaf yapmışım(!). Bahçede biriken yüzlerce üniformalı çehrenin bana çevrildiğini gördüğümde anladım bunu. Hepsinin gözünde "Sen bittin!.." ifadesini taşıyan ateşli bakışlar vardı. Müzeye döner dönmez aynı gün, mesai bitmeden komutan elime sarı bir zarf tutuşturdu.

27 Eylül Preveze Deniz Zaferi'ni Anma Günü dolayısıyla Barbaros'un ruhuna bir mevlit okutulmasını teklif ettim. Tabii benim bu tekliflerim üst makamlara irticaî faaliyet olarak yansıdı.

On beş yıla varan tecrübem bana göstermiştir ki TSK, hiç kimseyi namaz kıldığı yahut eşi başörtülü olduğu için kapı dışarı etmez. Bu konuda iki bakış açısı geliştirir. Eğer namaz kılan subay veya astsubayı başkalarına gösterdiği zaman dudağında bir alaycı gülümseme ile "İşte bakınız, namaz kılan adam böyle olur." diyebiliyorsa o kişiyi ihraç etmez. Ama eğer aynı kişiye baktığı zaman suratında bir hayret ifadesiyle "Akıl alır şey değil, bu adam da namaz kılıyor" dediği an, bilinsin ki onun ihraç kararı yazılmıştır.

28 Şubat'a birkaç gün kalmıştı. Hassas ve yaftalamacı saatleri yaşıyorduk. Bir gün tanıdıklarımdan biri "İskender Bey telefon rehberinden benim numaramı siler misin?" demez mi, o günü hiç unutamam.

ZAMAN









Askerden atıldıktan sonraki İskender Pala 28 Şubat 2010 : 
'Yıl 2010. Türkiye'deyiz. İnanıyorum ki YAŞ mağdurlarına yargılanma hakkının verilmesi topluma karşı 28 Şubat ayıbından kurtulmanın da bir göstergesi olacak.'.
 
İskender Pala'nın yazısı
Ömrümün "İki Darbe Arasında" kalan hüzünlerinden birkaç satırı sizlerle paylaşmak geçti içimden. 28 Şubat'ın yıldönümünde esen rüzgârların şiddetini hatırladım yeniden.
Çok şey olmuştu. Bunları size yeniden hatırlatacak değilim. Hayır, olanları hatırlatıp içinize yeniden kor bırakmak değil niyetim. Bunun için o zaman başıma neler geldiğini, neler yaşadığımı anlatmayacağım size. On beş yıl boyunca giydiğim beyaz üniformayı hiçbir leke sürmeden çıkardıktan sonraki hissiyatımı paylaşacağım yalnızca. Belki askerden atılmış olan insanların bugünkü hissiyatlarına tercüman olabilirim diye... Belki sona ermesi gereken bir sızıya dikkat çekebilirim diye... Belki gözlerden boşalıp gelen yaşlardan bir damlasını olsun dindirebilirim diye... İlginç zamanlardı ve savrulan insanlar vardı. Olanları anlatmak zordan da zor...
"Ne diyeyim bilmem ki...
Bazen bir haber dinliyorum ve eski komutanlarımdan birinin öldüğünü duyuyorum. Cenazesine gidip onu bir de musalla taşında görmek ve helalleşme faslında imam "Merhumu nasıl bilirdiniz?!" diye sorduğunda tek başıma "Kötü bilirdim!" diye bağırmak geçiyor içimden. İyi niyetimi bozmuyorum, varsın o da affedilenlerden olsun diyorum. Ama yine de vicdanım onu affetmekte zorlanıyor.
Bazen bir emekli komutan, hani ordudan ihracıma sebep olduktan veya en azından onay verdikten sonra kendisi de emekli olunca günah çıkartır eda ile benimle görüşme talep ettiğinde gidip gitmemekte, yüzüne bakıp bakmamakta tereddüt ediyorum ve çok kötü bir hastalığın pençesinde ıstıraplar çektiğini düşünüp merhameten görüşmeyi kabul ediyorum ama yanına giderken içimden kendisiyle yine kendisi gibileri bu ülke çocuklarına yaşattıkları acılardan dolayı ötelerden de öteye, gerçek mahkemeye havale ediyor, hüzünleniyorum ama yüz yüze gelince asla "Beter ol!.." diyerek kendimce teselli aramıyorum.
Bazen telefonum çalıyor ve çoook eskiden TSK'da beraber çalıştığımız birisi bana selam verip kendisini hatırlayıp hatırlamadığımı soruyor. Anlıyorum ki emekli olmuş!.. Vaktiyle ben askerden atılınca hemen sırtını dönüverenlerden biri... Nezaketimi bozmuyorum, güler yüz gösteriyorum. Ama içimdeki kırgınlık kaybolmuyor.
Bazen bahriye için yayınladığım kitaplardan biri elime geçiyor, aralarına hatıralarımın sıkışıp kaldığı sayfalarını hüzünle karıştırıyorum ve bu kitapları hazırladığım sıralarda masamda, eski Türkçe yazı ile orijinal nüshalarını gören bazı yobaz amirlerimin "Herif odasında Kur'an okuyor!" diye şikâyete başladıklarını hatırlıyor, üzülüyor, "Hey gidi günler hey!" diyorum. Dudağımda bir küçük tebessüm kalıyor, ama bir ucunda mutlaka acıtan bir hüzün yaşıyor.
Bazen benimle aynı kaderi paylaşan birilerinin aç kaldığını, ailelerinin dağıldığını, çocuklarının okula bile gidemediğini, buldukları işlerden sırayla ve tekrar tekrar atıldıklarını, hatta belki birilerinin de artık dayanamayarak intihar ettiklerini duyuyorum. İçimden, varıp sebep olanların yakasından yapışmak geliyor, tıpkı onlar gibi gücün kanunu ile bunu bir de onlar hissetsin istiyorum, ama öfkem çabuk geçiyor, kendimi toparlıyorum ve hatta dilim varıp bir beddua bile edemiyorum.
Bazen benim veya çocuklarımın bir sağlık sorunu yüzünden bir hastaneye başvuruyoruz ve sağlık fişimizi kontrol eden hemşire şaşkın şaşkın yüzümüze bakıp "Sandık Emeklisi ne demek?" diye soruyor. İzahta zorlanıyoruz. Çünkü sağlık karnelerimizde ve benim emekli cüzdanımda ne anlama geldiğini bizim de çözemediğimiz "Sandık Emeklisi ibaresi yer alıyor. Kaçak veya sahte bir cüzdan taşıyormuş gibi algılanmanın mahcubiyetiyle bunu soran hemşireye veya hekime yorumlar yapıyor, bazen de açıkça TSK'dan atıldığımızı söylüyoruz. Ama eski günleri hatırlatan bu karttan için için nefret ettiğimizi birbirimize hiç itiraf etmiyoruz.
Bazen, düşünce ve dünya görüşü benimkiyle çatışanlar, sırf bana üstünlük sağlamak veya bana ideolojik güvensizliklerini göstermek için, tıpkı medya mensuplarının hedefteki adam hakkında haber yakalama heyecanıyla mikrofon uzatışları gibi soruyorlar; "Ordudan atılmış biri olarak..." Ve gariptir, bu cümleyi söylerken sanki ben devlete ve millete karşı ihanet içindeymişim gibi küçümseyici ve suçlayıcı bir tavır da takınıyorlar. Böyle başlayan bir cümle benim yüreğimi her defasında yeniden kanatmaya yetiyor ama ben o kanamayı hiç kimseciklere göstermiyorum!..
Bazen, devlete ve millete küsmem gerekirken bilakis onlar için gece ve gündüz demeden çalışarak ve bu sözleri söyleyenlerden daha fazla gayret ve çaba sarf ederek vatana ve millete olan sevgimi gösterirken yüreğimi yokluyorum ve hani birisini seversiniz... Onun için yanar yakılırsınız... Öyle işte... Sonra vatana küsmem gerektiğini söyleyenlere, "Sevgilinin lûtfunu gördüğünüz zaman onu sevmek kolaydır, peki ya kahrını görünce de sevebilir misiniz?!.." diye sormak geçiyor içimden, ama bu aşk yüreğimi çizik çizik ediyor, sözler boğazıma düğümleniyor, söyleyemiyorum!.. Bazen bıçağın kemiğe dayandığı anlar oluyor, sonucunu alamayacak olsam bile mahkemelere verip içimdeki öfkeyi kusmayı düşünüyorum. Ta ki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne kadar gideyim istiyorum. Sonra kendi ülkemi kendimden olmayan birine şikâyet etmeyi nefsime yediremiyorum...
Bazen bana kötülüğü dokunanlardan bir yolla da olsun intikam almayı istediğim oluyor; ama "Değmez..." diyorum, "Enerjini boşa harcama, üretmeye bak, madem bir gün gelip tarih, o acımasız hükmünü verecek, o vakit onlar kötü bellenip unutulurken senin adın iyiler arasında anılsın ve senden bu dünyaya bir şeyler kalsın!" Onların unutulma sürecine inat ben durmadan çalışıyorum, çalışıyorum ve her çalışmadan bir parça elem, içimde yeniden yer ediniyor, ama yine de bunu kimseyle paylaşamıyorum.
Bazen kaybolmuş on beş yıl gibi on beş yıllık hatıralarımı unutmak, ömrümün on beş yılını kayıtlardan silmek, hafızamı temizlemek ve bir daha askerliğin adını anmamak istiyorum. Ama hayır, böyle bir anlayış benim seciyeme uymaz, diyorum, askerlik anılarımın da hayatıma yeniden dönmesini bekliyorum ve "Mehmetçik, adıyla, ruhuyla, anlayış ve şecaatiyle benimdir!" deyip bayrağım kadar, vatanım kadar onu da yeniden seviyor, bağrıma basıyor ve huzurunda yeniden topuk selamı veriyorum.
Bazen bir düşünce alıp götürüyor beni;...
Bazen bir hayalin peşinde...
Bazen bir olay...
Bazen bir...
Bazen...
Bazen neler olmuyor ki!...
Konfüçyüs, "Artık karanlığa sövmeyi bırak! Kalk, Allah aşkına bir mum da sen yak!" der. Galiba YAŞ kararlarına yargı yolu açılıp da aklandığım güne kadar bu böyle sürüp gidecek diye bu satırları yazdım... Işığı görmek isteyenler için bir mum niyetine... Merak ediyorum; acaba bencileyin 1665 kişinin "bazen"lerle bekletilen trajedisi bu defa sona erecek mi; birileri bunun için bir şeyler yapacak mı?!.."
Yıl 2010. Türkiye'deyiz. İnanıyorum ki YAŞ mağdurlarına yargılanma hakkının verilmesi topluma karşı 28 Şubat ayıbından kurtulmanın da bir göstergesi olacak. Ve yine inanıyorum ki YAŞ kararları yargıya açılmadan 28 Şubat sendromu semalarımızı terk edip gitmeyecek. 27 Mayıs ve 12 Eylül darbelerinin yargıdan geçirilen sanıklarına bile itibarları iade edilen, demokratik açılım ile herkesi kucaklamayı hedef alan, faili meçhul cinayetlerin diyetini ödemeye azmeden bu güzel ülkede, mağduriyetleri gün kadar âşikar olan bu insanlara da yargılanma hakkı verilmesini istemek çok mudur sizce? İstemek benden!.. İcraatı yapacak olan ise ya sizsiniz, yahut sözünüzün ulaştığı kişidir. i.pala@zaman.com.tr
Zaman



Hiziracil.tr. 28-02-2010, 13:59:25
Başarılı-vatansever-inançlı Muttalip Binbaşının, Birgurup şubatçılarca , nasıl adım adım intihara itildiğinin hazin ve ibretlik hikayesi sitem Adaleti Savunanlar Bölümünde.
 
 
/* 0 */
yakub 28-02-2010, 11:33:45
Kitabı hüzünle okudum ve her seferinde bu ülkede inanan insanların düşütğü durum uğradıkları zulüm gözümün önünde canlandı.O dönemde bir çırpıda kişinin ordudan ihracına olur veren zerre itiraz etmeyen zamanın başbakanı (kitapta asker bile itirza ile sayı üçte bire iner diye düşündüğü belirtilmekte) çatışan çıkarlar v.s. MUTLAKA OKUYUN DERİM..
 
 
/* 0 */
ALİ PÜRER 28-02-2010, 10:59:53
İşte benim Vatanımın gerçek insanı. İşta İSLÂM'IN düşünen değeri. İşte kendini kendinde arayan, "Kol kırılır yen içinde kalır" diyen, sıkışına yurt dışına kaçmayan, vatanını HIRİSTİYAN DEVLETLERE, MAYERYALİST AHLAKSIZ DÜNYAYA şikayet etmeyi meziyet zanneden aydınsızlığı ENTELLİK zannetmeyen, Türk Kültürünün İnsanı. Verdiğin İNSANLIK DERSİ için kutlarım seni. KARŞIDEVRİMİN uşakları, basını, siyasetcileri, kurum yetkilileri verdiğin bu insanlık dersini anlamayacakları için üzülme.
 
 
/* 0 */








 
  *** SİZİ KUTLUYORUZ *** BUGÜN 1909406 ziyaretçi (4183392 klik) MİSAFİRİMİZ OLDUNUZ ***  
 
haberler haberler


Google Arama
Sitemde Arama
Yaşam ve İnsanlar

İstanbul Servisleri Neden Pahalı ? burakesc
Namaz Kılan Minik ile burakesc
GİMDES Helal Gıda Ramazan Buluşması burakesc
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol