Create Your Own Countdown

Google

   
  *** İYİLİK İÇİN KOŞANLARIN YERİ***
  Üzeyir GARİH
 



Gapropark

projesi doğu ve

Eklenme tarihi: 21.7.2000 Tarım ve Köy İşleri Bakanı Hüsnü Yusuf Gökalp, "Güneydoğu Anadolu Projesi, Türk milletinin, Türk insanına ve dünyaya armağanıdır" dedi.

Alarko Holding tarafından hazırlanan, Doğu ve Güneydoğu'nun toprak ve tarım potansiyelini geliştirecek GAPROPARK Projesi'nin tanıtımı yapıldı. Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı Konferans Salonu'nda düzenlenen tanıtım toplantısına, Tarım ve Köyişleri Bakanı Hüsnü Yusuf Gökalp, milletvekilleri, Doğu ve Güneydoğu illerinin valileri ve Alarko Holding yöneticileri katıldı.

Toplantının açış konuşmasını yapan Alarko Holding Yönetim Kurulu Üyesi Işık Biren, böyle bir projeye neden başladıklarını anlattı. Türk tarımında sanayileşmenin zorunlu olduğunu kaydeden Biren, GAP'ın bölge oluşturduğu tarım potansiyeli açısından buna ihtiyaç olduğunu ifade etti. Biran, teknolojinin Türkiye'ye getirilmesi ve özel sektör sanayi kuruluşlarının da bu sektöre çekilmesi için bu projeyi hazırladıklarını dile getirdi.

Proje hakkında bilgi veren Alarko Holding Yönetim Kurulu Başkanı Üzeyir Garih, "Öyle bir proje gerçekleştirelim ki, hem bize, hem ülkemize faydalı olsun. Biz bu projeyi müşterek menfaatler doğrultusunda yapacağız. Bu menfaatler paylaşılacak" dedi. 6 ayda hazırlanan projenin GAP Bölgesi'nde takriben 25 bin dönüm arazi üzerinde tarımsal potansiyeli geliştirmek üzere 'Gapropark' adında bir şehir kurulmasını içerdiğini kaydeden Garih, bu şehrin bir bilgi şehri olacağını ifade etti.

Kurulan bu şehrin gün geçtikçe büyüyeceğini belirten Garih, zamanla Güneydoğu'da bu şehir gibi 10 şehrin kuralacağını ifade etti. "Bölge çiftçileri ürettikçe kazanacaklar, daha çok kazandıkça daha çok tüketecekler ve dolayısıyla ülke sanayisi gelişecek" diyen Garih, projeyi gerçekleştirirken, devletten manevi destek dışında herhangi bir maddi destek beklemediklerini kaydetti. 10 yılda 4.5 milyar dolarlık bir yatırımı içeren projenin esas hedefinin tarım amaçlı yüksek teknolojik bilgi üretimi ve bunun bölgeye dağılarak hayvansal ve bitkisel ürünlerin satın alınması ve prosses edilerek ülkeye ve ülke dışına satılması olduğunu belirten Garih, ABD'nin bu konuda uzman Lee Organization şirketi işbirliği ile projenin ön fizibilitesinin geliştirildiğini ve kurulacak tesislerde 50 bin kişinin istihdamının düşünüldüğünü ifade etti.



"BUGDAY FAZLASI"

Dünyada buğday gibi tarım ürünleri fazlasının bulunduğuna dikkat çeken Garih, zengin insanların tüketeceği ürünler yetiştirmek gerektiğini, bunu da bu proje kapsamında gerçekleştireceklerini söyledi. Kurulacak bu şehirlerin içinde; tarım ürünleri organize sanayi bölgesi, hayvancılık ürünleri organize sanayi bölgesi ve endüstri ürünleri organize sanayi bölgesinin bulunacağını belirten Garih, bu sanayi bölgelerinin yanı sıra; kamyonlar için gerekli park ve tamir alanları, otel ve eğlence merkezleri, sosyal tesisler, okul, hastane, biogaz ve enerji üretimi tesisleri yer alacağını kaydetti. Hayali bir alan aldıklarını ve bu alan üzerinde tesisleri kurduklarını dile getiren Garih, ilk aşama olan 'bürokrasiyi yenme safhası'nı atlattıktan sonra önlerinde ciddi bir engelin kalmayacağını söyledi.



"YENİ ÇUKUROVALAR ORTAYA ÇIKACAK"

Garih'in ardından konuşan Tarım ve Köyişleri Bakanı Hüsnü Yusuf Gökalp, Türkiye'nin bugün hala nüfusunun önemli bir bölümünün tarıma bağlı yaşadığını belirterek, "Maalesef geçmiş 15-20 yılda görüldüğü gibi tarımı ihmal ederek, bilim ve teknolojiye göre yatırım yapmadığımız takdirde, sanayiyi de turizmi de geliştirmeyi pek başaramayız" dedi. GAP Projesi'nin Türk milletinin insanoğluna bir armağanı olduğunu söyleyen Bakan Gökalp, "Bu proje tamamlandığında yeni bir California ortaya çıkacaktır. Çok sayıda Çukurova ortaya çıkarılacaktır" ifadelerini kullandı.

Alarko Holding'in hazırladığı projenin, kendilerinin hedeflediği tarımda yeniden yapılanma projelerine uygun olan yatırımları içerdiğini vurgulayan Bakan Gökalp, Tarım Bakanlığı'nın sloganlı projeleri hakkında bilgi verdi. Ürün çeşitliliği bakımından projeyi desteklediklerini vurgulayan Bakan Gökalp, "Biz bugün çiftçimize sanayi ürünü olarak bir pancar, bir tütün öğretmişiz" dedi. Projenin devlet-üniversite-özel sektör-üretici dörtgeninin tamamlama projesi olduğunu dile getiren Bakan Gökalp, "Biz Tarım Bakanlığı olarak tüm çabalarımızla projenin içinde olacağız, projeye destek vereceğiz" diye konuştu.

Projenin bölgede hayat standartlarını geliştireceğinden şüpheleri olmadığını kaydeden Gökalp, "Bu projeden başka projeler doğacaktır, bu proje bir okuldur" dedi. Tarım ve Köyişleri Bakanlığı olarak özel sektörle işbirliği içinde çalışmak istediklerini belirten Bakan Gökalp, bu projenin Güneydoğu Anadolu'da yatırım yapan girişimciye, çiftçiye ve Türk milletine faydalı olacağına inandığını sözlerine ekledi.



"BİLGİMİZ KULLANILACAK"

Tanıtım toplantısının sonunda salondakilerin sorularını da cevaplayan Garih, "Bizim projemizde, bizim üreteceğimiz birşey yok. Biz ürettireceğiz, bizim bilgimiz kullanılacak, biz de karşılığını alacağız" dedi. Projede başarılı olma şanslarının da yüzde 90 olduğunu belirten Garih, "Onun için bugünden gelin bize ortak olun, demek istemiyorum. Riski alan biziz" ifadelerini kullandı. Garih'in ardından söz alan Bakan Gökalp, "Türk milleti GAP'a sahip çıkmalıdır. GAP, sonuçlarının getireceği potansiyeli dikkate alınarak yapılmamıştır. GAP'ın yeniden bir fizibilitesinin yapılması gerekir. GAP, Türk milletinin, Türk insanına ve dünyaya armağanıdır" diye konuştu.



zirve

GAP'tan daha iyi yararlanmak için Alarko Holding tarafından yaptırılacak olan Gapropark projesini yerinde görmek için Amerikalı işadamları Türkiye'ye geliyor.

Projenin mimarı emekli Koramiral Işık Biren

Emekli Koramiral Işık Biren, 1988 yılında kadrosuzluktan emekli oldu. Türk- Yunan müzakerelerinde de bir süre ülkemizi temsil eden Işık Biren, 10 yıllık emeklilik döneminde ise ilk olarak İstanbul Galleria Alışveriş Merkezi ve Marina'nın genel koordinatörlüğünü yürütü. Ardından Biren, Net Holding ve İntes Grubu'nda görev aldı. Aynı zamanda Kıbrıs Barış Harekatı'nda deniz görev grubunun kurmay başkanlığını yapan ve gazi rütbesi alan emekli Koramiral Işık Biren, halen Türk Silahlı Kuvvetleri Vakfı'nda da yönetim kurulu üyesi olarak hizmet veriyor. Strateji yazıları yazan ve İngilizce ve Fransızca bilen emekli Koramiral Işık Biren'in iki çocuğu var.



Koramiral Işık Biren ismi koca bir tarih demek. 1972-73 yılları arasında NATO Akdeniz Müttefik Filo Komutanı, Milli Güvenlik Konseyi Koordinatörü Komisyonlar Başkanı, Türk Deniz Kuvvetleri’ni Güçlendirme Vakfı Anadolu Başkanı. Aldığı görevler ve ödüller bu satırlara sığmaz.

**Türkiye Yolsuzlukla Mücadele Derneği tarafından verilen

***‘Dünyanın En Dürüst 100 Kişisi’nden biri***

unvanı dikkate değer. Işık Biren ile geçmişi konuşmak birkaç kitabın konusu olur ama o gelecek öngörüleriyle de düşünsel anlamda önemli katkılarda bulunmaya devam ediyor. Işık Biren Paşa’dan son haber; 1 Ocak’tan itibaren Türk-Amerikan Konseyi Danışma Kurulu üyeliğine getiriliyor. Danışma Kurulu üyesi olabilmenin yolu belirli bir süre yönetim kurulunda aktif görevde bulunmaktan geçiyor. O’nun yerine kim geliyor? Alarko Holding’de rahmetli Üzeyir Garih’in yerine yönetime giren Dalya Herzikowitz 1 Ocak 2008’den itibaren Türk-Amerikan Konseyi Yönetim Kurulu üyeliğine getiriliyor. Bu gelişme, Dalya Herzikowitz için de iş dünyasında önemli bir pencere açacak. Işık Biren aynı zamanda Alarko Holding’in de yönetim kurulu üyesi.







Faruk MERCAN
Araçtırmacı Gazeteci

BOĞAZ´IN ŞÖVALYESİ ÜSEYİR GARİH CİNAYETİ






Kasım ESEN
Vali-Kamu Güvenlik Uzmanı






" Hiç kimse ile kişisel bir kavgam olmadı. Kimseye kırıldığımı hatırlamıyorum. Bir kimseyi kırmışsam istemiyerek olmuştur. Varsa bu kişilerden de açıkça özür dilemeyi borç bilirim." Şubat 2000, İş Hayatımdan Kesitler

"Mutluluk Pastası Tarifi: Malzeme: 4 fincan sevgi, 2 fincan sadakat, 1 fincan arkadaşlık,1 fincan saygı,2 kaşık ümit,2 kaşık şefkat,1 kaşık inanç,1 fıçı neşe.Yapılışı: Sevgi ile Sadakat'i, İnanç ve Şefkatle, Anlayışla karıştırın. Ümit ve Arkadaşlığı katıp Neşe ile fıçıda sallayın. Güneşte pişirip, her gün cömertçe saygı ile yakınlarınıza servis yapın. "






   
Dr. Üzeyir GARİH

BAŞKAN

 
 

1929’da İstanbul’da doğdu. 1951 yılında İ.T.Ü.’den Makina Yüksek Mühendisi olarak mezun oldu. 1954 yılına kadar Carrier Corp. Türkiye Şubesi’nde Tesisat Mühendisliği görevini sürdürerek bu konuda ihtisas sahibi oldu. 1954 yılında İshak Alaton’un teklifi ile iki kişilik Alarko Kollektif Şirketi’nin eş ortağı olarak faaliyete başladı. O tarihten beri gün geçtikçe gelişen ve bir holding hüviyetini kazanan Alarko Şirketler Topluluğu’nda İshak Alaton’la birlikte Başkanlık görevini aralıksız olarak sürdürmüştür.

Alarko’daki görevlerinin dışında Üzeyir Garih TÜSİAD, DEİK, MESS, Loyd Vakfı, Sisav, Rotary, Lions, Propeller, İstanbul Sanayi Odası Meclisi, Turizm Yatırımcıları Derneği, AIESEC ve benzeri yerli yabancı birçok vakıf ve derneklerin yönetim ve danışma kurullarında faal bir rol oynamakta ve Türk Belçika DEİK ile TOKYAD (Toplu Konut Yapımcıları) Derneği’nin başkanlığını yürütmüştür.

Özellikle yönetim ve organizasyon ve ekonomi ile ilgili yazıları Turkish Daily News ve Akşam gazetelerinde haftalık ve ayrıca Babıali Dergisinde aylık periyotlarla yayınlanmakta olan Üzeyir Garih’in önde gelen hobisi, gençlerin eğitimi ile uğraşmaktır. Ayrıca Deneyimlerim adlı 5 cilt, İş Hayatımdan Kesitler adlı 1 cilt ve ayrıca Hayat Yayınlarının yayınladığı 8 cilt kitabın yazarıdır.

Aynı zamanda Yeditepe Üniversitesi MBA programında organizasyon konusunda ders vermiştir.

1984 yılında İ.T.Ü.’den Fahri Doktor ünvanı ile taltif edilmiş ve 1990 yılında Filipinler Cumhuriyeti İstanbul Fahri Başkonsolosu görevini yüklenmiştir.

Evli, iki çocuk babası ve 6 torun sahibi olan Üzeyir Garih, İngilizce, Fransızca ve İspanyolca bilmekteydi.

 






Yönetim İlkeleri, Dr. Üzeyir Garih

Hayat Yayınları Üzeyir Garih Kitaplığı-1

Yönetim Teknikleri, Dr. Üzeyir Garih

Hayat Yayınları Üzeyir Garih Kitaplığı-2

Globalleşme Sürecinde Türkiye, Dr. Üzeyir Garih

Hayat Yayınları Üzeyir Garih Kitaplığı-3

İş Hayatında Motivasyon,Dr. Üzeyir Garih

Hayat Yayınları Üzeyir Garih Kitaplığı-4

Pazarlama, Tanıtım, Halkla İlişkiler, Dr. Üzeyir Garih

Hayat Yayınları Üzeyir Garih Kitaplığı-5

Ekonomik Sorunlara Çözüm Önerileri, Dr. Üzeyir Garih

Hayat Yayınları Üzeyir Garih Kitaplığı-6

Türkiye Sorunlarına Çözüm Önerileri, Dr. Üzeyir Garih

Hayat Yayınları Üzeyir Garih Kitaplığı-7

Gençlere Tavsiyeler , Dr. Üzeyir Garih

Hayat Yayınları Üzeyir Garih Kitaplığı-8

Hayat Yayınlarından çıkan Üzeyir Garih Kitaplığı, kitapevlerinden temin edilebilmektedir.







































































































Üzeyir Garih'in korkusu gerçekleşir mi...
Osman Özsoy - 26 Mart 2006 Pazar, 

HAFTA içinde yaşanan bir olay bana, 25 Ağustos 2001'de menfur bir cinayete kurban giden işadamı Üzeyir Garih'in sıklıkla dile getirdiği endişelerini hatırlattı.

Üzeyir Garih, yoksulla zengin arasında giderek büyüyen uçurumdan çok kaygılıydı. Gelir dağılımındaki adaletsizliğin ülkenin de, dünyanın da başına bela olacağı düşüncesindeydi. İş dünyasının ve siyasetçilerin konuya ilgisizliğine üzülüyordu. 'Bu yoksulluk, zengini de yaşatmaz...' diyordu. Yoksulluğun derinleşmesi durumunda, zenginlerin varlıklarının yağma edileceği endişesinden hiç kurtulamadı.

Üzeyir Garih korkularında haklı çıktı. Kendi katili de, 'aman dikkat' diye sorunlarını sürekli gündeme getirdiği çevreden çıktı. Eyüp mezarlığında kendisini bıçaklayarak öldüren Yener Yermez, Kayseri varoşlarındaki Karacaoğlu Mahallesi'nde yoksulluk içinde büyüdü. İşsiz olan babası Ömer Yermez çok yaşamadı. Annesi, kocasının ölümünden sonra yoksulluk nedeniyle üst üste evlilikler yaptı. Yener Yermez'in polisle ilk tanışması ve kabarık suç dosyası, Garih cinayetinden 8 yıl önce oto teybi çalarken yakalanmasıyla başladı. Cinayetle ilgili tartışmalar elbette bu yazının konusu değil. Bizi ilgilendiren, Yener Yenmez profilinin hangi sosyal şartların ürünü olduğudur.

Taşlanan evler...

YAZININ başında belirttiğimiz ve Üzeyir Garih'i endişelerinde haklı çıkarır mı kaygısı yaşadığımız olay geçen perşembe günü İstanbul'da yaşandı. Sarıyer'in kenar semtlerinden birinde bulunan 'Derbent Güzelleştirme ve Dayanışma Derneği' binasının yıkım kararını uygulamak üzeri harekete geçen ekipler, hiç beklemedikleri bir tepki ile karşılaştı. Bu kez manzara bildik yıkım görüntülerinden farklıydı. Organize oldukları dikkat çekiyordu. Tepkinin dozu kaçırıldı ve polis taşlandı. Polis olaya göz yaşartıcı gazla karşılık verdi.

Yazımıza konu olan olaylar da bundan sonra başladı. Olaylar tam yatıştı derken, protesto gösterilerine katılan gençler, mahallenin bir başka tarafında yasal olarak yapılmış binaları taşlamaya, camlarını kırmaya başladılar. Eylemciler, kendilerine göre daha varlıklı olduğunu düşündükleri insanların mal mülklerini hedef aldı. Binalarda oturanlar korku içinde sağa sola kaçıştı. Olayların özeti, 'madem öyle, işte böyle...' dedirten cinstendi.

Taşlanan otobüsler...

BENZER bir görüntü, 2001 ekonomik krizinin sarsıcı etkilerinin sürdüğü ve çok sayıda insanın işten çıkarıldığı günlerde de yaşanmıştı. O zaman taşlanan otobüslerdi. Ama bu otobüslerin bir özelliği vardı. Varoşların hemen yanı başında zenginliğin sembolü olarak yükselen İstanbul'un Bahçeşehir ve Kemerburgaz gibi semtlerine giden otobüsler hedef alınmıştı. İki hadiseyi yan yana koyduğumuzda, gidişatın iyi olmadığını söylemeye hacet yoktur.

Ülkemizde son yıllarda özellikle tarım kesiminde çok ciddi fakirleşme yaşanıyor. Son bir yılda tarımdan 1 milyon kişi kopmuş durumda. Bunlar kentlere göç etmelerine rağmen, çok ciddi iş ve barınma sorunu yaşıyorlar. Şu an şikayetçi olduğumuz birçok toplumsal sorunun yakında katlanarak karşımıza çıkması söz konusu. Dilerim Üzeyir Garih haklı çıkmaz.

DSİ başardı...

YAZIMIZIN sonunda, uzun zamandır devam eden ve başarıyla sonuçlanan bir kulis faaliyetine dikkat çekmek istiyorum. Bilindiği tüm dünyanın gözleri geçtiğimiz hafta boyunca Meksika'daydı. Üç yılda bir mart ayında düzenlenen 'Dünya Su Forumu ve Bakanlar Konferansı' bu ülkede yapıldı. Bu toplantı, küresel çapta yapılan en önemli organizasyonlar arasında yer alıyor.

Devlet Su İşleri (DSİ)'nin bürokratları bu toplantıda, 2009 yılında yapılacak toplantının ev sahipliğini Türkiye'nin üstlenmesini sağladılar. Ülkemizde yapılacak toplantıya en az 10 bin katılımcı, 130 dolayında da bakan gelmesi bekleniyor.

Sınır aşan sular gibi çetrefilli konuların tartışıldığı forum sayesinde bir hafta boyunca dünyanın ilgisi Türkiye'ye yönelecek. Ülkemizin tanıtımına da katkı sağlayacak olan bu toplantının Türkiye'de yapılması konusunda başarılı kulis çalışması yürüten DSİ bürokratlarını kutluyorum.

Bu makale hakkında
Osman Özsoy tarafından yazılan bu makale, 26 Mart 2006 Pazar günü yayınlanan H.O. Tercüman Gazetesindeki köşe yazısıdır.
 

Küçük Hüseyin Efendi 
Nakşibendi tarikatının kollarından birinin şeyhliğini yapan Küçük Hüseyin Efendi, 1828’de Ankara’da dünyaya geldi. Küçük Hüseyin Efendi’nin Nakşi şeyhliğine giden süreci, 12 - 13 yaşında İstanbul’a gelişiyle başladı. Bir hastalık nedeniyle gittiği Nakşibendi şeyhi Hacı Feyzullah Efendi’nin cemaatine 31 yaşındayken katıldı. Hacı Feyzullah Efendi öldükten sonra yerlerine geçen Edirneli Mehmet Nuri Efendi ve Hasan Visali Efendi’den sonra 1902’de posta oturdu. 1930 yılında da öldü.

Garih Eyüp Mezarlığı’na şeyhi için gitti

Garih’in ziyarete gittiği mezar, Nakşibendi şeyhlerinden Küçük Hüseyin Efendi’ye ait. Garih, yine yıllardır ihmal etmediği ve görev saydığı şekilde, Küçük Hüseyin Efendi’nin kabrini ziyaret ediyordu. Garih, bu ziyaretleri her cumartesi şoförsüz ve korumasız gerçekleştiriyordu.



HAKKINDA YAZILANLAR

1.Okuryazarların şeyhi
Avni Özgürel
Radikal 02/09/2001

Üzeyir Garih'in mezarını ziyaret ettiği Küçük Hüseyin Efendi, askerlerin ve bürokratların ilgi gösterdiği Arusiliği yaygınlaştıran isimdir. Mareşal Fevzi Çakmak da manen Şeyh'e bağlıydı

İmparatorluk döneminde kentlerde özellikle aydın muhitinde Nakşibendiliğin ve Mevleviliğin; kırsal bölgelerde ve İstanbul'un kenar mahallelerinde de Kadiri- Rufailiğin yaygın olduğu biliniyor.
Abdülhamid döneminde asker sivil bürokrasi ve okur yazar çevresinde bunlara iki dergâh daha eklendi:
İlki padişahın da intisab ettiği Şazeliye, diğeri Arusiye. Yıldız Sarayı'nın Barbaros Bulvarı üzerindeki girişine yakın, şimdi Conrad Oteli'nin karşısında kalan cami, medrese ve türbe mevkii Şazeliye'ye tahsis edilmişti. Arusiye ise özellikle yenilikçi fikirlere açık askerler arasında yayıldı...

Açık zikir ve müzik
Arusilik Orta Asya'da Horasan'da doğmuş ancak 16. yüzyılın ortalarında Libya'nın Zileytin bölgesinde Seyyid Ahmed El Esmer'in ortaya çıkışına kadar fazla varlık gösterememiş bir tarikat... Ekol olarak Nakşibendilik'le Kadiriliğin iç içe girmiş hali sayılabilir. Yani Nakşiliğin 'gizli zikir' ilkesinin yanında, 'açık zikir'i kabullenmiş, törenlerinde müzik aletlerinin kullanılmasına izin veren bir dergâh. Ancak 'yol'u İstanbul'a taşıyan ilk müntesipler döneminde varla yok arasında...
Arusiliğin parlayışı Nakşibendi dergâhı şeyhlerinden Küçük Hüseyin Efendi'nin
'halifesi' Ömer Fevzi Mardin'le oldu. Aslen Ankaralı olan Hüseyin Efendi; Şeyh Feyzullah Efendi, Hasan Visali Efendi ve Nuri Efendi'lerden sonra 'irşada' başladı. Ve müritleri gördükleri kerametler (doğaüstü olaylar) dolayısıyla onu kutub ve evliya saydılar.

102 yıl yaşadı
Küçük Hüseyin Efendi 1930'da, 102 yaşında vefat edene kadar pek çok 'halife' yetiştirdi. Bunlar arasında en çok dikkat çekeni ise şeyhlik tacını eliyle giydirdiği ve Arusiy'ye de dahil uhdesindeki tarikatları temsil icazetini verdiği Ömer Fevzi Mardin oldu.
Mardin'de yerleşik, Peygamber soyundan gelen ve bu yüzden Seyyid diye anılan Şirin Dede adıyla maruf Yusuf Mardin'in torunuydu Ömer Fevzi Efendi. (Şirin Dede'nin bir diğer torunu ünlü hukuk âlimi ve Huzur Dersleri'nin yazarı Ebu'lula Mardin. Öte yandan Prof. Şerif Mardin, Arif Mardin, Ahmet Ertegün, Türkiye'nin ilk ABD büyükelçisi Münir Ertegün, Betül Mardin de aynı ailenin üyeleri...)

Atatürk ve Rauf Orbay
Ömer Fevzi Mardin, bir Arusi Şeyhi'ydi ama aynı zamanda bir deniz subayıydı.
O yüzden Küçük Hüseyin Efendi'nin izniyle onun dergâhında Nakşibendilerin de benimsediği Halidiye kolunun usulüne uygun olarak ders verdi.
Müridleri arasında donanmanın önde gelen isimleri, bu arada Rauf Orbay da vardı ve Hamidiye zırhlısında Orbay, Mardin'in komutanıydı. İran'da askeri ateşelik de yapan Mardin'in dönüşünde Rauf Orbay vasıtasıyla Atatürk'le de tanışıp konuştuğu, Samsun'a hareketinden önce de onu ziyaret ettiği biliniyor. Mustafa Kemal, Arusiliğe ve Şazeliye'ye, Trablusgarp cephesindeki görevi dolayısıyla aşinaydı. Ve orada Şeyh Sunusi'nin kendisine hediye ettiği el yazması küçük musafı Sofya ateşemiliterliği görevine gidene kadar sürekli üzerinde taşımış, İstanbul'dan ayrılırken annesine emanet etmişti. (Bu Kuran, Kurtuluş Savaşı boyunca Zübeyde Hanım'ın sürekli hatim indirdiğini söylediği Kuran'dır; Zübeyde Hanım vefatından önce kızı Makbule Hanım'a verdi ve oradan da Halil Nuri Yurdakul'un ailesine intikal etti...)
Mareşal Fevzi Çakmak da bu halkanın üyesiydi.
Ve dolayısıyla Ömer Fevzi Mardin'in şeyhi Küçük Hüseyin Efendi'ye manen bağlıydı.
Mareşal 1950'de öldüğünde Ömer Fev-zi Mardin hayattaydı. Bu yüzden vasiyeti üzerine Nakşibendiye mensuplarının sıklıkla defnedildiği Eyüp Mezarlığı'nda toprağa verildi. Çakmak'ın, "Beni şeyhimin
ayakucuna gömün" dediğini başka vesilelerle de yazmıştım...

Ömer Fevzi Mardin
Ömer Fevzi Mardin ise 15 sene daha Kadıköy Kızıltoprak'ta İlahiyat ve Kültür Telifleri Derneği çatısı altında Arusiye esasına uygun faaliyet gösterdi.
Vefatında ise Karacaahmet Mezarlığı'nda parmaklıkla çevrili müstakil bir ada görünümünde olan ve daha sonra dergâh mensuplarının (Ömer Fevzi Mardin'den sonra görev yapan Aziz Çınar Efendi de dahil) defnedildiği özel alanda toprağa verildi.
Gerek Şeyh Küçük Hüseyin Efendi'nin ve gerekse Ömer Fevzi Mardin'in, Yahudi cemaatine mensup ve dini eğitim de görmüş bir kişi olan Üzeyir Garih'in ilgisini çekmesi de hiç sebepsiz değil.

Yahudiliğe bakış
Yahudilere tedirgin yaklaşan diğer Müslüman cemaatlerle kıyaslandığında (Üstelik 2. Dünya Savaşı ortamında Hitlerciliğin Türkiye'de prim yaptığı ortamda) tedrisinden geçtiği şeyhin ve Ömer Fevzi Mardin'in Musevilik'le ilgili görüşleri hayli dikkat çekici. Nitekim Mardin'in 'Kur'an Şerhi' adlı eserinde bunu görmek mümkün:
"...Allah'tan başka kimse kendiliğinden değil bir milleti, hatta bir ferdi bile tahkir, tezlil etmek hakkını haiz değildir. Allah filan kavme ağır tenkitte bulunmuştur diye onlara karşı aynı lisanı kullanmak kimsenin hakkı ve haddi değildir. (...) Museviler ta bidayetten itibaren ıstırap çekerler, fakat dertlerinin ilacı da ıstıraptır. Allah'a sarıldıkça ıstıraptan kultulmuşlar, gaflete düştükçe ıstıraba uğramışlar, yine Allah'a sarılmaya mecbur olmuşlardır..."

xx

2.Meğer bizim Ender Mermerci de Küçük Hüseyin Efendi’nin müridiymiş
Sevgi'nin diviti /Sevgi Gönül
Hürriyet 1 Eylül 2001

Ender, katledilen Üzeyir Garih'in asıl adının ‘‘Hezakiyer’’ olduğunu ‘‘Üzeyir’’ isminin babasına ait bulunduğunu ama ‘‘oğul’’ Üzeyir'in daha sonraları adını değiştirerek babasının adını aldığını anlattı. Halkça affedilmeyen Rahşan Hanım'ın affı bir tarafa, hunharca katledilen Üzeyir Garih ve ailesi ile Ortaköy'deki evlerimizde yirmi sene komşuluk yaptık. Birbirimizi bir gün incitmedik, bir gün kırmadık. Fevkalade ahenkli ilişkiler içinde güzel bir ortamda, komşuculuk oynadık. Ekonomi dünyasının duayenlerinden olan Üzeyir Bey, benim tam tersime içki içmez, cigara içmez buna rağmen her davete katılırdı. Her toplantıyı da hiç kaçırmadan takip ederdi. Ben her türlü değişik ortama giren çıkan biri olarak, nereye gitsem ya Üzeyir Garih'e veyahut İshak Alaton'a rast gelirim. Gayet mesafeli ama aynı zamanda samimi olan Üzeyir Bey yerinde duramayan biriydi. Bütün gün çalışır, geceleri davet sahiplerini memnun ederdi. Bir keresinde haftalık menüyü hazırladığını ve cumartesi günleri Beşiktaş pazarından evinin zerzavat ve meyve alışverişini yaptığını söyledi. O hafta biz komşular, kocalarımıza çok sinirlendik zira hiçbir işe yaramıyorlardı.

Üzeyir Garih ve İshak Alaton ikilisinin ortaklığı bana fevkalade enteresan gelirdi. Çok az gördüğüm örneklerden biridir. Birbirlerine fevkalade saygılı, birbirlerine güvenen ve birbirlerinin arkasında duran iki arkadaştılar. Hanımları ise apayrı, değişik tiplerdi. Çocukları ne derece birbirleri ile anlaşıyorlar bilemem ama bu iki ortak hiç kimsenin tesiri altında kalmadan aynı saygılı çizgide yürüyen ilişkilerini sürdürdüler. Unutmayalım ki, ortakların veya kardeşlerin arası daima sidik yarışına giren karılarının yüzünden bozulmuştur. Bu şaşmaz bir kaide gibidir.

Üzeyir Bey'in hepimizi acılara boğan hunharca ölümü, ziyaretine gittiği, Küçük Hüseyin Efendi'nin mezarı başında cereyan etmişti. Kimdi bu Küçük Hüseyin Efendi? Mistik dünyaya biraz meraklı idim ama bu zat-ı muhteremden bahsedildiğini hiç duymamıştım. E... ne de olsa bendeniz Hacı Bayram Veli sülalesinden gelmeyim, dolayısı ile bazı diğer muhteremlerden haberimin olmaması normaldir, diye kendi kendime avunmaya çalıştım ama bir taraftan da kimdir diye araştırmaya soruşturmaya başladım. Şeytan bir dostum, ne araştırıp duruyorsun, müridi Ender Hanım burnunuzun dibinde diye benimle bir de dalga geçti.

Ailede iki Ender vardı. Biri Prof. Dr. Ender Berker, benden oniki saat küçük teyzezademdi. Diğeri ise gelin Ender Mermerci, o da diğer teyzezademin hanımıdır. Gelin Ender'i yakaladım ve sormaya başladım. Bana babası Prof. Dr. Hasan Reşat Sığındım'ın (cildiyeci) Üzeyir Garih'in babası Dr. Üzeyir Garih'in (diş doktoru) ve Dr. Salih Alazraki'nin (ne doktoru olduğunu hatırlayamadı) Küçük Hüseyin Efendi'nin müridi olduklarını söyledi.

Katledilen Üzeyir Garih'in asıl adının ‘‘Hezakiyer’’ olduğunu ‘‘Üzeyir’’ isminin babasına ait bulunduğunu ama ‘‘oğul’’ Üzeyir'in daha sonraları adını değiştirerek babasının adını aldığını anlattı.

Doktorlardan müritler olması da başka ilginç bir nokta gibi geliyor bana. Dolayısı ile Üzeyir Garih gibi kendisinin de bu mezarlığı sık sık ziyaret ettiğinden bahsetti. Ender bu arada enteresan bir bilgi daha verdi:

Bizler Ankaralıyız. Ankara'dan aile dostumuz Küçük Sabiha Hanım'dan bahsederek, onun bu küçük Hüseyin Efendi'nin torunu olduğunu da belirtti. Öğrendiğime göre, Küçük Hüseyin Efendi 1.20 boyunda imiş ve bizim Küçük Sabiha Hanım Teyzemiz de 1.30 boyunda idi. Ara sıra alafrangalığa özenip ‘‘Petite Sabiha Hanım’’ da derdik. Elmacık kemikleri çıkık, koyu renk saçlı, ufacık tefecik bir hanımdı. Hoşgörülü ve hoşsohbet bu hanım, Ankaralı Ademzadeler'den olup eşi, Kütahyalı Ekmel Kahyaoğlu Bey’di. Ekmel Bey son derece yakışıklıydı. Sabiha Hanım ise Ekmel Bey'i elinde tutabilmek için ona dünyanın en güzel iltifatlarında bulunurdu. Teyzelerime bezik oynamaya gelir, bir gece evvel yakışıklı kocasına ne diller döktüğünü anlatırdı ve bizler de kulak misafiri olurduk. Herhalde kocalarımızı hoş tutmayı ondan öğrendik diyebiliriz. Küçük Sabiha Hanım'ın kızı Nurinisa Rodoslu Hanım ise hakikaten Rodos doğumlu Celalettin Rodoslu ile evli olup Ankara'da Hayyam şaraplarını imal ederdi. Celalettin Rodoslu Bey'in bugün tarihçilerce malum iki kitabı vardır. ‘‘Rodos'ta Türk Mimari Eserleri’’ ve ‘‘Rodos'ta Yaşamış olan Türkler’’ diye.

Bakın, Ortaköy'den Eyüp'e, Eyüp'ten Ankara'ya, Ankara'dan Rodos'a sürüklendik. Ufacık bir yazıda bu kadar yer dolaştıktan sonra ne diye sanki Avrupa Birliği'ne katılmayalım ki... Beni bu yazıda yaşatan bütün ölmüş dostlara rağmetler olsun.

















03 Mart 2009 Salı

Erhan BAŞYURT
       
Teksas'ta bir "Sokak Çocuğu" ve Üzeyir Garih'in referansı...
Dünya mı küçülüyor yoksa Türkiye mi büyüyor? Sanırım her ikisi de.
Küreselleşme hem iletişim hem de ulaşım imkanlarıyla dünyayı köy haline getirdi.
Ona uyum sağlayan Türk girişimciler de hızla dünyaya açılıp, süreci lehlerine çevirdiler.
Özellikle de Fethullah Gülen hareketinin bu inanılmaz açılımda büyük rolü var.
Hafta sonu çok değerli yazarımız Ahmet Taşgetiren ve Sabah'tan Mahmut Övür'le Teksas Houston'daydım.
NBA takımı Houston Rockets'ın stadının yanı başında, uluslararası sergi sarayında müthiş bir "final" yarışması izledim.
Sıkı durun, bu bir basket maçı veya beyzbol değil, Türkçe Olimpiyatı Teksas Amerika Finali idi.
"Teksas nere Türkiye nere, ne Türkçesi?" dediğinizi duyar gibiyim...
Kovboyların yurdu, petrolün başkenti Houston'da onlarca okulun öğrencisi Türkiye'deki finallere katılmak için yarıştılar.
Amerika'da Türkler'in en az olduğu Teksas Eyaleti'nde bu katılım son derece şaşırtıcı.
Türk girişimcilerin kurduğu Horizon (Ufuk) Vakfı 2000'de, bölgedeki ilk "charter" okullarını açmışlar.
"Charter" okullar, devletin öğrenci başına destek ödediği, halk okulları.
Özel okulların aksine, öğrenci seçme imkanı yok.
Siyah, beyaz, İspanyol, Asyalı... Başvuran herkes okuyabiliyor.
Ancak, okulu kendi imkanlarınızla açıyor, işletmeyi kendiniz yapıyorsunuz.
Devlet, her yıl yaptığı Eyalet geneli sınavlarla başarınızı ölçüyor.
Üç yıl arka arkaya başarısız olanın ya da etnik gruplar arasında başarı dengesi sağlayamayanın lisansını iptal ediyor.
Horizon Vakfı'nın okulları, "pekiyi" derecesinde.
Bu okullarda okuyan öğrencilerin hazırladığı, "robotic" projesi dünya finallerinde Amerika'yı temsil edecek.
Bu nedenle, son okullarını açtıklarında 300 kişilik kadro için 3 bin başvuru olmuş.
Kura ile öğrenciler belirlenmiş...
Okulların özelliği özellikle fen bilimleri hocalarının Türk olması.
Ve daha ilginci, Türkçe'nin de seçmeli ders olarak okutulması.
Öğrencilerin neredeyse yarısı Türkçe'yi yarısı da İspanyolca'yı tercih ediyormuş.
Türkçe ilgisi gerçekten sevindirici. Bu tercihteki en büyük etken, hocalarına olan yoğun saygı ve sevgileri...
Gülen hareketine mensup girişimciler, ilk okullarını daha önce Museviler'e ait bir okulu devralarak işletmeye başlamış.
Hikayesi son derece ilgi çekici.
Musevi Cemaati, referans istemiş.
Onlar da bir yıl bir enerji konferansına geldiğinde temas kurdukları, ağırladıkları Üzeyir Garih'e başvurmuşlar.
Garih, irtibat telefonlarını almış. Houston'daki mütevellide yer alan bir arkadaşına ulaşmış.
Türk girişimcilere kefil olmuş. "Ödemezlerse, ben ödeyeceğim" demiş...
Kapılar açılmış.
İkinci okul 2001'de, bu kez bir kilise okulu.
Onlar da deneme amaçlı tahsis etmişler.
Teksas'ın sınır kasabası El Paso'da ise kilise cemaati, çok memnun kaldıkları için 6 milyon dolarlık bir yatırımla lise kısmını bizzat kendileri inşa edip vakfa tahsis etmişler.
Bu okullar, ana okulundan lise sona kadar eğitim verebiliyor.
Türk okulları başarılı oldukça, kapılar daha kolay açılmış.
Şu an eyalet genelinde 19 okul var. 2009 sonunda 30'u bulacak.
Öğrenci sayıları yaklaşık 8 bin.
İlk mezunlarını vermeye başlamışlar. 
Hocaların yüzde 30'u Türk, öğrencilerinse yüzde 10'u bile Müslüman değil.

Evrensel barış elçileri, dünyaya huzuru yaymak için çabalayan çağdaş erenler, hiçbir kâr amacı gütmeden şimdi de bir üniversite girişimine başlamışlar.

Türk okullarının en çok şu üç özelliği takdir topluyor.
Öğrencilere saygı ve şefkati öğretiyorlar.
Okullarına uyuşturucu ve çeteler giremiyor.
Ailelerle de sıcak güven bağı kuruyorlar.
Sonuçta, Türkçe Olimpiyatı elemelerinde yaşanan muhteşem tablo ortaya çıkıyor.
Silifke yöresinden halk dansları sunan İspanyol, Siyah ve Asyalı öğrenciler, ellerinde tahta kaşıklarla adeta şok yaşatıyor.
Kafkas ve Giresun halk danslarını geride bırakıp, Türkiye'ye gelme şansını elde ettiler.
Gesi bağları, Karahisar kalesi türkülerini ise, Can Cana şarkısını seslendiren bir İspanyol (Hispanik) kız öğrenci geride bıraktı.
Şiir dalında ise, tam bir sürpriz vardı.
Türkiye'deki finale katılma hakkını Arif Nihat Asya'nın "Bayrak" şiirini okuyan kız öğrenci kazandı.

Ancak ben, herkesin San Antonio'dan yarışmaya katılan 10 yaşındaki Benjamin Vega isimli çocuğun, "Sokak Çocukları" şiirini izlemesini isterdim.

Başında şapka, elinde boyacı kutusu ile Bedirhan Gökçe'nin eserini o kadar iyi ve hissederek yorumladı ki, görülmeye değerdi.
Amerikan Fox TV spikerlerinin sunduğu, Türk ve Amerikan bayraklarının süslediği dev salonda en büyük alkışı o aldı.
Ama maalesef, birinci olamadı. İkinci seçildi.
Türkçe Olimpiyatı organizatörlerine ve Teksas'taki hocalarına buradan açık çağrı yapıyorum.
"Sokak Çocuğu"nu ne olur kurtarın! Bu şiiri, bu yorumla, tüm Türkiye izlemeli.
En az geçtiğimiz yıl Sakarya şiirini okuyan genç kadar başarılı.
Tek Türk'ün bulunmadığı yerlerden, Türkçe'yi su gibi konuşturanlara canı gönülden alkışlar.
Türkçe'nin evrensel bir barış dili olması yolunda bir beklenti taşımadan bu fedakarlıklara katlananlara sonsuz teşekkürler...

Gülen hareketine mensup gönül erlerinin dünyanın dört bir yanında sessiz sedasız ortaya koydukları bu inanılmaz gayretler, dünyayı daha huzurlu ve yaşanılır bir hale getiriyor.

Dünya, Türkler için daha da küçülüyor...



 
GÜZEL SÖZLER İzzet Garih
11.01.2008
         
ı :  
   
ı :  
   
:  
   
 :  
   
 :  
   
 
 
GÜZEL SÖZLER
İZZET GARİH
.
.
.



GÜZEL SÖZLER


En çok hatırlayıp beğendiğim güzel sözler :

1.       Siz müşterinize sahip çıkmazsanız, sahip çıkacak bir başkası mutlaka  olacaktır (If you do not take care of your customers, someone else will)

2.       Hiç kimse, yardıma muhtaç bir çocuğa eğilip elini uzatan bir insan kadar uzun boylu değildir.

3.       En yüksek getiriyi "İyilikler Bankası" ndaki (Bank of Favors) hesabınızdan kazanabilirsiniz. İyilikler Bankası'ndaki yatırımlarınız size diğer yatırımlarınıza kıyasla çok daha yüksek getiri ve ödül kazandırır.

4.       İş hayatı vahşi bir orman gibidir. Herşey doğanın içerisinde dengelenmektedir. Bu vahşi ormanın içerisinde paylaşmaya değer veren ve dostları daha fazla olan grupların ayakta kalabilme ve devam edebilme şansları biraz daha fazladır. Ancak hayat döngüleri incelendiğinde her şeyin (canlıların, şirketlerin, ülkelerin) bir sonunun olduğu gözlenmektedir.

5.       Herhangi bir görüşme, tartışma, veya anlaşma (negotiation) sırasında unutulmaması gereken prensip karşımızdaki insanın (veya gurubun) "en az" bizim kadar olgun, akıllı ve zeki olduğudur.

6.       Herhangi bir anlaşma veya alış-veriş sırasında her iki tarafın da kazanması ve tatmin olması şarttır. Ancak "Win-Win" sonucu sağlanabildiği takdirde o iş bereket getirir ve o iş sayesinde başka güzel ilişkiler de gelişir.

7.       Müşterilerimiz ve Tedarikçilerimiz bizim ortaklarımızdır.

8.       Çok kazanmak için çok çalışmak yeterli değildir. Çalışmak ve "paylaşmak" gerekir. Ancak maddi ve manevi değerler "paylaşıldığı" taktirde kazanç kapıları açılır.

9.        Para, insan davranışlarını etkiliyebilen ve bu nedenle bu davranışları etkileyebilen bir tehlike taşır. Para, kazanıldığı zaman insanı havaya sokup şımartabileceği gibi, kaybedildiği zaman da insanı deprasyona sokabilir.  Dolayısiyle; Para Kazanınca Çok Sevinme!  Para Kaybedince de Çok Üzülme!

10.    Başarının sırrı her konuda “Dengeyi” bulmaktır.
Sadece işini düşünen ve işinde en iyi olan ancak ailesini ihmal eden, dengeyi bulamamıştır. Bu tür bir kişiye başarı demek doğru değildir.

11.   Hayat “Çoban Salatasına” benzer. İçindeki her şeyi birlikte yemeden tadına varamazsınız.. Hayatın her güzelliğini yaşamaya ve tadını çıkartmaya çalışın. 

12.    İyi bir insan olmak, iyi bir işadamı olmaktan çok daha makbuldur.

13.    Hayatınızın ne denli kıymetli olduğunu, aldığınız nefesin ne kadar değerli olduğunu öğrenmek için her ay bir kez bir hastanenin “Yoğun Bakım Servisine” gidip dolaşın. Tanrıya şükredin. Her ziyaretinizden sonra olaylara bakışınız değişecektir.

14.   Olgunluk, her konuda dengeyi bulmaktır.

15.   Herzaman çok çalışan çok kazanamaz. Ancak herzaman çok paylaşan çok kazanır.

 
 



İZZET GARİH
.
.
.
.

TAMAMLAYICI KAREKTERLERİN ÖNEMİ (G-İ-K)


Takım çalışmasının başarıyla sonuçlanabilmesi için, birbirlerini karekter ve davranışları ile tamamlayıcı olan insanların senkronize olmaları gerekmektedir.

İnsanları vasıflarına göre üçe ayırarak incelemek mümkündür.

(G)- Girişimci karekteri ağır basan insanlar.

( İ )- İşletmeci karekteri ağır basan insanlar.

( K)- Koordinasyon vasıfları ağır basan insanlar.

Girişimci karekteri ağır  basan insanlar (G), risk alabilen, hızlı karar verebilen, coşkulu, heyecanlı ve yaratıcı vizyonları nisbeten fazla olan insanlardır. Bu insanları ayağı çoğu zaman gazda olan şöförlere benzetebiliriz.

İşletmeci karekteri ağır basan insanlar (İ) ise, çoğu zaman insanları ve parayı yönettikleri için riski minimize etmeye çalışan ve mümkün olduğu kadar riskten kaçınan insanlardır. Bu insanları ise ayağı nisbeten frende olan temkinli şöförlere benzetebiliriz.

Risk konusundaki zıt görüşlerinden dolayı (G) ve ( İ ) karekterindeki insanlar çoğu zaman birbirlerine ters düşerler, ancak takımın başarılı karar verebilmesi için her iki değişik karekterin de takım içinde yer alması mutlaka şarttır.

Koordinasyon vasıfları nisbeten kuvvetli olan insanlar ( K ) genelde toparlayıcı, entegre edici, ve senkranizasyon özelliklerinden dolayı takım içinde yer alması gereken kişilerdir. Koordinatör tarzı yöneticiler takım çalışmasına daha uygun tipler olup uzlaştırıcı, oyun kurucu ve çarkları yağlamayı seven orta saha oyuncularıdır. Onlar, girişimcilerle, işletmeciler kendi inançlarına kapılmış bir şekilde mücadele ederken, sinerji oluşturacak şekilde takım kararının ortaya çıkmasını sağlarlar.

Takımın şampiyon olabilmesi için bu farklı karekterlerin/rollerin (G), (İ) ve (K),  kombinasyonlarının dengeli bir şekilde ekip içinde mix edilmesi gerekmektedir.

Bir tutam (G), bir tutam (İ), bir tutam (K)!




İzzet Garih
.
.
.
.

BEŞ/DOKSANBEŞ 5/95 KURALI


Bugüne kadar müşteri tatminsizliğinden dolayı portföyünüzden kaybettiğiniz ve kaçırdığınız müşterilerinizin toplamını gözönünde bulundurduğunuzda bu toplamın yaklaşık olarak % 95'lik kısmı ilk kaçırdığınız % 5' lik küçük bir müşteri kitlesinin negatif etkisi ve zincir reaksiyonundan dolayı olmuştur.

Memnun olmayan müşteriler memnuniyetsizliklerini deşarj olmak amacıyla negatif dedikodu yaparak dışarı verirler ve böylece psikolojik olarak tatminsizliklerini bastırmaya çalışırlar.

Şikayeti olan müşterilerin yaptığı negatif sohbetlerin miktarı, tatmin olan müşterilerin yaptığı pozitif sohbetlerin miktarından çok daha fazladır. Bunun sebebi de çok doğal olarak rahatsızlığın psikolojik olarak bastırılma ihtiyacından kaynaklanmaktadır.

Buradan çıkaracağımız sonuç; "önceliğin" (priority) yeni şatış yapılacak olan müşteriye aşırı zaman sarfedilmesi yerine, mevcut portföyümüzde yer alan müşterinin isteklerine cevap verilmesi için maximum çabanın harcanması olduğudur.

Örneğin, bir genel müdür öncelikle ekibinin enerjisini mevcut müşterilerinin memnuniyetine konsantre edebildiği sürece başarısını arttıracaktır. Zira memnun olan her bir müşteri kendisine otomatikman üç müşteri daha kazandıracaktır.

Diğer taraftan, bir genel müdür konsantrasyonunu mümkün olduğu kadar yeni satışlara yönlendirip mevcut müşterilerin sıkıntılarını halletmeyi ikinci plana atıyorsa tehlike çanları çalıyor demektir, zira her kaçan bir müşteri kendisinden uzun vadede ondokuz müşteriyi daha koparıp götürecek (portföyün içerisinden veya piyasada kararsız olarak beklemekte olan) ve rakiplerine adeta hediye edecektir.

.İzzet Garih
.
.
.
.
.

 
YİRMİBEŞ/YETMİŞBEŞ 25/75 KURALI

Müşteri portföyümüze baktığımız zaman elimizdeki mevcut müşterilerin % 75'inin şirketimizle ilk olarak iş yapmaya başlayan %25'lik bir müşteri kitlesinin refaransları ve dolayısiyle bir zincir reaksiyonu sayesinde oluştuğunu görmekteyiz.

Bu oran bazı sektörlerde 20/80 sınırlarına kadar yaklaşmakla birlikte genel ortalama 25/75 civarında seyretmektedir.

Verdiğiniz ürün ve hizmetlerden memnun olan müşteriler bu memnuniyet ve tatminlerini her fırsatta dostlarına ve yakın iş çevrelerine ifade ederler.

Bu sohbetlerin sonucunda da zincir reaksiyonu etkisini göstermeye başlar ve müşteri portföyünüz büyüyerek satışlarınız artar.

Buradan çıkaracağımız sonuç; "müşteri odaklı" olmanın gereği ve geleceği keşfedebilen (inventing the future) ve dolayısiyle insanların ileriki beklentilerini bu günden tahmin edebilecek tarzda proaktif bir ekip çalışmasının önemidir.

Tavsiyem, her yıl Aralık ayında (yıl sonunda) geniş bir müşteri anketi (customer survey) yapıldıktan sonra o yıla ait bir CSI (Customer Satisfaction Index; Müşteri Tatmin Endeksi) raporu % sonucunun hesaplanması ve bu sonucun geçmiş yıllara göre grafiksel değerlendirmelerinin yapılmasıdır.

. İzzet Garih

.
.

 
GENÇLERİN ÖNEMİ

Kariyerimizin her döneminde çok genç ve dinamik insanlarla tanışmaktayız.

Bu genç insanlar zaman içinde kendi kurum ve şirketlerinde yükselerek başarılı yöneticilik pozisyonlarına gelmektedirler.

Globalizasyon sürecinin hızla devam ettiği ve dolayısiyle dünyamızın küçüldüğü bu dönemlerde nerede veya hangi iş ortamında olursa olsun tanıştığımız genç insanlarla kuracağımız iyi ilişkiler ve dostluklar çok önemlidir.

Unutmayın ki, bu genç ve dinamik arkadaşların bazıları yıllar sonra iş hayatında karşınıza belli kurumların üst yöneticileri olarak çıkacaklardır.

.




İş dünyası yeni anayasa için bedel ödemeye hazır  
82 yaşında. 'Benim için her gün tatil. Gerçek emeklilik ne demek!' diyecek kadar çalışkan. 'Kardeşim' dediği Üzeyir Garih'le ödünç bir daktilo ile 1954'te kurdukları mühendislik şirketi Alarko, bugün Türkiye'nin en büyük holdingleri arasında. Garih'in menfur bir saldırıda hayatını kaybettiği Ağustos 2001'den bu yana daha az konuştu.
 
 

Yola yalnız devam etmenin verdiği hüzün yansıdı çehresine nadiren katıldığı basın toplantılarında. İki saat 10 dakikalık röportaj esnasında; babası Varlık Vergisi sebebiyle Aşkale'ye taş kırmaya götürülmüş, Milli Şef dönemi icra memurlarından sadece annesinin kemanını kurtarabilmiş, ülkesine kırgın bir adamdan çok, hâlâ Türkiye için uğraşan bir aksiyoner portresi ile karşılaştık. İshak Alaton, herkesin 'biliyorum' diyebileceği kadar tanıdık bir sima. Ancak yeni Anayasa'dan ekonomiye kadar geniş bir yelpazedeki ülke meselelerine vukufiyeti, berrak hafızası ve mütevazı yaşantısı Alaton'un bilinmeyenlerinin de çok olduğunu gösteriyor. Naif yanları o kadar çok ki... En yeni arabası 20 yaşında Lincoln. Cep telefonunu 10 yıl önce almış. Maillerini tek tek okuyor. Bahçede yetiştirdiği ıspanak ve pazılardan organik çorba ikram ediyor misafirlerine. Masasını biblo ya da başarı ödülleri değil kitaplar, gazete ve dergiler süslüyor. Biz sorduk, İshak Bey bütün içtenliği ile cevapladı. Bakalım neler söylemiş...

Alarko Holding'in patronu İshak Alaton, Ekrem Dumanlı ve Turhan Bozkurt'un sorularını cevaplandırdı.

Ergenekon davasını nasıl yorumluyorsunuz?

Ben bu davanın Türkiye için bir dönüm noktası olduğunu düşünüyorum. Çünkü şimdiye kadar bu kadar açık ve şeffaf tahkikat yürütülmedi. Bunun neticesinde de insanlar hukukun egemen oldukları bir ülkede yaşadıkları neticesine varabilecekleri yolunda bir inanca geldi. Ben de onların içindeyim.

Hukuk devletine duyulan güveni mi artıracak?

Hukuk devletine olan güveni arttıracağı gibi, Türkiye'nin bir hukuk devleti olduğu noktasına belki gelinecek. Türkiye'nin buna çok ihtiyacı vardı. Ben özellikle bu yolda ülkemizin büyük adımlar atmakta olduğuna hep inandım. Çünkü TESEV'i (Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etütler Vakfı) kuralı 30 seneyi geçti. Bu mücadele gittikçe bir demokrasi arayışı bir şeffaf yönetim arayışı olarak da ifade edilebilir. Ben de bunu bir arayış ve hedefe yaklaşma olarak görüyorum. Onun için bu davanın da demokrasi yolunda büyük bir hizmette bulunmakta olduğuna inanıyorum.

30 sene öncesine gitsek... TESEV'i kurarken karşılaştığınız atmosferi düşündüğünüzde, o günün Türkiye'si ile Türkiye'yi Ergenekon davasına götüren fark ne?

Çok önemli farklar görüyorum. O zaman biz TESEV'i kurarken büyük bir endişeyle acaba Ankara'daki bürokrasi nasıl bakacak? diye endişelerimiz vardı ve bu endişe bizde uzun yıllar devam etti.

Bizim işlerimizi engel çıkarırlar diye mi düşündünüz?

Yalnız o değil. Yanlış anlaşılırız diye korkuyorduk. Çünkü Türkiye'nin kapalı zihniyetine tavır koymak olarak TESEV'i kurduğumuzu ilan etmiştik.

Kimler vardı kurucular arasında?

Rahmetli Nejat Eczacıbaşı, Feyyaz Berker ve Can Paker vardı.

Fikir sizden mi çıktı?

Evet. Nejat Eczacıbaşı beni çağırdı. Böyle bir fikrimiz olduğunu öğrenmiş. Kendisinin eski bir konferans heyeti olduğunu söyledi. 'Bu konferans heyetini canlandırmak istiyorum. Bize katkınız olur mu?' diye. Ben de bunu faydalı buldum. Kabul ettim ve Eczacıbaşı'yla beraber konferans heyetinin bir değişme sürecini yaşadık ve dediğimiz olayı birlikte başlattık.

Bir demokratikleşme paydası mıydı çıkış noktanız?

Çıkış noktamız demokrasi arayışı ve sivil bir yönetimin ihtiyacı. Şöyle bir perspektiften hareket etmiştim; 'Liberal bir ekonominin oluşabilmesi için liberal bir yönetim gerekiyor'. Demek, liberal yani çağdaş ekonomiye vara bilmek için, liberal bir yönetim; demokrasiye açık, insan haklarına saygılı bir Ankara yönetimini gerekli gördüm ve bunu dostlarımla tartışmaya başladım. O zamanlar daha yeni gelişiyordu. 80'li yıların başıydı ve bunun iş dünyasına olarak faydalarını dile getirdim. Birçok istihale geçirdik.

Ankara'da kime açtınız konuyu?

Ankara'da Özal'dan önce başlamıştık, o zaman Süleyman Demirel vardı.

Nasıl karşıladı?

O zaman henüz Demirel'in dikkatini çekecek kadar faal değildik Ankara'da. Daha çok İstanbul'daki örgütlenme ile yürüyorduk. Fakat duyuluyordu faaliyetlerimiz. Biraz TÜSİAD'ın dümen suyunda giderdik o zamanlar. TÜSİAD'ın ön planda olduğu zamandı ve TESEV bir farklı yol olarak göründü. Daha doğrusu biz onun öyle olmasını istedik.

Parayı TÜSİAD mı verdi?

Hayır, TÜSİAD hiçbir zaman para vermedi. Parayı bizler verdik.

Para konusu çok tartışıldı. 'Soros'un çocukları' gibi ağır ithamlar da oldu? Sizce bir hakikat payı var mı bu değerlendirmelerde?

Çok normal, çünkü Soros dediğimiz adamın 'Açık Toplum' olayına ne kadar destek verdiğini bütün dünya biliyor. Fakat Türkiye'de ismi çarpıtılarak ve kötü gösterilerek, kötü şöhrete ermesi yolunda bir çabalar sarf edildi. Benim George Soros denen insana büyük saygım ve sevgim var, bunu açık bir şekilde söylüyorum ve hiç çekinmiyorum. Çünkü saygıdeğer bir adam. Dünyanın liberal ekonomiye ve liberal düşünceye olması için dünyadaki saygın ülkelerin yönetimlerinin şeffaflaşması ve hesap verebilir hale gelmesi için çok çaba harcayan insan olarak ona saygı duydum. Soros'un Açık Toplum Enstitüsü (ATE) yoluyla bizlere maddi destek verdiğini her zaman açıkladık. Hiçbir zaman gizli saklı olmadı. Bizim sitemizde bu açıkça gösterildi: ATE'nin bizlere maddi destek verdiğini hiçbir zaman saklamadık. Bunu bangır bangır bağırdık. İnternet sitesinde ne kadar para aldığımızı ve nerelere harcadığımızı da detaylarıyla gösterdik. İsteyenler her zaman o sitelere girip görebilir halde yürüttük. Hatta geçen sene bununla yetinmeyip bir Açık Toplum Vakfı'nı (ATV) kurduk. Kurucular da, Can Paker, İshak Alaton ve Osman Tavaf. Yönetim Kurulu'na da Emekli Büyükelçi Murat Sungur ve Hakan Altunay'ı da aldık. Yani, biz ATV'yi kurarken de yine internet vasıtasıyla ilan ettik. Bundan daha açık, daha şeffaf ve yaptıklarından gurur duyan başka bir vakıf göremezsiniz.

Gürcistan'da, Ukrayna'da 'Kadife Devrimlere ismi karıştı Soros'un. 'Acaba Türkiye'de de İshak Alaton, Can Paker gibi saygın isimler üzerinden Soros yeni bir düzen mi tesis etmeye çalışıyor?' soruları gündeme geliyor.

Gündeme gelen bu sorulara biz de hak verdik ve dedik ki bizim yapmak istediğimiz şeffaf, açık ve hesap verebilir bir yönetim, yani demokrasiye hizmet. Hem TESEV, hem ATV olarak bizim hedefimiz bu. Ve bu mesajı verirken de daha önce kendimizden başladık. Biz şeffaf bir yönetim istedik ATV olarak. Aldığımız bağışlar, yaptığımız harcamalar, paraların nereye gittiğini, hangi yollardan harcandığı ve hangi etütlerin yapıldığı sitemizde de yer aldı.

TÜRKİYE'DE VESAYET FELSEFESİ HAKİM OLDU

TESEV'in başörtüsü, Kürt meselesi, sivilleşme anayasa gibi sivri uçlara dokunması mı bu alerjiyi artırıyor?

TESEV'in eleştirilen yönü şu oldu: Türkiye şu güne kadar tam demokratikleşemedi. Hep demokrasinin kenarında dolaştı, fakat demokrasiyi özümseyemedi. Bugün dahi Türk toplumu, tam manada demokrasinin neyi içerdiğini anlamış değil. Çünkü hiçbir zaman bunu yaşamadı. Türkiye'nin yönetimine daima bir vesayet felsefesi hâkim oldu. Daha iyi bilen bir yönetim, yani topluma hizmet etmeyi henüz hazmedememiş bir yönetim felsefesi daima egemen oldu. Türkiye'de 'Ben daha iyi bilirim, onun için toplumu güderim, toplumun güdülmeye ihtiyacı vardır' zihniyeti kaim oldu.

Darbelerin çıkış noktası da bu mu acaba?

Darbeler tamamen ayrı bir olay, çünkü muhtelif güç odaklarının karşı karşıya gelmesi neticesinde olmuş olaylardır. Fakat genel çizgide demokrasiyi özümseyememiş, yaşamamış bir toplumun sancılarıdır bunlar. Bu sancılara ilaç olabilir umuduyla bizler TESEV ve ATV olarak yola çıktık.

Bu perspektifte bu kadar çabalıyorsunuz, sivilleşmede bir sürü adım atılıyor. Daha 2 yıl önce Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kriz yaşandı. Sizin o dönemdeki demeçlerinizi dikkatle takip ettik. İlginç bir şekilde çok umutlu konuşuyordunuz. Öncelikle 27 Nisan e-muhtırasını İshak Alaton nasıl karşıladı?

Kabul etmek lazım ki bu gibi olayları biz er veya geç bir şekilde törpülüyoruz ve atlatıyoruz. Çünkü Türkiye'nin demokrasileşme yolunu engebelerle dolu olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu engebelerden biriydi ve bu da atlatıldı. Hani o günkü tutumuz daha önceki tutumundan hiç farklı olmadı. Her zaman daha açık bir toplum, daha şeffaf bir yönetim ve daha fazla demokratikleşme yolunda ortaya çıkan manileri atlatarak ve onları da topluma mal ederek yola davam etme felsefemizden ayrılmadık.

Demokrasi açısından doğru bir şey miydi? Türkiye'yi dışarıda zor durumda bırakmadı mı bildiri?

Muhakkak ki öyle oldu. Çünkü buna Türkiye'nin dostları, yurt dışındaki dostları da aynı şekilde bir reaksiyon gösterdi. İçeride de bu olumsuz olay bir şekilde atlatıldı çok şükür.

O dönemde size soranlar oldu mu 'ne oluyor' diye?

Tabii ki oldu. Çünkü o zamanlar biz de bunun atlatılması gereken bir engel olduğu hususunu açıkça ortaya koyduk.

Sonrasında kapatma davası geldi. Siz de 'Türkiye adına karamsar değilim, büyük bir heyecan duyuyorum' dediniz.

Her şeye rağmen.

Her şeye rağmen...

Evet öyle. Yani bu davalara rağmen diyorum ki doğru yoldayız. Çünkü er veya geç doğru yolu bulacağımıza inancım hiçbir zaman eksilmedi ve nitekim haklı çıktım.

Sizi çok iyimser bulunlar var mıydı?

Vardı. Ama ben kendimden emindim. Çünkü bunun netice almayacağını biliyordum, yani bu yapılan adımların demokrasiyi sekteye uğratmak isteyen hareketlerin başarısız olacağını daha önceden biliyordum.

ESKİ DARBELER ARTIK YAŞANMAZ

Türkiye'de darbeler dönemi bu anlamda kapanmıştır diyebiliyor musunuz?

Dikkat edersek artık darbelerin de kendine göre yumuşamış hallerini yaşıyoruz. Post modern vs. Evet, artık eskiden alışmış olduğumuz sert darbelerin yaşanamayacağı hususunda hepimiz hemfikiriz artık. Yaşanamayacağı için alternatifler aranıyor. Alternatifler her zaman yarım tedbir olarak kalıyor ve toplum üstesinden de geliyor. Bunu görmemiz lazım. Hiç ümidimi kaybetmedim.

Anayasa değişikliği tartışılıyor. Sizin görüşünüz nedir?

Çok açık olarak bir politikamız var TESEV olarak. 'Anayasanın yeniden ele alınması lazım' diyoruz ve bunun için çok açık ve aktif bir çalışmamız var. Yeni Anayasanın tesisi, hazırlanması ve halkoyuna sunulabilmesi için çok aktif bir programımız var. Bunu da ortaya koyduk. Her zaman da şunu söyledik: Artık 1982 Anayasasıyla yola devam edemeyiz. Bugünkü şartlarda demokratik bir ülkeye yakışmayacak bir Anayasa.

Bu elbise dar geliyor bize...

Yalnız dar geliyor değil, aynı zamanda da 'Arkaik' kelimesini çok rahat kullanmak lazım. Arkaik, yani geride, antikte kalmış. Artık geçerliliği olamayacak kadar eskide kalmış bir anayasa ile hâlâ kör topal yönetilmeye çalışılan bir toplum haline geldik. Artık yeter diyoruz, yani artık çağdaş, insan haklarına saygılı bir anayasaya ihtiyacımız olduğunu bangır bangır bağırıyoruz.

Hükümetin bir girişimi var. Bir TÜSİAD ve TESEV üyesi olarak nasıl bir tavsiyeniz olur? Hükümet nasıl bir yol izlemeli ki bu kez Anaysa değişikliği akim kalmasın?

Anayasa değişikliği çalışmalarının her seferinde yarım kaldığı doğrudur. Bunun esas sebebi hükümetin kendine olan güveninin az oluşudur bana sorarsanız. Bugünkü yönetimin kendine güveni azalmıştır. 2003'te yola yeni çıktığı zaman eğer hızlı bir şekilde ve kendine güvenerek yeni bir anayasanın çalışmalarına girişmiş olsaydı, buna gereken önemi vermiş olsaydı yeni bir anayasaya çoktan sahip olmuştuk. Ama zamana yayıldığı için zaman içinde eritilerek bir neticeye varılmak istendiği için o neticeye varılamıyor. Çünkü zamanla insanlar yoruluyor. Fikirler yoruluyor. İnsanların heyecanı tavsıyor, azalıyor ve sonra bir yerde de tıkanıyor ve eskiye dönülüyor.

Statükonun payı yok mu hiç bu tabloda?

Elbette. Türk toplumunda statükoda yaşama hissi her zaman egemen oldu. Yani toplumda statüko şartları içinde yaşama neredeyse ihtiyaç haline geldi. Değişikliği endişeyle, korkuyla karşılayan bir toplum haline getirildik. Bunun da sebebi demokrasiye olan uzaklığımızdır. Demokrasiye güvenmeme, daha doğrusu demokrasiden korkma...

Hükümet ne yapmalı bu durumda?

Yeni Anayasa için daha cesur olmalı tabii. Çünkü hükümet o yetkiyi, o vekaleti halktan almış. Hükümet anayasayı değiştirecek. Hazırlayacak, önce Meclis'ten geçirecek, sonra gerekirse referanduma sunulacak.

Muhalefetle mutabakat arayışı var. Ancak CHP'nin peşinen 'hayır' diyeceği konuşuluyor ...

Bakın MHP bile bunun gerekli olduğu sinyallerini veriyor, fakat diğer muhalefet partisinin her zaman bir 'biz istemezük' duruşu olmuştur ki Türkiye'de statükonun devamı sanki onun için değişmez bir kuraldır.

CHP DESPOT BİR PARTİ

Çok ağır ifadeler kullanıyorsunuz CHP için, 'despot bir parti' diyorsunuz.

Evet, onu da söylüyorum. Çünkü değişimi göze alamıyorlar. Her zaman yukarıdan emirle yönetilen bir Türkiye'nin özlemini çeken bir felsefenin ürünüdür bugünkü muhalefetimiz.

Oradaki dostlarınız 'İshak Bey biraz ağır oluyor' demiyor mu size?

Diyorlar. Ama ben bunu normal karşılıyorum. Çünkü 'dost acı söyler' diyorum. Benim de cevabım bu oluyor. Türkiye'nin hızlı bir değişime ihtiyacı var. Bu değişimi temin etmek için sivil toplum elinden geleni yapıyor. Bu değişime heyecan katmak için biz sivil toplum olarak destek veriyoruz. Ne çare ki siyaset kurumu bizim kadar cesur davranamıyor. Vekâlet verdiğimiz insanlar, yönetim ve tabii bunun içinde muhalefet bizim kadar cesur davranamıyor. Demokratikleşme için bir bedel ödenecekse hepimiz bu bedeli ödemeye hazırız. Bunu da söylüyoruz, ama ne çare Ankara'da aynı cesaret ve heyecanı göremiyoruz.

Bir anlamda siz hükümetin uzlaşma çabalarını takdirle karşılıyorsunuz, ama muhalefet, CHP buna 'hayır' dese bile yeni Anayasa'nın Meclis'ten geçirilip halkın önüne getirilmesi gerektiğini düşünüyorsunuz.

Yüzde 100. Bunun için de raporlar hazırlıyoruz, ilan ediyoruz konferanslar organize ediyoruz. Bunun için Millet Meclisi'ndeki dostlarımıza gereken telkinlerde bulunuyoruz, fikirlerimizi veriyoruz. Aynı cesareti onlarda da görmeyi arzu ediyoruz.

Burada topyekûn bir değişikliği mi öngörüyorsunuz TESEV ve iş dünyası olarak? Yoksa parçalar halinde bazı maddeler üzerinde mi? Sizce hangisi daha faydalı olur?

Bu tartışılabilir. Teknik bir tartışmadır. Her halükarda değişikliğin kaçınılmaz olduğunu herkes biliyor. Ankara da bunu biliyor ama ipe un seriyor ve ileriye bırakıyor. Bu iş kangrenleşiyor, kokuşuyor ve neticeye varamamanın sıkıntısını toplum çekiyor.

Burada Sayın Erdoğan'ın rolünü nasıl görüyorsunuz? Çünkü o da aslında siyasette cesaretiyle, liderlik özellikleriyle bugünlere gelen bir isim...

Ama onu da kabul etmek lazım ki sayın başbakanımız da gerçeklerin idrakinde bir insan olarak limitlerini, hudutlarını biliyor. Daha fazla rahatsızlığa sebebiyet vermemek için ve sivrileşmemek için elinden geleni yapıyor. Bunu da anlayışla karşılamak lazım. Aslında böyle bir değişimin muhalefetin desteği ile yapılması çok şayanı tercih olurdu ve doğrusu da bu olurdu. Çünkü bu muhalefetin çıkarı yolundadır. Her şeye hayır demek eşittir muhalefet diye bir ön yargı var Türkiye'de. Bu da Türkiye'yi yarım bırakan esas amillerden biridir.

Kabinede yapılan değişiklikleri nasıl buluyorsunuz?

Faydalı birçok değişimin yapıldığını görüyorum. Çünkü yerinde yorulmuş olan insanların yerini yeni ve heyecanlı insanlar aldı. Böyle bir yeni bir atılımın ortaya konulması çok faydalar getirecek. Ayrıca dünyanın bütün yönetimlerinde aynı şey yaşanıyor. Bir müddet sonra daha yeni fikirlere açık, yeni insanlar görevi devralıyor. Yani bir bakanın kendi yerinde uzun yıllar kaldığı görülen bir olay değil. Dünyanın bütün demokratik ülkelerinde hızlı bir değişim vardır.

Ali Babacan yeniden ekonominin başına geçti.

O da çok faydalı. Çünkü Babacan'ın hem ekonomide tecrübesi var hem gençliğin verdiği heyecan var. Bir de yapma azmi var. Tüm bunları yan yana koyduğunuz zaman muhakkak ki çok iyi neticeler alacak bir beklentim var Babacan'dan.

Sayın başbakanı, hükümeti krizi yönetme konusunda başarılı buluyor musunuz?

Şimdi bir şeyi kabul etmemiz lazım. Bir defa Amerika'nın ve ya Avrupa'nın yaşamakta olduğu derin krizi Türkiye yaşamadı ve bu kadar hafif atlatmasının gerisinde Türkiye'nin iki büyük talihliliği oldu. Biri gayrimenkul piyasasında mortgage denilen sistem henüz oturmamıştı. Oturmadığı için de bankalar gayrimenkule her hangi bir krediyi tanımamışlardı. Toksik (zehirli) varlıklar, gereksiz şekilde şişirilmiş kıymetler yoktu. Tüm bunlar bizde olmayan hatalardı. Bir defa mortgage sisteminin olmaması Türkiye'yi kurtaran en önemli faktörlerden biridir bence.

İlk defa bir sisteme geç girmenin faydasını gördük.

Bravo. İkincisi, daha da önemlisi bankacılık sistemi 2001 krizinden öyle bir dayak yemişti ki o günden sonra hızlı bir rehabilitasyondan geçti sektör. Bankalar zaten krize hazırdı. Rezervleri yerindeydi. Gerekli tedbirleri alabilecek durumdaydılar ve nitekim öyle oldu. Dikkat ettiyseniz hiçbir Türk bankası büyük bir sıkıntıya girmedi ve hiç biri de batmadı. Bu dünyada nadir görülen bir olaydır.

İzlanda'daki bankaların batmasıyla tüm ülke battı. Türkiye'de hiçbir banka batmadı ve ülke maşallah yoluna devam etti.

Ama kredi verilmiyor...

Ama bir defa teşhis koyalım. Şimdi gelelim bugünkü şartlarda bankalar kredi vermiyor. Neden? Çünkü çok temkinli davranmak istiyorlar. Zamanın geçmesini istiyorlar.

Kendileri açısından haklılar değil mi?

Kendileri açısından bir nebze haklılar, ancak çok haklılar diyemeyeceğim. Çünkü ekonomi durmuyor, çarklar dönüyor. Yalnız daha yavaş gidiyor. Bu arada tabii çok önemli bir faktör oluyor. Ekonomi hızlanamadığı için ekonomi normale dönmediği için hızlı bir şekilde işsizlik artıyor. İşsizliğin artmış olması birçok aileyi tedirgin ediyor. Bana her gün yüzlerce iş talebi geliyor çevremden.

Üstelik çok iyi diplomalarla değil mi?

Muhteşem kıymette insanlar bana işsiz olduklarını söyleyerek müracaat ediyorlar ve ben ne yapacağımı şaşırmış durumdayım. Bunlara çare bulamamanın büyük bir sıkıntısını ve üzüntüsünü hissediyorum.

Çareler üretilmeli diyorsunuz.

Çareler üretmek için öncelikle bankaların hızlı bir şekilde kredi meselesini ele almaları lazım. Ancak kredi vermeye başlarlarsa, yatırımlar tekrar başlayacak, o işsizlere yavaş da olsa iş imkânı sağlanacak.

Hükümet köprü görevi üstenebilir mi?

Hükümetin burada fazla rolü olamaz. Buradaki rolü sadece dengeleyici ve dengeleri yakından takip edici olabilir. Sanayicinin bankalarla daha iyi diyalog kurması da önemli. Aynı zamanda krediyi geri ödeyeceğine dair bir güveni tesis etmesi de lazım.

Bankaların biraz daha esnek olması gerekmez mi?

Esnek olmaya çalışıyorlar, biz bunu kendi işimizde de görüyoruz. Mesela Meram bölgesi elektrik dağıtım işini biz aldık. Krizden önce kredi verecek olan bankalar kuyruktaydı, kriz geldi ve durdu. Şimdi yavaş yavaş harekete geçiyor ve biz de bu yavaş hareket eden finansal atmosferin içinde yolumuzu bulmaya çalışıyoruz.

Dünya krizi olduğu için hükümetin elinde çok fazla enstrüman olmadığını mı düşünüyorsunuz?

Küresel bir kriz olduğu net, ama Türkiye'nin krizden çıkabilmesi için alabileceği çok daha büyük bir tedbir var, o da bir an önce IMF ile anlaşmak. Anlaşmanın imzalanması piyasaları çok rahatlatacaktır. Anlaşma yapılmadığı müddetçe Türkiye'nin ekonomisi sanki askıda duruyor. Bu belirsizlik her şeye rağmen bugünkü dengeleri çok bozmuyor. İşte Türkiye'nin ekonomisi sağlıklı ve sağlam. Ama bu işsizliğin hallini hızlı bir şekilde öngörmek istiyor isek, bir şekilde yatırımlara tekrar başlamış olduğumuzu ispat etmemiz lazım. Bunu yapabilmek için de IMF ile anlaşmalıyız.

Bu sigorta mı olacak?

Sadece sigorta değil, aynı zamanda bir mesaj olacak. Yani, 'Artık işler normale dönüyor, tekrar yatırımlara başlayabiliriz.' Sinyalini vermiş olacağız. IMF ile anlaşma yapılmadığı müddetçe Türkiye kendi başına hareket eden bir uydu. Dünya ekonomisi içinde yörüngesi tam belli olmayan bir uydu olarak kalmaya mahkûm. Bu yüzden yatırımlar harekete geçemeyecek. Hem mevcut yatırımlar düşük bir kapasiteyle çalışmaya devam edecek, hem de yeni yatırımlara pek çok kişinin cesareti olmayacak. Yani cesaret eden insanların sayısı az olacak.

KRİZ ALARKO'YU TEĞET GEÇTİ

Peki, kriz grup olarak sizi nasıl etkiledi? Sizi teğet geçti mi?

Evet. Bizi fevkalade az etkiledi. Mesela hiçbir şirketimizden işçi çıkarmadık. Buna gerek görmedik, çünkü işlerimiz eskisi gibi devam etti. Ama bazı şirketlerimizde hacim düşüşü yaşadık. Tedbir aldık, fiyatlarımızı biraz düşürdük, kârlılığımızı düşürmeyi göze aldık, ama cirolarımızı çok düşürmeyi göze alamadık. Onun için cirolarımız program gereği devam etti, sadece neticede daha az kârla yetinmeyi öğrendik.

Maaşlarda kesinti yapan şirketler oldu...

Biz bu yola da başvurmadık. Maaşın bir kısmını ödeme yoluna da gitmedik. Eskisi gibi, her ayın sonunda maaşlarımız tam ve eksiksiz ödendi. Hatta bu sene ufak da olsa bir zam yaptık. Bir şey daha söyleyebilirim. Piyasadaki şirketlerin çoğunun yaptığının aksine, Alarko Holding olarak bu sene yatırım yaptık ve hatta temettü (kâr payı) bile dağıttık hissedarlarımıza.

İlginç. İşçi çıkaran zenginlerin yalı aldığını görüyoruz. Zengin olmak ile itibarı ayırıyor olmalısınız.

Bu mevzuda ben felsefi olarak çok uzun bir gelişme yaşadım ve daha yaşım 40'a gelmeden paranın çok kısıtlı rolü olduğuna inandım. Yani, para sahibi olmanın pek de önemli olmadığı neticesine vardım. Bir miktar paraya sahip olduktan sonra daha fazla paranın mutluluğa çok fazla katkısı olmadığı neticesine vardım. Paranın ötesinde arayışlarım oldu. O da nedir diye kendime sorduğum zaman itibar, saygınlık olduğumu düşündüm. 'Saygın bir ömür, zengin bir hayata tercih edilir' diye düşündüm. 'Belki şirket olarak veya aile olarak çok da zengin olmayacağız, ama saygın olacağız.' dedim. Türkiye'deki şartlarda dahi saygınlığın her şeyin ötesinde olduğu neticesine vardık. Onun için Alarko'da çalışanlardan da aynı şeyi bekledik.

FORBES'İN KAPAĞINDA GÜZEL OLABİLİR, AMA BUNUN İÇİN HİÇ UĞRAŞMADIM

Forbes'in kapağında olmak güzel bir şey, değil mi?

Güzel bir şey olabilir, ama bedeli çoksa o zaman olmak güzel bir şey değil. Ama Forbes mecmuasının kapağında olmaktansa, ismi söylendiğinde 'güvenilir' biri denilmesi çok daha önemli. O yüzden piyasada saygın bir şirket olarak biliniriz. Çünkü biz buna önem veririz. Çok zengin olmak için çok zaman harcamadım. Paranın sadece iki rolü olduğunu düşündüm; birincisi alışveriş aracı. Yani, bir şeyler almak için, ihtiyaçlarını karşılayacak ürünleri almak için. İkincisi, bir miktar parayı kenara koy ve yaşlı günlerinde güven hissini tatmin edersin. Yaşlı günlerinde seni tatmin edecek paradan fazlasının hiçbir fonksiyonu yok, hatta yük oluyor sana. 'Zararı var, faydası yok.' neticesine vardım ben. Neden? Çünkü çok para yönetmenin de kendine göre dertleri var.

Alarko Holding Yönetim Kurulu Başkanı İshak Alaton, gösterişten uzak durmaya özen gösteriyor. İki arabası var. 20 yaşındaki Lincoln ve 41 yaşındaki Mercedes 280S. İkinci arabanın yeri farklı. Bunu şu sözleri ele veriyor: "41 senedir gözüm gibi bakarım. Hafta sonları gezmeye götürürüm. Sadık, güvenilir dost... 41 kere maşaallah!"

Geride ne bırakacaksınız miras olarak?

Neyim var ki? 2 arabam var, biri 1968 model Mercedes 280S, diğeri de 20 senelik Lincoln. En yeni arabam 20 seneliktir.

Niye değiştirmiyorsunuz?

Yürüyor, çalışıyor. Bugünkü arabamın 4 tekerleği var, bundan sonra alacağım arabanın da 4 tekerleği olacak. Ne farkı var? Çocuklarımın da merakı yok. Onlara hep paranın önemsiz bir meta olduğu yolunda daima telkinde bulundum ve zannediyorum başarılı oldum. Çocuklarımla gurur duyuyorum, yani Leyla olsun, Vedat olsun, gurur duyduğum iki insan. Paraya çok tamah etmeyen, zenginliğin önemli olmadığına inanan ve iyi insan olmanın önemini kavramış evlatlarım.

Yahya Efendi Mezarlığı'na komşu olmak huzur verici

Dünyanın fani olması...

Yahya Efendi mezarlığına bitişiktir benim evim.

Bilerek mi oradan aldınız?

Evet. Bilerek aldım, çünkü mezarlığın yanında yaşamanın huzur verici olduğunu düşünürüm. Çünkü her zaman insanın aklında fani olma olayı bulunduğu için yaşama daha heyecanla ve daha sevgiyle bakıyor. Nasıl olsa faniyiz, nasıl olsa geçiciyiz. Bunun bilincinde olan insan daha farklı yaşar. Fakat bir şey daha var: Sıfırdan başlamış bir insanım. Çok şartlarda, üniversiteye gidemeyecek kadar maddi imkânları kısıtlı bir aileden geldim. Kaynak işçiliği ile hayata atılmışım-bunu söylemekten hiçbir zaman utanmadım-İsveç'e gidip kaynakçılık yapmış, orada dünyaya açılmış, dünyanın insanlarını tanışmış, özellikle İsveç'in sosyal demokrat yönünü tanımış, sosyal yönetime inanmış bir insanım. Hayat felsefesi ona uygun oluyor. Fransızca'da çok güzel bir deyim var; 'Para, çok iyi bir hizmetkâr, çok kötü bir efendidir.'

VARLIK VERGİSİ'NDE SADECE ANNEMİN KEMANINI KURTARABİLDİK

Aslında sıfırdan değil, eksiden başlamış bir işadamısınız... O günlerle ilgili bir hatıranız var mı?

Var. Varlık vergisi sıkıntısının zamanla benim için çok büyük bir şans olduğunun neticesine vardım.

Galiba her şeyi satmışsınız?

Evet, satıldı her şey. Bir tek kemanı kurtarabildik.

Kime aitti?

Anneme aitti. Satılmadı, komşuya kaçırıldı. Varlık Vergisi için memurların hacize geleceğini öğrenen annem bir tek kemanını kurtarabildi. Sonra komşu bir müddet sonra iade etti. O kemanı da ablam aldı. Varlık vergisi benim için bir şans oldu; şimdi bunu söyleyince belki insanlar zor anlayacak. Sıfırdan başlamanın benim için büyük bir heyecan vesilesi olduğu kanaatine vardım. Kaybedecek hiçbir şeyi olmayan insanın valizini alıp İsveç'e gitmesi için sıfırdan başlaması lazım. Yoksa burada babamın yanında bir tüccar olacaktım.

Babanız, Cumhuriyet'in ilk yıllarında çok aktif rol almış...

Atatürk'ün hayranı, onu görmek için Cuma günleri Çubuk Barajı'na gider. Çünkü kendisi Ankaralıydı. O zamanlar Cuma günleri tatildi. Sırf Atatürk'ü görmek, onunla 1-2 saat aynı ortamı paylaşmak için dediğim baraja giderdi. Sonra Halk Parti üyesi oldu. Sonra partizan oldu. Sonra partinin Şişli Halk Evi gençlerine meccanen (bedava) Fransızca dersleri verirdi. İdealist bir adamdı, devletin tokadını yiyince bir daha kendine gelemedi. Bir sene Erzurum Aşkale'de kaldı. Döndüğünde saçları bembeyazdı, onu tanıyamadım. Çok ihtiyarlamıştı. 41 yaşında ihtiyardı. Devletine küstü ve bir daha kendine gelemedi. Bu onun felaketiydi, ama benim başlangıcıydı. Ben durumu kendi lehime çevirdim, 'Ne mutlu bana ki sıfırdan başladım' dedim hep kendi kendime.

O gün yapılanlar bir hataydı. Devletin özür dilemesini beklediniz mi hiç?

Bir ara bunun özürle halledilebileceğini düşündüm. Yani birileri çıkıp o günün devletinin hata yaptı diyebilirdi. Kimse de kalkıp tazminat istemeyecekti. Bunu devlet yapabilirdi. Ama nedense devlet katında bu anlayış yok. Ben şuna inanırım: Bir insan hata yapabilir ve hatasını kabul ederek özür dilemesi onu yüceltir. Ama Ankara yönetimi hiçbir zaman buna inanmadı, bunu anlamadı. Hâlbuki ben derdim ki, bu gibi geçmişte kalmış hatalar ve ya olumsuzluklar devlet nezdinde özür dilenir ve özür dileyen devlet de olsa yücelir. Saygınlığı artar. Yapılan hataların inkâr edilmesinin yanlış olduğunu her zaman söylerim. Hala bugün yönetim geçmişin hatalarını ört bas etmek, unutturmak için elinden geleni yapıyor ve ben bunu anlamıyorum. Neden?

Kürt meselesi ile ilgili Sayın Cumhurbaşkanı ve Sayın Başbakan 'iyi şeyler olacak' diyorlar. Bu konuda çözüme yaklaştığımıza inanıyor musunuz?

Hızlı bir değişim olduğunu görüyorum ve bundan mutluluk duyuyorum. Bundan önceki çabalarımızın ne kadar önemli olduğunu daha iyi anlıyorum. Çünkü 25 yıl önce Diyarbakır'a gittim. TESEV olarak Güney Doğu'nun kalkınması ile ilgili bir seminer yaptık. Orada Diyarbakır'ın varoşlarını dolaştım, çaresiz, yılgın insanlarıyla bir araya geldim, onlarla iletişim kurmaya çalıştım. Bugün atılan adımlar doğru yolda olduğumuzu gösteriyor. Bugün Doğu'ya çare bulma yoluna çok yaklaşıyoruz, aynı zamanda Güney Doğu'ya, Kuzey Irak'taki Kürdistan'ı da içine alacak bir yol izlemek lazım. Bölünme korkusu yaşamamak lazım. Çünkü bu korkuyu yaşayacak hiçbir sebep yok. Böyle bir korkunun yaşanması hüzün verici. Bu kadar kuvvetli ordusu olan bir ülkenin böyle bir korkuyu yaşaması biraz utanç verici. Her halde gerilimi sürekli ayakta tutarak bu gerilimden istifade etmeyi düşünen odakların olma ihtimalini yüksek görüyorum.

G.Doğu'da kuyular kazılıyor. Çıkan kemikler var. Tutuklanan muvazzaf askerler var bu çerçevede.

Çok faydalı olduğunu düşünüyorum, gerçeklerin ortaya çıkarılmasında bu adımları çok olumlu buluyorum. Çünkü geçmişte hatalar yapılmışsa ve bu hatalar ortaya çıkararak ileride aynı hataların tekrarlanmaması yolunda tedbirler alınıyorsa bu sadece Türkiye'nin çıkarına uygundur. Ülkenin demokratikleşmesi, kendi içerisinde barışı geliştirmesi yolunda önemli adımlardır.

Kendinizi, 'Demokrasinin amigosu' olarak tanımlıyorsunuz?

Biraz öyle. Demokrasiye inanmış, faydalarını bilen, demokratik bir İsveç'i yaşamış, liberal sosyal demokrasiyi destekleyen biriyim.

Sanki tribünlerde 'amigo'nun tezahüratlarına eşlik edenlerin sayısı artıyor mu?

Bence çok artıyor ve bu yolda çabalayan insanların çevresi tarafından saygın insan olarak görüldüğüne inanıyorum ve benim şahsi saygınlığıma bu da katkıda bulunuyor diye bir inancım var.

1960'larda fabrikada duvarları boyamışsınız, hatta kafeterya açmışsınız. Sonra polis basmış.

Komünist dediler. Sendikanın ihbar ettiği sonradan ortaya çıktı. Sendika başkanı sonra bir gün bunu bana itiraf etti. 'Ben sizi ihbar ettim' dedi. Nedenini sordum, 'İşçileri o kadar memnun ediyorsunuz ki bize iş kalmıyor.' dedi. Bunu bana açık söyleyebileceğini ifade ettim. Sendikacılığa inandığımı söyledim. Sendikacılık da çok değişti. Bugün sendikacılık bir yerde zayıfladı fakat diğer taraftan da akıllandı. O günkü sendikacılık kavga platformu arayan bir faaliyetti. O da o günün felsefesinden kaynaklanıyordu; ille de sermaye ile emek kavga halinde olmalılar diye bir inanç vardı. Ama zamanla bunun yanlış olduğunu anlattım, hatta bu hususta yazılarım da var; 'Sermaye ile emek el ele verince her iki taraf zenginleşiyor.' dedim.

Türkiye'ye çok zaman kaybettirdi bu kavga...

50-60'lı yıllar hep bununla geçti.

68 kuşağını nereye koyuyorsunuz bu anlamda?

68 kuşağı kırılma noktasıydı ve olmalıydı. Avrupa'da da bu yaşandı. Bu noktadan sonra akıllanma devresine girdik.

Peki, kriz döneminde Marks'a atıfta bulunarak ilginç bir çıkış yaptınız. Alaton Marksist mi?

Evet, ben kendim kaç kere Marxist liberal olduğumu ifade ettim. Daha doğrusu liberal Marxistim. Neden? Yalnız bir farkımız var, Marx üretim araçlarının yarı tarif edilmemiş bir kitlenin elinde olmasını, sermayedarın elinde olmamasını söylüyor. Devletin elinde oldu işte. Rusya örneğinde gördük. Olmadı işte, korkunç yolsuz ve hesap verme lüzumu duymayan ve kendi içinde çürümüş yönetimdi. Sovyetler'in yıkılmasının ana sebebi de baştaki güruhun kendi içindeki çürüklüğü oldu. Kendi içinde çöktü.

Siz konuştukça gruptan yöneticiler bunları konuşmasaydınız gibi tepkiler alıyor musunuz?

Aslında bunu yaşıyorum, şirket kurulduğundan beri yaşıyorum. Çünkü bir tarafta fazla konuşmaması gereken bir şirket yönetimi var, diğer tarafta fikirlerini açıkça söyleyen yönetim kurulu başkanı koltuğunda bir adam var. Bu kendi içinde korkunç bir çelişki ve bu çelişkiyi hayatım boyunca halledemedim. Tabii, önemli bir şey yaşadım; bir kitapta okumuştum, 2000 yıl önce yaşamış bir filozof var Seneca diye. Seneca diyor ki, 'Bir toplum içinde toplumun faydası yolunda fikir üretebilen insan bu fikrini açıklamıyorsa bu insan ya tembeldir, ya bencildir ya da korkaktır. Bir toplumun içinde saygın olmak isteyen insan, fikirlerini açıkça ortaya koyabilme cesaretine sahip olmalıdır.' Ben de hep buna inandım. Eğer fikrim varsa ve toplumun çıkarı doğrultusunda ise o zaman bu fikri şahsen zarar görsem de söylemem lazım. Bu sorumluluğu ben her zaman duydum ve çoğu zaman bu fikir söyleme olayı şirketimin lehine olmadı, şirketimin aleyhine olan birçok olay yaşadım. Bunu her zaman yaşamaya devam ediyorum.

Türkiye'deki laik-anti laik, Sünni-alevi ayrımları için ne düşünüyorsunuz?

Hepsi hızlı bir şekilde törpüleniyor, yumuşuyor. Şimdiye kadar bu ayrımların faydasına inanmış bir sistemde yaşadık. Ancak bunun zamanının geçtiğine insanlar farkına vardı. Bunu törpülemek için köprüler kurmaya başladılar. Her zaman söylerim: Duvar inşa etmektense köprüler kuralım. Duvarları yıkalım.

DEMOKRATİK BİR ÜLKEDE BAŞÖRTÜSÜNE KARIŞAMAZSIN

Türkiye'de bir çok yasak var, bunlardan biri de baş örtüsü yasağı. Siz bu yasağı nasıl izah ediyorsunuz?

Bu yasaklardan biri sadece. Artık gittikçe marjinalleşen, önemi azalan ve bir gün öneminin tamamen ortadan kalkacak bir olay olarak görüyorum. Demokrasinin gereğidir. İnsanların istedikleri gibi yaşama hakları vardır. Kılık kıyafet de bu yaşama hakkına girer. Buna karıştığın zaman demokratikleşmeden uzaklaşıyorsun. Başörtüsü konusunda da müdahale hakkın yok.

Taraf gazetesinin varlığını önemsediğinizi söylüyorsunuz...

Her zaman söyledim ve buna devam da ediyorum. Yabancı dostlarım beni ziyaret ettikleri zaman, fırsat buldukça Taraf gazetesinin Türkiye'ye çok önemli hizmette bulunmakta olduğunu açık bir şekilde ifade ediyorum. Türkiye'nin demokratikleşmesi, şeffaf ve saygın bir ülke olma yolundaki arayışına Taraf önemli katkı sağlıyor.

Mali açıdan sıkıntı yaşadılar.

Onu hallettiler. Hallettiklerini büyük bir mutluluk içerisinde duydum. Ben değil, başka iş adamları gazetenin maddi imkânlarını desteklediklerini bana ifade ettiler. Özellikle memnun oldum. İlan bakımından da çok büyük bir sıkıntı çekmediklerini söyleyebiliriz. İlan veren bir grup olmadığımız için bir yaklaşımımız olmadı. Biz sadece Alarko Carrier'in kedili reklamını veriyoruz.

İlan verirken ayırım yapar mısınız şu kanala versek ve ya şuna vermesek diye?

Bir defa benim bir rolüm yok. Çünkü 15 seneden beri fiili olarak yönetimden çekilmişim. Ama Holdingin hiçbir şirketin hiçbir kararında etkili değilim. Holding'in YKB sıfatını taşımaktan öte bir sorumluluğum da yok, yetkim de yok. Çünkü 17 yıl önce bir makale yayımladım bizim kurum içi gazetede. Başlığı da 'Lüzumsuz olabilmek'ti. Böyle deyişimin gerisinde günlük sorunlardan ayrılmak isteyişim vardı. Yani, yönetimin günlük sorumlulukları benim için önemli olmaktan çıktı, çünkü 'Yerime benden daha iyi görev yapan profesyoneller şirkette yetişti' dedim. Bu profesyonellere gözü kapalı inandığımı ifade ettim. Onların kararlarına saygı duyuyorum, onlara destek vermek benim için yeterli oluyor. Karar alma mekanizması içinde bulunmak istemediğimi ifade eden yazı yazdım. Bunun faydalarını dile getirdim; yani insan bir yaşa gelince yerini gençlere devretmeli ve kendisi 'akil insan' rolünde biraz geride kalmanın mutluluğunu yaşamalı. Ben bugün o mutluluğu yaşıyorum.

Bir pişmanlık yok, değil mi?

Katiyen. En ufak bir pişmanlığım olmadığı gibi kararımın benim hayatıma büyük katkısı olduğuna inanıyorum. Bunun bir neticesi olarak da kalan zamanımı toplumun arayışlarına yön vermede kullanıyorum. Böyle olmasaydı, TESEV'e vakit ayıramayacaktım, ATV'yi kuramayacaktım. Gelen yabancı misafirleri hüsnü kabul buyurup gereken mesajları veremeyecektim ve ya onları tatmin edecek platformlar bulamayacaktım. Hâlbuki bugün bütün bunları yapabiliyorum. Hem vaktim var, hem de bu mesajları verebilmek için bir birikime de devamlı sahip oluyorum. Yeni şeyler öğreniyorum ve yaşıyorum, çok okuyorum, çok şey hazmediyorum, çok şey üretiyorum.

Bugünler ne okuyorsunuz?

George Friedman'ın 'Yüzyıl sonra dünya nasıl olacak?' adlı kitabını okuyorum.

Friedman için çok fütürist olmuş dediler.

Fütürist de denilebilir.

Türkiye'yi yeni dünyada merkeze yerleştirdiğini görüyoruz. Katılıyor musunuz?

Bunu ancak gelecek gösterir. Bugünden söylemek mümkün değil. Ama enteresan fikirleri var. Friedman, gelecek yüzyılı tahayyül ederken Türkiye'ye çok önemli bir rol biçiyor. Türkiye'yi dünyanın ilk 10 kuvveti içinde olacak ülke olarak görüyor. Muhtemelen haklı. Türkiye zaten şu anda 16. 10. olmamak için de hiçbir sebep yok. Jeopolitik konumu itibarıyla çok önemli bir ülke. Orta Doğu'ya hâkim ve orayla Avrupa arasında köprü. Bunun yanında Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra ortaya çıkan birçok ülkeye ağabey. Tüm bunlara baktığınızda lider bir Türkiye görüyorsunuz ve gurur duyuyorsunuz. Böyle bir Türkiye gurur verici. Yeter ki, yönetim biraz daha saygın olsun. Yönetimin saygınlığa önem vermeyişi kötü. Saygınlık arayışında eskisiyle hesaplaşma çok önemli bir yer tutuyor. Yönetimin eskiden kalma hataları gözden geçirmesi, analiz etmesi, onlardan ders alması ve gerektiğinde de özür dilemesi ve özür dileyerek de saygınlığını artırması çok önemli.

Ermenistan'la şu andaki ilişkiler?

Bu da aynı söylediklerimin içinde yer alıyor.

Doğru adımlar mı atılıyor?

Muhakkak ki doğru adımlar atılıyor. Gecikmiş adımlar olarak görüyorum, 30 yıl önce atılması gereken adımlardır. Bu adımlar eğer atılabilmiş olsaydı, 40 bin kişi Yukarı Karabağ'da ölmezdi. Benim inancım budur ki, eğer Türkiye ağırlığını koyup da bir çare bulmuş olsaydı kangren olmuş olaya, Karabağ Savaşı yaşanmayacaktı ve o kadar insan da ölmeyecekti. O savaş bir ezikliğin oluşturduğu olaydır. Yukarı Karabağ savaşını başlatan, Ermenistan'ın içindeki eziklik hissinin dışa vurumudur. Başka bir şey değildir. Çaresiz, her taraftan kuşatılmış bir yönetim köşeye sıkışmış bir kedi gibi. Olmayacak bir yere saldırdı ve bir savaş çıkardı. Hâlbuki Türkiye, Ermenistan ile dostluğu geliştirseydi, böyle bir savaşa girmeye bir sebep yoktu.

Tarihi geriye sarma imkânına sahip olsaydık, Y. Karabağ savaşının çok gereksiz bir kan dökümünden başka bir şey olmadığını görürdük.

Türkiye, sanki çözümde katalizatör rolü üsteleniyor gibi duruyor?

Üsteleniyor ama gecikti. 30 sene önce bunu yapabilirdi. 70-80'li yıllarda buna önayak olabilirdik, dostluğumuzu gösterebilirdik ve savaşa gerek kalmazdı.

Obama, 24 Nisanda soykırım kelimesi kullanmadı...

Buna gerek yok; her yıl aynı endişeyi yaşamak, acaba ABD Başkanı bu kötü kelimeyi kullanacak mı kullanmayacağını, 'soykırım' diyecek mi demeyecek mi? Yüreği ağzında bir ülke olarak yaşamak açık söyleyeyim size, bana utanç veriyor. Utanıyorum resmen. Her yıl 24 Nisanda aynı endişeyi yaşamak beni üzüyor. Buna gerek yok. Ayıp ediyoruz kendimize. Farz edelim ki söyledi, ne olacak? Biz insan olalım, biz kendi tarihimizle tanışalım, bilelim ve gerekirse de özür dileriz. Bundan gocunmuyorum. Geçmişte olan bir olayın özrünü dileyerek saygınlık kazanmak, yücelmek bana bir şans gibi geliyor. Biz bu yücelme ve saygınlık kazanma şansını yitiriyoruz ve geride bırakıyoruz.

İSRAİL'İN DE HATALARI VAR

2005'te Filistin'de Mahmud Abbas seçimi kazanınca Orta Doğu barışıyla ilgili ümitli olduğunuzu belirtmiştiniz ve İsrail'in Gazze şeridinden çekilirken konutları yıkmamasını istemiştiniz. Ancak geçen yıl Gazze'de daha trajik saldırılar oldu. Barış olmadı. Olup bitende İsrail'in hataları yok mu?

Bütün ülkeler gibi İsrail'in de hataları var. Hele bugün yeni yönetim daha çok hata yapma potansiyeline sahip, çünkü daha az anlayışlı. Bundan önceki yönetim daha çok anlayışlı ve barış taraftarıydı. Şimdiki yönetim tam tersi. Bu da endişe ve umutsuzluk kaynağı, başka bir şey değil. Bugünkü dünyanın gidişatında kaybedilmiş şansların sıkıntısını çeken insanlardan birisi de benim.

Saldırılarda masum çocuklar, kadınlar öldürüldü. Üzülüyor musunuz?

Çok üzülüyorum. Çünkü bazı fırsatlar kaçırıldı. Barışa çok yakın olduğumuz zamanlar oldu. Nedense yakalayamadık. Barış güvercinini nedense yaşatamadık.

İSRAİL VE FİLİSTİN'DE ANNELER İŞ BAŞINA GEÇSE KRİZ BİTER

Gazze'de çocuklar, kadınlar İsrail bombalarına hedef oldu. Masum insanlar öldü. Bir insan olarak sizin düşünceniz. Ne düşündünüz, tepkiniz neydi?

Çok üzüntü verici olayların yaşandığını düşündüm. Her iki tarafta da insan hayatına önem verilmeyişi büyük bir utanç benim için. Hele masum insanların ölüme açık olmaları, ölüm tehlikesiyle yaşamaları ve ölmeleri utanç verici bir olay. İsrail ve Filistin'de anneleri yönetime getirsek bu kriz 1 günde çözülür.Hep buna inandım. Bir an için düşünün her iki tarafın yönetimleri sırf kadınlardan meydana gelmiş. Hiç erkek yok. Barış o gün yakalanırdı. Kadınların egemen olduğu toplumlar savaşa uzak kalır. Çünkü kadınlar çocukları düşünürler ve savaşmazlar. Erkekler çocuklarını düşünmüyor. Erkekler hep saldırgan oluyorlar. Erkek egemen olduğu toplumlarda saldırganlık yüksek oluyor. Bizim toplum da öyledir.

Saldırılar sırasında Türkiye'de gözler Yahudi cemaatine yöneliyor. Sizin de pozisyonunuzu anlıyoruz. Siz neler yaşadınız?

Üzülmekten daha fazla bir şey yapamıyorsun ve şunu ifade ediyorsun: 'Ora başka, bura başka.' Öncelikle ben Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım ve çok sonra sizler gibi Müslüman değilim. Bizi birleştiren aynı Cumhuriyetin vatandaşı olmak. Aynı hukuka ve şartlara sahibiz. Bazıları Müslüman doğdu, bazıları doğmadı; bu doğmayanın suçu değil ki. Allah sizleri çok sevdi ve sizlere iki hediye verdi. Birincisi, hayatı verdi, ikincisi de kutsal kitap Kur'an-ı Kerim'i verdi. Ama aynı Allah beni dünyaya gönderirken bana bir tek hediye vermekle yetindi; size verdiği gibi hayatı verdi, ama kutsal kitabı elime vermedi. Bu onun seçimiydi. Eğer sen o Allah'a inanıyorsan, o buna karar verdi, dedi: 'Sana iki hediye veriyorum; ama sana, İshak Alaton, hayatı veriyorum ama kitabı vermiyorum.' O'nun kararını sorgulamaya teşebbüs edersen sen Müslümanlıktan çıkarsın. Neden? Çünkü Allah'ın kararını sorgulama cesaretine sahip olmuşsun. O zaman sen artık Müslüman değilsin. Müslüman olmak için beni farklı insan olmama saygı duyacaksın. Buradan başlayacaksın.

Sayın Başbakan'ın Davos'ta Şimon Peres'le yaşadığı sahneyi izleyebildiniz mi? İlk yorumunuz ne olmuştu?

Moderatör denilen ABD'li gazetecinin bir yanlışı oldu. Bir Başbakan'ın omzuna laubali şekilde vurulmaz. Bunun mantığı yok. Mantık bana diyor ki, bu böyle olmamalı. Yemeğe 20 dakika geç gittiler. Ne fark eder ki? Bir Başbakanı zıvanadan çıkarıp öfkeyle ayağa kaldırmanın bir mantığı yok.

Sayın Başbakanın tavrı doğru muydu?

'Diplomatik değildir' diyenlerin yanında o da bir insan, o da öfkesine yenildi ve ifade etti. Bunu sorgulamak ve ya mahkûm etmek de doğru olmayabilir.

Alaton, fırsat buldukça holdingin bahçesindeki çiçeklerle de ilgileniyor.

BANA GELEN YABANCILARA GÜLEN'İN 'GİZLİ AJANDASI HİÇ OLMADI' DEDİM

Fethullah Gülen hareketi ile ilgili dışarıdan bir değerlendirme yapsanız, neler söylersiniz?

Bu hususta çok belirgin fikirlerim var, bunları çok defa ifade ettim ve etmeye de devam ediyorum. Fikirlerim şöyle: Fethullah Gülen Hocaefendi'yi eğitime önem veren, çağdaş eğitimin gelişmesine kendini adamış bir insan, bir aydın olarak tanıyorum. Bir ikinci yönü de dinler arası diyaloga çok önem veren ve bunun önemine inanarak katkılarda bulunan bir insan olarak tanıyorum. Çünkü ABD'ye gitmeden öncesin hatırlıyorum; İstanbul Spor ve Sergi Salonu'nda toplantılar yapılırdı. Salon hınca hınç dolup taşardı. 3-4 bin kişi toplanırdı. Solunda Musevi Cemaati'nin baş hahamı, sağında da Ermeni Rum Cemaati'nin başkanı Patrik Bartholomeos veya Patrik Mutafyan salona girerlerdi üçü birden. Üç ayrı dinin mensupları olarak gelirlerdi. Salondan müthiş alkış kopardı. Alkış dinler arası dostluk, yakınlık ve kardeşliğe verilirdi. Fethullah Gülen'in oluşturduğu bu imajı toplumun desteklediği neticesine varırdı insan. Ben de bunu yaşadım. Bu toplantılarda ben de bulundum ve çok önemli olduğu kanaatine vardım. Benim nazarımda müspet katkılarda bulunan bir insan olarak tanıdım. Bunun dışında birçok ithamla karşılaştığını biliyorum, bence bunlar çok kolaylıkla üstesinden gelinecek şeyler. Gizli bir ajandası olduğuna hiçbir zaman inanmadım. Bunu da her zaman ifade ettim. Yabancılar gelip sordular, ben de: Böyle bir ajandanın hem olmadığına, hem de böyle bir fikrin geçersiz olduğuna inandığımı ifade ettim.

Peki, Türk okullarını nasıl görüyorsunuz?

Biz de destekledik. Bir kere Moskova'daki okulun arazisini biz temin ettik. 20 sene önce Moskova'da okul açılacağı zaman, bizim belediyeyle ortaklığımız vardı-hala da var Mosalarko diye bir ortaklığımız- o ortaklık sayesinde belediyeden gereken arazinin tahsisini aldık ve onu bu okulun inşası için tahsis ettirdik. Sonra inşaatı oldu, açıldıktan sonra kendim bizzat okulu ziyaret ettim.

Çocukları nasıl bulmuştunuz?

Liberal bir eğitim sistemi. Rusça, İngilizce ve Türkçe eğitim alıyorlar. Her milletten çocuklar vardı; Ruslar, Türkler, Japonlar, yabancılar, siyahlar vardı. Siyahi büyükelçilerin çocukları o okulda okuyordu.

Bu okulların dünyanın geleceğinde nasıl bir rolü olacak?

Ben bu okulların dünya barışına büyük katkıları olduğuna candan inanıyorum. Afrika'da da aynısını gördüm. Güney Afrika'da, Cape Town'da okulu ziyaret ettim. Afrika'nın uç kasabalarından gelip de Türkçe şarkı ve şiirler söyleyen çocukları fiilen izledim.

Bizim dilimizi konuşan farklı milletlere mensup çocukları, gençleri görünce ne hissediyorsunuz?

Her zaman büyük heyecan duyarım. Bu kültürü yurt dışına taşımanın çok önemli bir yan tesiri olduğunu düşünüyorum, çünkü oraya barış seven ve barışı arayan bir Türkiye imajı verdiğimizi düşünüyorum. Bunun Türkiye için çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bu okullar barış mesajı veren kültür elçilerimizdir.

O günlerde destek verdiniz, şimdi ne düşünüyorsunuz? Fikrinizde bir değişiklik oldu mu?

Fikrimi değiştirecek bir olay yaşamış değilim. Yalnız bu hareketin aleyhinde çok şeyler söylendiğini her gün duyuyorum, ama hiç önemsemiyorum. Çünkü bu önyargılar hiçbir şeye dayanmıyor. Ben diyorum ki ben ne biliyorsam ona inanmam lazım. Benim gördüğüm benim için önemli. Bana söylenen benim için önemli olamaz. Onun için bana menfi mesajlarla gelen insanlara diyorum ki, 'benim fikrim farklı. Bu hareketin müspet yönünü gördüm ve yaşadım. Yaşadığım olaylara dayanarak senin dediğin gibi menfi olmadığını düşünüyorum' ve konuşmamız orada bitiyor.

Hocaefendi, aleyhine açılan davadan da Yargıtay onayı ile beraat etti.

İşin hukuksal yönünü bir tarafa bırakıyorum. Beni insancıl tarafı ilgilendiriyor. Diyorum ki, eğer Türkiye'nin lehine, imajına, barışsever yönünü dünyaya götüren bir hareket ise 'Ne mutlu bizlere!' diyorum ve orada duruyorum. Gülen hareketinin bir sivil toplum hareketi olduğuna ve bunun için de faydalı olduğuna inanıyorum.

Alaton, "Çocuklar doğduğunda Üzeyir Bey ile holdingi halka açık hale getirmeye karar verdik." diyor.

ÜZEYİR BEY'İN ÖLDÜĞÜNÜ İKİ-ÜÇ YIL SONRA KABULLENEBİLDİM

Üzeyir Garih Bey'le kardeşin ötesinde bir ilişkiniz vardı. Onu özlüyor musunuz?

İlk yıllarda ölümünü kabullenmemiştim onun ölümünü. 'Bu adam bu kadar basit bir şekilde ölemez' diye kendimi şartlandırdım. Ölümünü kabullenmedim ve uzun bir zaman sanki varmış gibi davrandım. Hayata devam ediyormuş gibi bir tavır aldım. Aslında bilinçli bir tavırdı, kabullenmeme tavrı. Felsefi bir yaklaşım bu. Zamanla törpülenmeye başladı.

Kaç sene sonra gerçeği kabul ettiniz?

Çok tedrici oldu. 2-3 yıl sonra ancak kabul edebildim.

Bir süre toplum içine de çıkmadınız...

Tabii, biraz da çocukların isteğiydi. Dediler ki, 'Biri gitti, öbürü kendine dikkat etsin.' Onun için fazla ortalıkta görünmememi istediler. Ben de görünmedim. Medyaya çıkmadım. Aradan epey bir zaman geçti. Ama insan tabii hayattan kopmuyor, yaşamaya devam ediyor. Dedim biz de, yaşama devam etmekte olduğumuzu bilmelerinin faydalı olduğunu düşündüm. Diyorum ki, Üzeyir Bey olsun, ben olayım, zaten şirkette çok önemli pozisyonlarda değildik. Sıfat olarak belki üst düzeyiz, ama icraatta ne Üzeyir Bey, ne ben vardım. İcraatta olmamanın faydaları bu zamanda ortaya çıkıyor. Çünkü iş eskisi gibi devam ediyor. Çünkü profesyonel gençler şirketi yönetme becerisine erişmişler.

Çocukların anlaşmama durumu oluyor mu?

Çocukların anlaşmama ihtimali yok, çünkü öyle bir ortaklık ki, isteyen istediği zaman ayrılır. Kimse de ayrılmak istemiyor. Ayrılmak isteyen de hisselerini satıp çıkar. Çünkü şirketin yönetimi profesyonellerin elinde. Yani hissedarların yönettiği şirket olmaktan çıktı. Bunun mutluluğunu yaşıyoruz.

Yer: İstanbul, Tarih: 1994 . İshak Alaton kızı Leyla ve oğlu Vedat Alaton ile...

ÇOCUKLAR DOĞUNCA ŞİRKETİ HALKA AÇTIK

Bu ana kadar nasıl getirdiniz? Çünkü bizde kardeş kardeşle anlaşamaz.

Biz bunu daha çocuklar doğmadan farkında olduk. Hem holdingleştik hem de holdingi halka aştık ve böylece hesap verme mecburiyetini kendi içimizde özümsedik. Dedik ki, biz hesap veren şirketiz. Daha çocuklar yeni doğmuşlardı, biz hesap veriyorduk.

Size atfedilen bir manşet vardı Üzeyir Garih'in ölümünden sonra Milliyet'te. Dul kadın hikâyesinden bahsediliyordu. Doğru muydu bu bilgiler?

Çok garip ve hasta bir adam vardı Milliyet'te. O gazetenin baş sayfasını yapan bir hasta insandı. Adı Tuncay'dı. Attığı manşetler tamamen hayal mahsulüydü ve her gün yeni bir manşet atıyordu. 20 gün boyunca bu durmadı. Üzeyir Bey'in ölümünden birkaç gün sonra başladı ve 1 ay boyunca bu devam etti. Neden olduğunu hiçbir zaman anlamadım ama bir tek neticeye vardım: 'Bu adam hasta olmalı.'

Hukuki girişimde bulunmadınız mı?

Hayır, çünkü düşündüm ki, gazetenin sahipleri buna yön vermeli.

Aydın Doğan'la görüşmeyi düşünmediniz mi?

Hayır. O zamanlar zaten şok altındaydık, ayrıca bir kavga başlatmanın yanlış olacağını düşündüm. Ne Aydın Bey'le ne de başka biriyle bu haberler için muhatap oldum. Kendi içimizde karar verdik, 'Hiç bir taarruzda bulunmayacak, hiçbir mecraya demeç vermeyeceğiz.' diye. Bütün yazılanlar hayal mahsulüydü. Yani, kendilerinin pişirip kendilerinin yemeye kalkıştığı hiçbir gerçeğe dayanmayan şeylerdi.

Bu cinayetten mahkum olan Yener Yermez'in mektubu gündeme geldi. 'Cinayeti benim üstüme yıktılar' diyordu. Ergenekon savcısından size bir telefon geldi mi?

Hayır, gerek de görmedi. Tamamen tutarsız olduğu için savcılık hiçbir şekilde önem vermedi ve her hangi bir ilave bilgi de talep etmedi. Yalnız cinayetten sonra Eyüp Savcısı bana iki defa gelmişti. Olayın cereyan ediş şeklini anlattı. "Katilin Yener Yenmez olduğuna hiç şüphemiz yok, çünkü bıçağı gizlediği yeri kendisi gösterdi. Olayı nasıl işlediğini anlattı. Bizim de hiçbir şüphemiz olmadığı için dosyayı kapattık." dedi. Biz de o zaman üzerinde durmadık. "Hakikat neyse odur." dedik. Daha sonra hayal ürünleri üretildi, iş çığırından çıktı. Muhayyel, yeni komplolar, ithamlar başladı. Tüm bunlara kulak dahi vermedik. Bütün bunlar artık söndü.

Ergenekon'un suikast listesinde sizin de adınız geçiyordu?

Listede çok isim vardı, ben de vardım. Ama çok da önemsemedim. İnsan karakterinin menfi yönü. Başka işi olmayan insanların uğraştığı gariplikler, psikiyatrik olay olarak görüyorum. Yoksa mantığımla buna yaklaşmıyorum. Mantığım bana diyor ki bunlarla uğraşma.

CEP TELEFONUM 10, EN YENİ ARABAM 20 SENELİK

Emekliye ayrılmayacak mısınız?

Ben 17 senedir zaten emekliyim. Gerçek emekli olmayı ben yanlış kabul ediyorum, çünkü insan enerjisi olduğu müddetçe son güne kadar çalışır. Ben de çalışıyorum. Ama neye çalışıyorum: Toplumun aydınlanmasının önemli olduğuna kanaat getirdim daha genç yaşımda. Daha İsveç'teyken, toplumun aydınlanması gerektiğine kanaat getirdim. 'Toplum mutlu olacaksa bilgi ve eğitimle bu olur.' diye düşündüm.

Tatil yapar mısınız?

Her gün benim tatil. Buraya gelmek ve boğazı seyretmek benim için tatil. Özel tatil için ise güneye, Antalya'ya, Fethiye'ye gidiyorum.

Teknoloji ile aranız nasıl?

Çok iyi, hep kullanıyorum. Cep telefonuna çok soğuk bakıyorum. Aramak istediğimde açarım sonra yine kapatırım. 10 sene önce aldığım telefon. Markası Nokia'dır. İlk modellerden. Numaramı bile bilmiyorum, biri sorsa söyleyemem.

İnternet...

İnterneti çok sık kullanırım, birisi mail atsa hemen dönüyorum. Devamlı kullanırım. Mesela sizinle görüşürken son 2 saatte 16 posta gelmiş. Hemen okur ve hemen de cevap veriyorum.

Asistanınız yapsa bunları?

O zaman bana ne gerek var. Asistanım gereken işleri yapıyor ve bana geçiyor. Ben göndermeden görmek istiyorum. Mesela, yeni Güney Afrika Cumhurbaşkanı seçilen Jacob Zuma'dan posta var ve enteresandır, Zuma 4 sene önce İstanbul'a geldi. Beraber yemek yedik. Çok enteresan bir adam. Bir dostluğumuz oluştu. Şimdi de Cumhurbaşkanı oldu. Zaten 13 senedir Güney Afrika Başkonsolosluğu görevini yürütüyorum.

İstanbul'a gelenler mutlaka size uğrarmış...

Öyle diyorlar, önce Ayasofya, ardından Kapalı Çarşı, sonra İshak Alaton.

İŞTE ALATON'UN SAĞLIKLI BESLENME REÇETESİ

Formunuzu nasıl koruyorsunuz? Özel bir diyetiniz var mı?

Organik ürünler yiyorum. Sabah kahvaltısında keçi peyniri yerim. Bol meyve yiyorum. Kavun karpuz çok muhteşem, Türkiye'nin zenginliği bana göre. Sebzeler; pazı, ıspanak, domates. Sarı domatese özellikle meraklıyım. Hormonlu yemiyorum, bir bahçem var, orada koyun gübresiyle yetiştiriyorum.

Yasakladıklarınız yiyecekler var mı?

Kırmızı et katiyetle yemiyorum. Beyaz et nadiren. Balık bol yerim. Somon, levrek, çipura. En güzel balıklardan birisi Fener. Muhteşem bir balık, bir çorbası oluyor, müthiş bir şey. Fener balığının eti diğer balıklara göre daha sert. Böyle olunca da daha fazla tat bırakıyor.

Bitki çay içiyor musunuz?

Normal siyah çay. Çin'den geleni tercih ediyorum, çünkü bizimkisi biraz acı oluyor.

Kola?

Katiyetle hayır. Evde hiç kola yok. Ben de hiçbir zaman içmiyorum, hiç içmedim de. Kola kötü bir içecek.

Sigara?

Hiç. Bir cumartesi günü öğleden sonra bir pipo içtim, zehirlendim ve o yetti. Zehirlendim, nikotin şoku yaşadım. Doktor geldi. Ondan sonra vücudum garipleşti. Sigara dumanı olan yerde terlemeye başlıyorum. Panik oluyorum, dışarı çıkmak istiyorum. İyi oluyor, dışarı çıkmanın yolunu buluyorum. Hiç o odada bulunmuyorum.

Yürüyüş yapıyor musunuz?

Bol. Bahçede.

Müzik olarak ne dinlersiniz?

Klasik müzik. Mozart, Çaykovski. Mozart'ın 32 piyano konçertosu. Beethoven de muhteşem.

Türk müziği dinler misiniz?

Babam dinlerdi. Türk Müziği'ne hayrandı.

Sinema?

DVD'ler geliyor. Öyle seyrediyorum. En son Fransız filmi '400 Darbe'yi izledim.

Tiyatroya ne zaman gittiniz?

Eskiden Yıldız Kenter'i seyrederdim. Gülriz Sururi'yi çok severdim.

Spor yaptınız mı?

Geçen seneye kadar tenis oynardım. Hatta beni bir dergiye kapak da yaptılar. 40 yaşında başladım, 80 yaşıma kadar tenis oynadım. Çok severdim. Geçen sene platin taktırdım, doktorlar oynamayı yasakladı.

Hangi takımı tutuyorsunuz?

Ben hiç bir takım tutmuyorum. Aslında, futbolu sevmiyorum. Hayatım boyunca maça gitmedim. TV'de rastlarsam hemen zaplıyor, atlıyorum. Sebebi, futbol insanları saldırgan yapıyor. Geçen gün İsveç'te maç sonra federasyon başkanını sokakta dövdüler. Utanç verici.

EKREM DUMANLI - TURHAN BOZKURT
 




İsak Alaton'un gözünden



İsak Alaton'un gözünden


İsak Alaton, aykırı görüşleri ile kamuoyunun yakından tanıdığı bir işadamı. Defalarca farklı toplantılarda dinledim, kendisi ile yapılan röportajları okudum.

Olaylara farklı bakış açısı ile her zaman dikkatimi çekti. İlk kez Daha gazeteciliğe yeni başladığım yıllarda kendisi ile yapılan bir röportajı okumuştum. Projelerinden söz ediyordu, dönemin Başbakanı Turgut Özal’ın nelere öncelik vermesi gerektiğini anlatıyordu.

O röportajda bir şeyden daha söz ediyordu. Toplum olarak toptancı olmakla ne tür yanlışlara sürüklendiğimizi anlatıyordu. Sonra da kendince bir değerlendirme yapıyordu.

Dünyanın Kapitalizmden, Sosyalizmden ve İslam’dan öğrendiği çok şey olduğunu söylüyordu. Ne demek istediğini anlattığı bölümde ise dünyanın üretmeyi Kapitalizmden, bölüşmeyi İslam’dan, şehirleşmeyi Sosyalizmden öğrendiğini söylüyordu.

Bir iki gün önce çok değer verdiğim dostum Ankara Milletvekili Zeynep Dağı, telefon etti ve İsak Alaton’u ziyaret edeceğini söyledi. Ben de hemen atladım. “Sakıncası yoksa ben de size eşlik etmek isterim” dediğimde, “Zaten ben de onun için aramıştım” dedi.

Buluştuk. Alarko Holding’in Ortaköy’de Boğaziçi Köprüsü’nün ayağındaki merkezine birlikte gittik. İsak Alaton, her zamanki gibi heyecanı, coşkusu yerinde idi.

Öğle yemeğini birlikte yiyecektik. Uçağın rötarlı kalmasından kaynaklanan sebepten dolayı gecikmeli gittiğimiz için kullanhemen yemeğe geçtik. Evinde Ahtamarlı aşçısının hazırladığı organik sebzelerden yapılmış bir menü ikram etti.
İkram edilen somon fümenin Norveç’ten getirdikleri taze balıktan yaptıklarını hatırlattı. Kendisinin hayata geçirmek için uğraştığı Karadeniz’de somon yetiştirme projesinin tam bir fiyasko ile neticelendiğini itiraf etti.

Somonun, 17 derecenin üzerine çıkan deniz suyunda yem yiyemediğini ve beslenemediği için de büyümediğini hatırlattı. Proje tutmamış ama işadamı Alaton’a çok tecrübe kazandırmıştı.

Üçlü devam eden sohbete bir ara kızı Leyla Alaton Güneyli de katıldı.

Söz Ahtamarlı aşçıdan açılınca Ermenistan konuşuldu. MHP’nin merhum lideri Alparslan Türkeş’in Levon Ter Petrosyan ile İsviçre ve Fransa'da görüşmeler yaptığı dönemde, İsak Alaton’u ülkesine davet etmiş.  İki ülke arasındaki ilişkileri düzeltmek için ekonomik bağların güçlendirilmesi gerektiğini söylemiş.

Ermenistan Cumhurbaşkanı Petrosyan’ın, Türkeş ve İsak Alaton ile gayri resmi ilişki kurmasının temelinde de her iki ülkedeki şahinlerin hücumunu üzerine çekmemek yatıyormuş.

Petrosyan’ın önerisi ile bir dönem Türk diplomatlarına saldırılar düzenleyen Asala’yı finanse eden işadamlarından biri ile ortak şirket kurmuşlar. Ermeni işadamı, Asala ile ilişkisini kestiğini açıklayıp yeni şirkete ortak olmuş.  İlişkiler yoluna girmemiş ama 1991’de Moskova’da Trabzon limanının geliştirilmesi amacıyla kurulan Alport pek bir faaliyet göstermemesine rağmen hâlâ kapanışı verilmemiş ve faal görünüyor.

Hatırlarsanız, Haber 7’de Alparslan Türkeş’in Trabzon limanının Ermeniler’in dünyaya açılan kapısı olma önerisini ortaya attığı videoyu geçtiğimiz aylarda sizlerle paylaşmıştık. Dileyenler bu linkten ulaşabilir.

Anlaşıldığı kadarıyla, Türkeş Petrosyan ile görüşürken, bir taraftan işi fiiliyata dökecek adımların atılması yoluna da gidilmiş.

AÇILIMA BAĞLADIĞI UMUT

Türkiye gündemiyle ilgilenen iki kişi bir araya gelir de açılım konuşulmaz mı. Hele de işadamı, parlamenter ve gazeteci olursa�

Sosyal demokrat işadamı Alaton, iktidar partisinden söz ederken hiç AKP demedi. AK Parti demeye özen gösterdi. kullanAK Parti’nin açılım konusunda yaptığı hiçbir yanlışın olmadığını söylüyor. Ama eksik yaptığı şeyler bulunduğuna dikkat çekiyor.

“Bir kere” diyor, “Bir adım atılıyor ve sonra onun arkası getirilmiyor. Aktif politika güdülmüyor. Başbakan ‘analar ağlamasın’ dedi. Bu söz her hafta tekrarlanması gereken bir sözdü. Ama yanlış adım atılmış gibi unutturuldu sanki” diye devam etti.

AK Parti’nin Ramazan ayında Sünni Müslümanların evine erzak yardımı gönderdiğini, şimdi de Muharrem ayı dolayısıyla Alevilerin evlerine erzak gönderdiğini öğrendiğinde duyduğu sevinci paylaştı. Alevi erzak paketini, “Çok yerinde bir davranış” olarak niteledi.

1927 doğumlu İsak Alaton, Türkiye ve dünya gündemi ile yakından ilgileniyor. Genelkurmay Başkanı’nın savaş kıyafeti giyip kameraların karşısına geçmesini ve toplumun belli kesimlerini tehdit eder gibi konuşmasını doğru bulmadığını paylaşıyor.

Askerin çıkışının, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’nın iktidar partisi hakkında başlattığı yeni incelemenin örtüşmesine dikkat çekiyor. Sıkışan kesimlerin duygusal hareketlerle ülkenin önünü kesebileceğini hatırlatıyor.


Ünal TANIK /  Haber 7
tanik@haber7.com






 



 


Arabam, tüfeklerim köpeklerimle her an ava gidecek gibiyim

  •  

Kaymakam olmayı hayal ederken kendisini maliyede bulan Kayseri Develi doğumlu Ayhan Yavrucu, bir çay davetiyle adımını attığı Alarko'da tam 33 yılı geride bıraktı

CESUR İNSANLAR
Yaptığım bu söyleşilerin amacı, gençlere gelecek için ümit aşılamaktır. Burslu okuyup, bugün iş dünyasının saygın kurumlarında zirveye çıkan insanların zorlu yaşam öykülerini aktararak bunu yapmaya çalışacağım. Söyleşiler içindeki kimi ipuçlarının, yollarını aydınlatacağını umuyorum. Bunların aynı zamanda iş dünyasının da istifade edebileceği ayrıntılar içerdiğinden kuşkum yok.İç dünyalarını ve deneyimlerini bizlerle paylaşma cesareti gösteren Türk CEO'lara da teşekkür borçluyum. Onların ülkenin en önemli sorunu ve çözüm önerileri ile CEO'ların global ekonomik krizdeki paylarına ilişkin görüşlerini de dizinin sonunda sizlerle paylaşacağım. Saygılarımla...

"Kayseri'nin Develi kazasında 1948'de doğdum. Memur çocuğuyduk. 3 kardeşiz. O günün koşullarında okul bulmak gitmek zor. Bugünün Türkiye'sinde maşallah her şey var. Artık okul seçme ve beğenme gibi bir tercihiniz var. O yıllarda böyle bir tercih imkanınız yok ki. Okulu bulup da gidebiliyorsanız, özellikle ilkokuldan sonra ortaokul ve liseyi buluyorsanız o müthiş bir şeydi" diyerek yaşam öyküsüne başladı Ayhan Yavrucu. Okuyabilmenin ne büyük bir şans olduğunu ilave etti Ayhan Bey. Arkası şöyle geldi:

SİYASAL'DA BURSLU OKUDU
"Bizim şansımız, Develi'de o yıllarda ortaokul ve lise vardı. Türkiye'de birçok vilayette bile olmayan bir imkan. Develi'de zaten okur yazarlık oranının Türkiye ortalamasının çok üzerinde olması ve orada kişilerin büyük kısmının üniversiteye gidebilmesinin nedeni, 50'li, 60'lı yıllarda orada ortaokul ve lisenin olmasıydı. Bizim okumamızı sağlayan buydu. Yoksa bir memur çocuğunun hele birkaç tane olduktan sonra üniversiteye taşınması o günün koşullarında olağanüstü zordu." Sonra Ankara'ya geldi, Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni kazandı. Maliye Bakanlığı'ndan da bursu olmasına rağmen, karşılıksız olduğu için Türk Eğitim Vakfı bursuyla okudu. Yurtta kaldı. Gerisini kendisinden dinleyelim:

'HAYALİM KAYMAKAM OLMAKTI'
"Babam devlet memuru olduğu için benim hayalim kaymakam olmaktı. Siyasal Bilgiler'e girdim. Birinci sınıfın sonuydu, bir ağabeyimiz geldi, Doğu'da bir kazada kaymakammış. Anlattıklarını duyunca, tüylerim diken diken oldu ve kaymakamlığa gitme sürecini değiştirdim. Hatta bunu bir süre babama da söylemedim. Üçüncü sınıfta bölümlere ayrılırken, iktisat maliye şubesine geçtim. Babama söylediğimde, 'Peki senin kararın ama böyle devam etseydin daha memnun olurdum' dedi. İnanılmaz kötü koşullar. Anadolu'dan geldim, koşulları bilmiyor değilim ama bir anda kafanızdaki o kaymakam ideali değişiveriyor." 1972'de Maliye'ye hesap uzman muavini olarak girip sınavla hesap uzmanı olan Ayhan Bey, 5 yıl Maliye Bakanlığı'nda çalıştı. Devlette kalıp yükselmeyi hedefleyen Yavrucu, "Bir gün yolum Üzeyir Bey ve İshak Bey'le çakıştı. Bir görüşme yaptım, 1977'de ayrılarak Alarko'ya geldim. Şansa da kadere de inanırım" diyor.

33 YIL SONRA HÂLÂ İŞE YENİ GİRMİŞ GİBİYİM
Genel Muhasebe Müdürü olarak başladığı işinde, özellikle yıl sonlarında çok muhasebe fişi kestiğini anımsayan Yavrucu, 25 yıl geçirdiği Üzeyir Bey ve 33 yıldır birlikte olduğu İshak Bey'in patron gibi değil, bir ağabey, bir iş arkadaşı gibi davrandıklarını anlattı. Ayhan Yavrucu, "Burası benim gerçek anlamda bir yuvamdır. Her akşam yorgunluğunu stresini unutup, 33 yıl sonra hâlâ her sabah bugün yeni başlıyor gibi inançla işe geliyorum"dedi.

CEPTE HURMA ÇEKİRDEĞİ TAŞIYOR
Uğur getirmesi için cebinde nazar boncuğu ve hurma çekirdeği taşıyor ve bunu insana iç huzuru veren bir inanç olarak ifade ediyor. Emeklilikte mesleğine yönelik anılarını yazmayı planlıyor. Fırsat bulursa bir üniversitede bilgi ve deneyimlerini öğrencilerle paylaşacak. Galatasaraylı. Öğrenciliğinde Gülhan otobüsleri ile maç izlemek için çok İstanbul'a gelmişliği var. Gençlerin çok çalışmalarını ve yükselmek için sabırlı olmalarını istiyor.

KÖPEKLERİM TÜM STRESİMİ ALIYOR
Ayhan Bey 15 yaşından beri avcılığa meraklı. Bu tutkuyu babası aşılamış. Daha çok kuş avına giden Yavrucu, "3 av köpeğim, bir kangal köpeğim var. Av köpeklerim şirketin bahçesindedir. Arabam, fişeklerim, tüfeklerim, giysilerim, köpeklerim ne zaman fırsat bulabilirsek gidecek şekilde o umudu taşıyoruz. Umuda yolculuk derler ya Gitmesem bile gidebilmek umudunu canlı tutmak bana yetiyor. Akşam 10-15 dakika o köpeklerimle meşgul olmak müthiş stres atar" diyor.
 
 



KRİZİN EN BAŞARILI CEO’SU



TECRÜBE KAZANDI

Türkiye’nin en uzun sure CEO koltuğunda kalan profesyoneli. Ve krizin en başarılı CEO’su. Cirosunun önemli bir kısmı krizden ağır etkilenen inşaat ve imalat sanayisinden gelmesine rağmen Alarko Holding’i yüzde 10’un üzerinde büyütmeyi başardı. Peki, ama nasıl?
Aslında Jack Welch gibi 20 yıl boyunca aynı şirketi yöneten CEO’ların iktidarının üzerinden epey geçti. Hatta Booz&Compony’nin geçtiğimiz ay yayınlandığı “2009 CEO Değişim Anketi” sonuçlarına göre, ekonomik kriz dünya genelinde CEO’ların ortalama görev süresini 8.1 yıldan 6.3 yıla çekti.
Ama istisnalar her zaman vardır. Krizin en başarılı CEO’su Ayhan Yavrucu da bunun iyi örneklerinden... Yavrucu, tam tamına 33 yıldır Alarko Topluluğu’nda yöneticilik yapıyor. Üstelik 16 yıldır da şirketin CEO’luğunu yürütüyor. Türkiye’nin en uzun süre CEO koltuğunda kalan profesyoneli olma ünvanını şimdiden kazandı. Ama koltuğunda gözü olanlar boşuna heveslenmesin, 62 yaşında da olsa emekli olmaya hiç niyeti yok. Çünkü kendi deyimiyle hayatı ve zamanı Alarko olmuş. O artık Alarko’nun bir parçası gibi.
Yavrucu bir bakışta Alarko Topluluğu’nun genel müdürlük binasına benziyor aslında. Bu benzetme tuhaf geliyor olabilir ama karar vermek için acele etmeyin.
Yolu Alarko Topluluğu’nun gene müdürlük binasına düşenler bilir. İstanbul gece hayatının kalbinin attığı yerde, Türkiye’nin en popüler gece kulüplerinin birinin tam karşısındadır. Ama yüksek taş duvarlar görüşünüzü engeller ve sanki buzlu bir camın arkasından bakıyor gibi binayı göremezsiniz. Gözlerinizi duvarların üstünde gezdirseniz dahi binanın etrafını çeviren sık ağaçlarla örülü koru, kamuflaj görevini iyi yapar.
Alarko binasına dar ve kıvrımlı bir yoldan çıkılır. Yolun sonunda dikkatinizi hemen binanın karşısındaki sundurmanın altında duran, çoğu klasik olmaya aday, ondan fazla uzun gövdeli Alman ve Amerikan otomobilleri çeker. Önünde durduğunuz bina Türkiye’nin en büyük holdinglerinden birine aittir. Ne var ki, içerisi terk edilmiş kadar sessiz ve loştur. Sanki birileri bu koca araziyi etrafta patronmuş gibi kendinden emin adımlarla dolaşan kedilere ya da kuşlara bağışlamışır. Oysa büyük bir sessizlik içinden yürütülen hummalı bir mesai hakimdir binaya.
Ayhan Yavrucu da iş dünyasında tıpkı bu bina gibi hep göz önünde olup aynı zamanda görünmez olabilmeyi başardı. Topluluğun kurucuları olan Alaton ve Garih isimlerinin popülerliği Yavrucu’ya sık ağaçların Alarko binasına saldığı kamuflaja eş bir görünmezlik kazandırdı. Ama bununla yetinmedi. Tıpkı Alarko binasındaki mesailer kadar sessiz oldu Yavrucu. 33 yılı aşan kariyer yolculuğunda parmaklarının ucunda yürüyen bir adamdan farksızdı. Sessiz ve çabuk adımlarla işlerini yürüttü. Aslında hep ordaydı ama sadece istediğinde göründü. Şimdi 62 yaşında ve sundurmanın altındaki otomobiller kadar klasik, değerli ve performansı ile hala çok iddialı.
236 CEO arasında yaptığımız araştırmanın sonuçları, krizin en başarılı CEO’sunun Ayhan Yavrucu olduğunu işaret ediyor. Aslında küresel mali kriz ortaya çıktığında Alarko’nun iki önemli handikabı vardı. Cirosunun önemli bir kısmı inşaat ve imalat sanayisinden geliyordu. Yani krizden ilk ve en ağır şekilde etkilenen sektörlerden... Peki, buna rağmen Alarko nasıl krizin en iyi performans gösteren şirketi oldu?
ALARKO KENDİ ŞİRKETİM GİBİ
33 yıldır Alarko’dasınız. 16 yıldır da CEO koltuğunda... Sizi tanıyanlar her gün işe ilk günkü heyecanla başlayabildiğinizden bahsediyor...
Çok klasik geldiğinin farkındayım ama inanın tamamen doğru.
Bu koltukta sıkılıp yönünüzü kaybettiğiniz, hedefsiz kaldığınız olmadı mı hiç?
Sıkılmak ya da hedefsiz kalmak daha çok çalıştığınız kurumun iş kültürüne bağlı sanırım. Alarko’nun hissedarları üst yöneticilerine önemli sorumlulukların yanı sıra geniş bir yetki alanı da verir. Mübalağ etmiyorum yıllardır Alarko’yu kendi şirketimmiş gibi yönetiyorum. Artık onun bir parçasıyım. İnsan kendi şirketinden sıkılır mı?
Halka açık 236 şirketin CEO’ları arasında krizin en başarılı CEO’su seçilmek sizin için şaşırtıcı oldu mu?
Hoş bir süpriz oldu. Diğer şirketlerin performanslarını detaylı bilmiyorum. Ama bana böyle bir araştırma hazırladığınızdan bahsetseydiniz ilk beşe gireceğimi tahmin edebilirdim. 2009 iyi sonuçlar aldığımız bir yıldı. Konsolide olarak yüzde 10’un üzerinde büyüdük.
Nasıl bir kriz stratejisi izlediniz?
Bir-iki mikro ölçekli önlem dışında Alarko’nun rutin kriz prosedürünü takip ettik.
KRİZ KAHİNİ
Prosedürün detayları nedir? Her krizde aynı prosedürü mü uyguluyorsunuz?
Alarko 56 yıllık bir şirket ve krizler konusunda büyük bir tecrübesi var. Hatırlayabildiğim kadarını size sayayım. Türkiye’de 1987,1991,1994,1998, 2001 ve 2008 yıllarında kriz yaşandı. Biz 1987’de de gelişmeleri izleyerek olabilecekleri önceden tahmin etmiş ve o sıra elimizde bulunan bazı gayrimenkulleri satarak likiditemizi güçlendirmiştik. Kredilerimizi olabildiğince azaltıp, mali yapımızı sağlamlaştırmıştık. Ve 1987 krizi bize şunu öğretti: Herşeyden önce ekonomik krizden etkilenmemeniz mümkün değildir. Fakat finansal açıdan güçlüyseniz o zaman krizin etkileri görece olarak azalır ve size birtakım fırsatlar sunar.
1987’den beri aynı kriz reçetesini mi uyguluyorsunuz yani?
Alarko konservatif bir kurumdur. Düşünce sistematiğini ve prensiplerini zamanın şartlarına uygun olarak zenginleştirebilir, geliştirebilir ama radikal şekilde değiştirmez. Ama omurgasını hep korumuştur. Alarko’nun iş yapma kültürü bellidir. Dış finansmanı kaldıraç olarak kullanan, borçla büyümeyi hedefleyen bir topluluk değiliz. Özkaynak ve yabancı kaynak dengesini her zaman kabul edilebilir oranların altında tutarız. Çünkü biliriz ki, dünyada ortalama her beş yılda bir ekonomik kriz olur ve kimse krizin etkilerinden kaçamaz. Alarko’nun temel prensibi ve bizim öncelikli hedefimiz şirketin finansal parametrelerini her zaman üst seviyede tutmaktır. Bizim bir sihrimiz varsa, o da budur.
1987’deki krizde de gelişmeleri izleyip olabilecekleri önceden tahmin ettiğinizi söylediniz. 2008’in Eylül ayında patlak veren mali krizi ne zaman öngördünüz?
Tam bir gün veremem ama 2007 yılının sonlarına doğruydu, 2008 yılının büçesini ve yatırım planını hazırlamadan önceydi.
Roubini bir yıl önceden krizi tahmin ettiği için krizin kahini ilan edildi. Bu söyleşinin ardından size de kahin Türk yakıştırması yapılır mı acaba?
Roubini kahin falan değil, sadece hangi göstergelere bakması gerektiğini bilen ve trendleri çok iyi takip eden bir ekonomist. Paul Krugman, Joseph Stiglitz gibi ekonomistler de aynı uyarıyı benzer zamanlarda yapmışlardı.
Siz hangi parametreleri takip ederek krizin gelebileceğini bir yıl öncesinden tahmin ettiniz?
Bakın, ekonomideki kötüye gidiş fiyatlarla ortaya çıkar. Hisse senetleri, gayrimenkul, kıymetli metal, petrol gibi varlık fiyatlarının artış ortalaması milli gelirdeki artıştan daha fazla olmamalıdır. Bir ülkenin serveti üretiminden daha fazla artıyorsa, reel ekonomi ile ilişkisi kopmuş, başka faktörlerden etkileniyor demektir. Zaten ekonomik kriz dediğiniz de esasen ülkeyi yeniden reel ekonomi ile ilişkiye zorlayan bir çeşit düzeltmedir.
2 MİLYAR DOLARLIK ENERJİ YATIRIMINI ERTELEDİK
Daha karmaşık bir formül bekliyordum. Bu verilere TV’den bile ulaşabilirsiniz. Ama krizi kimse sizin kadar erken göremedi. Acaba herkes yanlış yere mi bakıyor?
Sizi hayal kırıklığına uğratmak istemem ama ekonomik dengesizliği fiyatlardan başka görebileceğiniz bir yer yok. Roubini de diğer ekonomistler de fiyatlardan izliyor.
2008 bütçesi için toplandığınızda tam olarak ne olduğunu anlatabilir misiniz?
Toplantıda ortak görüşümüz fiyatların tepe noktada olduğuydu. Fiyatlarda bundan sonraki trendin aşağı doğru olacağı konusunda hemfikirdik. Sadece krizin ne zaman başlayacağını kestiremiyorduk. Kesin olan, fiyatlar bu kadar bu kadar şişmişken, büyük balonların er ya da geç büyük bir sorunu kapımıza taşıyacağıydı. Toplantının sonucunda yeni yatırımlarımızı 2008 bütçesinden çıkarma kararı aldık.
Hangi yatırımlardı bunlar?
İlk çıkardığımız 2 milyar soları aşan büyüklükteki enerji yatırımıydı. 2008 yılında yatırıma başlarız diye düşünürken vazgeçtik. İkinci kararımız sanayi kolumuzda genellikle yatırım malları üretiyoruz. Ürün yelpazemizde ısıtma, soğutma, havalandırma ve su basınçlandırma gereçleri var. Ekonomik kriz önce sanayiyi ve yeni yatırımları vuracağından, bizim ürünlerimizin satışlarına da etki edeceği kesindi. Stoklarımızı azaltmamız, diğer yandan alacaklarımızı da düşürmemiz gerektiğini konuştuk. Bu konuda başarılı da olduk. Ardından inşaat sektöründe hiçbir yeni yatırıma başlamama kararı aldık. Devam eden projelerimizle ilgili ödenekleri de bir miktar kısma kararı alarak, finansal varlıklarımızı güçlendirdik.
Ve gardını almış boksör gibi beklemeye başladınız. Peki, ilk yılın sonunda çıkardığınız hasar raporunda neler yazıyor?
Daha önce de söylediğim gibi kriz herkesi etkiler. İmalatta yüzde 22’lik bir daralma oldu. Bu yılın sonuna kadar bunun yarısını kapatırız diye tahmin ediyoruz. 2008 rakamlarını yakalamak 2011’e kaldı. İnşaatta krizin etkisini ölçmemiz şu anda güç. Biliyorsunuz inşaat, yapısı gereği krizden önce etkilenip, en son çıkan sektördür. Türkiye’de inşaat sektöründe 2012’den önce bir canlanma beklemiyorum. Yurt dışında işlerimiz iyi gitti. Devam eden 400 milyon dolar büyüklüğünde taahhüt işimiz var. Ayrıca en iyi fiyat teklifini sunarak birinci olduğumuz ancak henüz nihai imzaların atılmadığı 1.6 milyar dolarlık projeler var. Her şey yolunda giderse yurt dışı taahhüt portföyümüz 2 milyar doların üzerine çıkacak. Ama çok daha fazlasını hedefliyoruz. Turizm’de ise 2008’den de iyi bir yıl geçirdik. Yüzde 14 civarında büyüdük, bu yıl da yüzde 7 tahmin ediyorum. Turizmde de yeni yatırımlar yapmayı planlıyoruz.
BATIYA DEĞİL DOĞUYA YATIRIM
Yurt dışı taahhüt işlerinde daha büyük hedefleriniz olduğundan bahsettiniz. İlgi çeken büyük projeler mi var?
En aktif olduğumuz anlardan biri yurt dışı taahhüt. Biz Kuzey Afrika, Ortadoğu, Rusya ve Bağımsız Devletler Toğluluğu’nda iş yapıyoruz. Yeni hedefimiz daha da doğuya mesela Hindistan, Vietnam, Malezya’ya gitmek. Afrika’da da birkaç ülkede araştırma yapıyoruz, içlerinden bazılarını seçeceğiz.
Neden daha doğuya da batıya değil?
Yeni dünya düzeninde Avrupa ve Amerika’nın bilgi üreten bir konumda yer alacağını düşünüyorum. Trend üretim ciddi oranda Türkiye ve Uzakdoğu’yu kapsayacak gibi görünüyor. AB’yi düşünün... Almanya’yı, hadi hakkını yemeyelim biraz da Fransa’yı çekin üretimden, geriye ne kalır acaba?
Turizmde ne büyüklükte bir yatırım planlıyorsunuz?
Bize Kıbrıs’ta Yeni Erenköy adı verilen bir yerde büyükçe bir arsa tahsis edildi. Büyük bir tatil köyü yapmayı planlıyoruz. Kabaca 200 milyon doların üzerinde yatırım. Bir de İstanbul Avrupa yakasında bir arsa ile ilgileniyoruz Sonuç alabilirsek içinde kongre ver sergi merkezlerinin olacağı büyük bir iş oteli yapmayı planlıyoruz. Bu proje için de tahminen 200 milyon doların üzerinde harcama yaparız.
Tüm söyledikleriniz içinde devasa bir enerji yatırımını askıya almanız beni şaşırttı. Malum enerji Türkiye’de krize rağmen yatırımda hız kesmeyen tek sektör...
Bizim yapımı devam eden Kırıkkale’de 85 milyon dolarlık bir doğalgaz santral, projemiz var. Bir de Adana Karakuz’da 80 MW gücünde bir HES yatırımımız söz konusu. Yıl sonuna doğru inşaata başlarız. Tahminen 130 milyon dolara mal olacak bir yatırım. Esas büyük yatırımımızda Çanakkale Karabiga’da 1200 MW’lık kömür ve 500 MW gücünde gaz santralleriydi. 2011’den itibaren tekrar gündemimize alırız. Bu iki projede toplam yatırım miktarı 2 milyar doların üzerinde.
Yüksek proje maliyeti nedeniyle mi bu iki yatırımı ertelediniz?
Biz 20 yıldır enerji işinin içindeyiz ve çok ihtiyatlı davranıyoruz. Bakın Karabiga’daki arsayı alalı beş yıl oldu ama yatırımı erteledik. Neticede bu yatırımlar para ile yapılıyor. Günü gelince o borçları ödemeniz istenecek, ne ile ödeyeceksiniz?
Bahsettiğiniz geçici bir durum değil mi? Her krizde sanayinin kapasite kullanım oranlarına paralel olarak enerji talebi de düşmez mi?<
Doğru, kriz muhakkak etkiledi ama şu anda kriz nedeniyle oluşan kayıp kapanmış durumda. Biz Konya Meram’da dağıtım işi de yapıyoruz ve elektrik kullanımı 2008 seviyesine doğru geliyor. Yani elektrik talebindeki düşüş kapanmış durumda ama elektrik fiyatları artmıyor. Cevabını bulmanız gereken soru bu fiyatlarla nasıl kar edip, kullandığınız krediyi ödeyeceğiniz. Öte yandan Türkiye’nin bir büyüme temposu ve buna paralel olarak artan bir de enerji itiyacı var. Geçmişte tekstilde, turizmde yaşadığımız şeyin aynısı bugün enerjide oluyor. Herkes bu sektöre yatırım yapıyor. Biz enerjide gelecekte çok büyük problemler yaşanacağını düşünüyoruz. Zaman veremem ama kesin bir konsolidasyon olacak ve birçok kişi bu işten zararlı çıkacak.
AVCI CEO
Günde kaç saat çalışıyorsunuz?
Her şirket gibi Alarko’nun da önceden belirlenmiş mesai saatleri var. Fakat üst düzey yöneticiler için önceden belirlenmiş mesai saatlerinin gerçekte hiçbir anlamı olmaz. Dünyanın neresinde olursanız olun mesainizi, o gün yapacağınız işlerin başarısı için gereken zaman belirler. Gerekirse tatil günü de çalışırsınız. Hele bir de şirketinin parçası haline gelmiş profesyonellerden biriyseniz, zamanın size ayrılan kısmı giderek azalır.
Soruyu tersten sormak daha doğru olacak galiba. Kendinize günde kaç saat ayırabiliyorsunuz?
Bu da size çok klasik gelecek biliyorum ama başka bir cevabı yok. Benim zamanım ve hayatım Alarko. Ama bundan hiç şikayetçi değilim. Her akşam şirketten çıkmadan önce mutlaka o gün yaptıklarımın muhasebesini yaparım. Sabah işe gelirken ise arabada arkadaşlarımdan gelen notları ve raporları okur, yanıtlamam gerekenler için kısa notlar hazırlarım. Zaman kalırsa hobilerimle meşgul olurum.
Hazır konu açılmışken hobileriniz neler?
Gençliğim Kayseri’nin Develi kazasında geçti. Bizim oralar gerçek bir av cennetidir. Gençken ben de ava çok meraklıydım. Şimdi de fırsat buldukça kuş ya da domuz avına çıkarım. Maksat avdan ziyade çoğu zaman arkadaşlarımla doğada bir gün geçirip, eski av maceralarımızdan bahsetmek. Bilirsin avcıların her zaman anlatacak bir hikayesi vardır. Zaten eskisi gibi av bulmak da mümkün değil. Kafamızı boşaltıp rahatlıyoruz işte.


01.07.2010-CNBC-E BUSINESS


 


 
  *** SİZİ KUTLUYORUZ *** BUGÜN 1909271 ziyaretçi (4183112 klik) MİSAFİRİMİZ OLDUNUZ ***  
 
haberler haberler


Google Arama
Sitemde Arama
Yaşam ve İnsanlar

İstanbul Servisleri Neden Pahalı ? burakesc
Namaz Kılan Minik ile burakesc
GİMDES Helal Gıda Ramazan Buluşması burakesc
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol