Create Your Own Countdown

Google

   
  *** İYİLİK İÇİN KOŞANLARIN YERİ***
  27 Mayıs1960=Ergenekon 2009
 








Yassıada'nın nöbetçi subayları, sonraki darbelerin mimarı oldu  
Celal Bayar'ın torunu Prof. Dr. Emine Gürsoy Naskali, 27 Mayıs darbesinin yıldönümünde önemli açıklamalar yaptı. O dönem 10 yaşında olan Naskali'nin Yassıada zabıtlarıyla ilgili 7 kitabı var. "Ergenekon'daki darbe planlarıyla 27 Mayıs birbirinin kopyası.
 
 

Soruşturma, ülkeyi 27 Mayıs benzeri darbeden kurtardı." diyen Naskali, araştırmaları sırasında ilginç isimlerle karşılaştığının altını çiziyor. 21 Mayıs 1960 günü Kızılay'daki yürüyüşe katılan Harbiyeliler ve Yassıada'da nöbet tutan subayların hep terfi ettiğini vurgularken, bu isimlerden bazılarını "Şener Eruygur, Hurşit Tolon, Tuncer Kılınç, İsmail Hakkı Karadayı..." olarak sıralıyor. Karadayı'nın geçtiğimiz aylarda internete düşen ses kayıtları da Naskali'yi doğrular nitelikte: "27 Mayıs'a iştirak ettim. 12 Eylül'de Mamak tugay komutanıydım. Sabıkalıyız yani. Sicilim bozuk."

Kurtuluş Savaşı'nın 'Galip Hoca'sı, Lozan Barış Konferansı'nın müşaviri, Türkiye'nin üçüncü cumhurbaşkanı Celal Bayar, 27 Mayıs darbesinin ardından Yassıada'da yargılandı. İlerleyen yaşı sebebiyle idam edilmedi, ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı. Celal Bayar'ın torunu Prof. Dr. Emine Gürsoy Naskali, bu süreci en iyi bilen isimlerden. Darbenin yapıldığı tarihte 10 yaşındaydı ama uzun süredir Yassıada Mahkemesi zabıtları üzerinde çalışıyor. Tutanaklarla ilgili şu ana kadar 7 kitap hazırladı. 20 ciltlik bir eser oluşturabileceğini söylüyor. Yaptığı çalışmaların özeti şu: "Ergenekon davasıyla açığa çıkan darbe planlarıyla 27 Mayıs süreci birbirinin kopyası."

Naskali, Ergenekon soruşturmasının Türkiye'yi 27 Mayıs benzeri bir darbeden kurtardığı görüşünde. Vesayetçi zihniyetin 27 Mayıs'tan önce olduğu gibi bugün de insanları meydanlara toplayıp 'irtica var, şeriat geliyor' diyerek korku saldığını vurguluyor. Naskali, darbe girişiminin yargıya taşınmasının anayasal bir görev olduğunun altını çiziyor: "Sivil otoritenin, hükümetin, Meclis'in bir görevi de kendini ortadan kaldırmaya niyetlenen darbe planlarını ortaya çıkarmak ve yargılamaktır. Bu anlamda devlet, Ergenekon'u yargılamakla anayasal bir görevi yerine getiriyor." Naskali, Türkiye'nin darbe geleneğine 'dur' diyebilmek için Ergenekon zihniyetiyle yüzleşmesi gerektiğine inanıyor. Ergenekon soruşturmasını, 'Türkiye'nin geçmişte hesabını sormadığı darbelerin ve haksızlıkların tesellisi' olarak görüyor. Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek'e ait olduğu iddia edilen darbe günlüklerinin ortaya çıkarılmasının büyük bir başarı olduğunu kaydeden Naskali, şöyle devam ediyor: "Cesaretle çalıştılar, zor bir işi başardılar. Türkiye, konuşan bir ülke oldu. Belki sancılı bir süreçten geçiyoruz ama iyiye gittiğimizi düşünüyorum." Prof. Dr. Naskali, Ergenekoncular ve 27 Mayıs darbecileri arasındaki benzerlikleri ise şöyle sıralıyor: "27 Mayıs 1960 öncesinde muhalefet darbe zemini yaratmak için çalıştı. Gazeteler, gençlerin öldürülüp kıyma makinelerinden geçirilerek Et Balık Kurumu'nun buzhanelerine konulduğunu yazdı. Bazı cesetlerin Ankara Konya asfaltının altına gömüldüğü söylendi. Zamanın İstanbul Üniversitesi Rektörü Sıddık Sami Onar, "Çok sayıda ölü vardır, ölüleri mutlaka bulacağız." diye demeçler verdi. Ardından "memleket satıldı" haberleri yapıldı. Kars-Ardahan Ruslara satılmış sözde. Bugünkü vesayetçi, darbeci zihniyet de darbe zemini yaratmaya çalışıyor, toplulukları meydanlara topluyor, 'irtica var, şeriat geliyor' diyerek korku ortamı yaratıyor. Pavyondan çıkardıkları bir kızı giydirip, rol ezberletip, 'tarikatlar Türkiye'yi ele geçiriyor' dediler. Türkiye, aylarca bu uydurma olaya kilitlendi."

DARBELERİN SİVİL AYAĞI VAR

Naskali, soruşturma kapsamında gözaltına alınan bazı isimlere itiraz edilmesini anlamıyor. Darbelerin sivil ayağı olduğuna dikkat çekerken "CHP, 27 Mayıs'ın azmettiricisi oldu. Darbe sayesinde iktidar olmak istedi." görüşünü savunuyor. İsmet İnönü'nün, idamların ardından iktidarın kendisine teslim edilmesini beklediğini ileri sürüyor. Naskali, "Darbecilere, DP ileri gelenlerini, tüm milletvekili kadrosunu ve DP yandaşlarını yargılama fikrini CHP'li profesörler telkin etti. 'Yargılayıp suçlu bulmazsanız isyan suçundan siz suçlu duruma düşersiniz. İdamla yargılayıp bu işi neticelendirmeniz gerekir' dediler. Fikir babalığı yaptılar." ifadelerini kullanıyor. Naskali, Türkiye'deki aydınların "Vatandaşı kireç kuyularına nasıl atarsınız? Bu bombaları nerede kullanacaktınız? Bu kadar insan nasıl öldü, bu köyler nasıl dümdüz edildi?" sorularını sormamasından yakınıyor. Bu yapılmadığı gibi, "Sabahın erken saatinde saygın insanlar gözaltına mı alınır mı?" denildiğini dile getiriyor.

Öğrenci hareketlerini yönlendirdiler

22 Temmuz seçimlerinden AK Parti birinci çıktı. Ertesi gün Prof. Mümtaz Soysal, bir televizyon kanalında, 'AKP'nin gitmesi için 4 yıl mı bekleyeceğiz?' dedi. Bu zihniyet 1960'ta da etkiliydi. Öğrenci hareketlerini teşvik edip yönlendirdiler. Öğrenci olayları darbeye gerekçe gösterildi. Darbe yapıldıktan sonra da darbeyi hukuk kılıfına uydurmaya çalıştılar. Büyükbabamı asabilmek için Ceza Kanunu'nu değiştirdiler. 'Bu kanun, öncesini de kapsar' dediler.

60'ta Plevne gözdeydi şimdi 10. Yıl Marşı

Gazi Osman Paşa (Plevne) Marşı, muhteşem bir mehteran marşıdır: Tuna Nehri akmam diyor... 27 Mayıs öncesinde bu marş, sözleri değiştirilerek, darbe marşı haline getirildi. Günümüzde 10. Yıl Marşı eşliğinde Cumhuriyet mitingleri düzenleniyor. Ergenekon mahkemesini protesto için Cumhuriyet mitingleri yapılıyor. Bu miting, yargıya müdahale addedilmiyor. CHP bayrakları sallanıyor. Anıtkabir'e gidiliyor. Bir tarafta Atatürk yatıyor, bir tarafta Anıtkabir'i yaptırmayıp Atatürk'ü 12 yıl toprağa tevdi etmeden Etnografya Müzesi'nde mumya vaziyette tutan İnönü duruyor. Anıtkabir'i Celal Bayar yaptırmıştır.

Yassıada'da nöbet tutanlar, darbelerin mimarı

21 Mayıs 1960 günü harp okulu öğrencileri komutanlarının teşvik ve himayesinde Kızılay'da bir yürüyüş yaptı. Bu yürüyüşe katılan Harbiyeliler ve Yassıada'da nöbet tutan subaylar sürekli terfi etti. Bu isimler daha sonra hep karşımıza çıktı: Şener Eruygur, Hurşit Tolon, Çevik Bir, Tuncer Kılınç, Altay Tokat, Kemal Yılmaz, Edip Başer, Tamer Akbaş, Çetin Doğan, Yaşar Büyükanıt, Fevzi Türkeri, Akay Şakman, Teoman Koman, İlhami Erdil, Namık Kemal Ersun, Necip Torumtay, İsmail Hakkı Karadayı, Kemal Yamak, İlhan Oral, İrfan Tınaz, Doğu Aktulga... Hiçbiri Harbiye yürüyüşünü ve Yassıada'yı ağızlarına almadı. Hiçbiri 27 Mayıs darbesinden ve yapılanlardan dolayı pişmanlık duyduklarını söylemedi. Harbiye'de ve Yassıada'da ne yaptıklarını anlatmadılar.

Sıktı Ulay, yalan rapor düzenlediğini itiraf etti

27 Mayıs'ta harp okulu komutanı Sıtkı Ulay'dı. Sonra Milli Birlik Komitesi üyesi oldu. Yassıada'da şahitliğe çağırılmıştı. Darbe sırasında harp okulunu kampa göndermeyip Ankara'da tutabilmek için yalan rapor düzenlediğini iftiharla anlattı. Harp okulunu kampa göndermemek için İzmir'de Menteşe bölgesindeki kamp yerinin çok iyi ve güzel olmasına rağmen 'kamp yapmaya uygun değildir, suyu mikropludur, otlarının içinde yılan bulunur' şeklinde yalan rapor düzenlediğini itiraf etti. Harp okulu öğrencilerini silahlandırırken 'silah temizliyorlar' bahanesini uydurduğunu açıkladı. ZAMAN

İSA YAZAR
27 Mayıs 2009,







 
27 Mayıs ve Erdelhun sendromu
27/05/2009
 
Bülent KORUCU - ZAMAN
 
 
 
 

Bugün 27 Mayıs, yakın tarihimizin ön önemli dönüm noktalarından birinin yıldönümü. 1950'de başlayan çok partili demokratik düzenin karşılaştığı ilk darbe, sembolik anlamların ötesinde büyük bir kırılmayı da ifade ediyor. İhtilali yapanlar iddialı biçimde yeni dönemi 'İkinci Cumhuriyet' olarak adlandırmıştı.
Söz konusu nitelemeyi hak edecek ölçüde devletin yeniden dizayn edildiği muhakkak. Orduyu devlet cihazı içinde sivil siyasetin başına vasi olarak diken düzenlemelerin pek çoğu 27 Mayıs'ın icraatı. Kendini devletin gerçek sahipleri olarak gören üniformalı bürokrasi, sivillerin oynayacağı alanı belirleme ve gerektiğinde geri alma hakkını elinde tuttuğunu ilan etti. O güne kadar kurucu irade ve onu temsil eden Atatürk tarafından 'siyaset dışı' olarak yapılan tespit 'siyaset üstü' şeklinde değiştirildi.

Siyaseti denetleme ve yönlendirme imtiyazı, onun bir parçası olmayı beraberinde getirdi. Bu gerçeğin hayati sonuçları doğdu. Öncelikle ilgi ve uzmanlık alanında olmayan konulara harcanan mesai, asli görevin ikinci planda kalmasına yol açtı. Genelkurmay basın sözcüsü, açıklamalarını sivil kıyafetle yapsa, rahatlıkla bir parti sözcüsü ya da sivil bürokrat zannedilebilir. 'Gömdüğü mayınları bulup temizleyemeyen ordu' eleştirilerine bu haftaki toplantıda cevap verilecek mi bilmiyorum. Ama mayın temizleme konusunda İsrail'e muhtaç oluşumuzun altında asli işin ikinci planda kalmasının rolü kesinlikle tartışılmalı.

1960 İhtilali'nin Türk Silahlı Kuvvetleri'ne ikinci darbesi 235'i general olmak üzere 7.200 subayın emekli edilmesiydi. Aksiyon dergisinde 'Askere Darbe' başlığıyla verilen dosyada ayrıntısıyla anlatılan tasfiye, TSK'nın genlerine yapılmış bir müdahaleydi. Yeni düzene göre ilk dizayn orduda yapıldı. Başbakan'ın içinde bulunduğu üç siyasetçiyi idam ederek en büyük gözdağını vermeleri bile belki de bu müdahaleyle mümkün oldu. Kanlı 27 Mayıs darbesinin ordudaki en önemli neticesini 'Erdelhun sendromu' olarak adlandırabiliriz. Erdelhun ismi, yakın tarih meraklıları dışında unutulmuştu. Ergenekon Terör Örgütü sanıklarınca organize edildiği anlaşılan 'Genç subaylar rahatsız' haberleri, Yassıada'da yargılanan Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun'u gündeme taşıdı. Sahte mektuplar ve kurgulanmış haberlerle dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök'e, 'Erdelhun'u unutma' mesajları veriliyordu. Erdelhun'un maruz kaldığı insanlık dışı işkenceler sonraki dönemlere damgasını vurdu. 27 Mayıs, sadece cuntaların kolaylıkla emellerine ulaşabileceklerini göstermedi; aynı zamanda ne kadar zalim olabileceklerinin de misaliydi. Başbakan'ı asarak sivillere, Genelkurmay Başkanı'na işkence ederek TSK'ya gözdağı verildi. TSK'da 'Mustafa Muğlalı sendromu' çok sık zikredilir. Fakat ondan daha yaygın ve önemlisi Erdelhun sendromuydu. Özkök biraz talihinin de yardımıyla bu zinciri kırabilen belki tek komutandı.

Emekli bir asker olan 'Türkiye'de Demokrasinin Yüz Yıllık Serüveni' kitabının yazarı Dr. Erdoğan Günal'ın askerin yaşadığı travmayı anlatırken Aksiyon'da verdiği örnek çok çarpıcı: "Mesela, tümgeneral rütbesinde iken ordu komutanlığına atanan Celal Alkoç bu duruma sevinemez bile. Zira kumanda edeceği yeni birliğine ancak Millî Birlik Komitesi'ne yakın bir subay olan Albay Dündar Seyhan'la gidebilir. 'Sen, koskoca bir ordu kumandanını ilk mektebe götürülen bir çocuk gibi elinden tutmuş götürüyorsun.' der." 27 Mayıs'ı bütün yönleriyle masaya yatırmakta fayda var. Siyasî hayata yaptığı etkiler kadar orduda sebep olduğu kırılmalar ve sendromları da özenle incelemeliyiz. Madalyonun sadece bir yüzü çok ön planda; herkes orgenerallerin yüzünde sigara söndüren teğmeni biliyor. İlk mektep talebesi gibi tayin yerine götürülen generallerin travması da çok hafif değildi. b.korucu@zaman.com.tr



'Emirleriniz peygamber buyruğudur...' 27 Mayıs 2009 Çarşamba : 


İnönü'ye telefon edip "Emirleriniz bizim için bir peygamber buyruğudur" sözünü söyleyen kişi kimdi. Bu darbede CHP'nin parmağı var mıydı? İşte cavabı:

 
Hasan Bülent Kahraman'ın yazısı
Öteki 27 Mayıs

49 yıl önce bugün gerçekleşen askeri darbe üstünde çok şey yazıldıysa da tartışmalar darbeyi kimin yaptığını sorgulamaktan öteye gidemedi. 1950'de büyük bir hamleyle iktidara gelenler çok uzun yıllar boyunca sonlarını getiren hareketin arkasında CHP ve İsmet Paşa'nın olduğunu kanıtlamaya çalıştılar. Özellikle de İnönü'nün orduyu kışkırttığını öne sürdüler. Sanki bunu kanıtlasalar işte o zaman darbe gayri meşru olacaktı.
Bu tartışma boşunadır. Türk Siyasetinin Yapısal Analizi-1: Kavramlar, Kurumlar, Kuramlar başlıklı kitabımda öne sürdüğüm tezden hareket edecek olursam CHP'nin adeta doğal bir biçimde bu darbeye dahil olduğunu söylemek zorundayım. Çünkü Türk siyasal modernleşmesi ordu-bürokrasi-aydınlar (öğrencilerin aklında daha kolay kalsın diye buna komik bir biçimde OBA Teorisi diyorum) tarafından ve gene benim Tarihsel Blok dediğim güç odağı tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu odak Türk siyasetinde siyasal merkezi teşkil eder. Öte yanda halk-siyaset- muhalefet üçlüsünden meydana gelmiş çevre yer alır. 27 Mayıs merkezin 1950'de çevreye kaptırdığı iktidarı geri almasıydı. O nedenle CHP hareketin içindeydi, doğal sahibiydi. Cemal Gürsel'in darbeden sonra İnönü'ye telefon edip "Emirleriniz bizim için bir peygamber buyruğudur" sözünü anımsamaya dahi gerek yoktur bu mekanizmanın nasıl işlediğini görmek için.

Eski CHP'nin 'yeni'si
Böyle olmasına böyledir ama bu, 27 Mayıs'ı hazırlayan bilincin CHP eliyle 1950'den sonra kazandığı önemli birikim ve açılımı görmezden gelmeyi gerektirmez. Darbe hiçbir biçimde meşru değildir. Olamaz da. Ne var ki, siyasal modernleşmenin merkez kanatları tarafından sürdürülen bir mantığı unutmamak gerekir. Bu kesim yani CHP 1950'de DP'nin gördüğü sosyal itibarı göz önüne alarak kendini yenilemek zorunluluğunu hissetmiştir. Bu yenileme CHP'nin dönüşmesi kadar daha geniş bir demokrasi ihtiyacının dile getirilmesi, demokratik devletin olmazsa olmaz kurumlarının yerleştirilmesi demekti.
Bu çabalar yeni bir kuşağın CHP'de yönetime yakın olmasıyla başlar. İçlerinde Turan Güneş'in, Bülent Ecevit'in, Doğan Avcıoğlu'nun, Turhan Feyzioğlu'nun yer aldığı bu kadro 1957'de İlk Hedefler Beyannamesi' ni yayınlar.
Bu beyanname, insan haklarını, hukuk devletini, mahkeme bağımsızlığını, söz, basın, toplantı özgürlüğünü, nispi temsil sistemini, Anayasa Mahkemesi'ni, grev ve toplu sözleşme hakkını, sendikayı, planlı ekonomiyi, sosyal sigortayı öngörüyordu. Açıkçası bu beyanname 1961 Anayasası'nın temelini hazırlıyordu.

Demokratik ihtiyacı anlamak

Buradaki kritik nokta şuydu. O güne kadar ülke 1924 Anayasası ile yönetilmişti. Bu anayasa 1950 sonrasında yaşanan aktif modernleşmeyle gelen büyük ve hızlı sosyoekonomik dönüşümün ürettiği yeni toplumsal talepleri karşılayamıyordu.
CHP bunu görmüştü. DP ise elindeki büyük imkânlara ve ortaya koyduğu çok önemli toplumsal dönüşüm hamlesine rağmen demokratikleşmeyi, hiç değilse bu beyannamede zikredilen maddeler itibariyle, ne algılayabilmiş ne de gerçekleştirmişti.
O zaman geriye çok zor ve çok sancılı bir yol kalıyordu. DP eğer sözünü ettiğim demokratikleşmeyi gerçekleştirebilseydi bunu büyük bir halk desteğiyle yapacaktı. Belki de bugün yaşadığımız sıkıntılar böylece aşılacaktı. Ortaya çıkan anayasa bir toplum sözleşmesine çok yaklaşacaktı. Yapamadı. Kaybetti.
Buna mukabil CHP bu gerçeği gördü. Fakat arkasında bunu gerçekleştirecek bir halk desteği yoktu. (O destek CHP'ye 1973 ve 77'de verildi. Yani neresinden bakılsa 20-25 yıl sonra, bitmez tükenmez bir enerji ve çabalama sonucunda.)
O zaman kendi kültürü içinde bu kısıtlamayı iki türlü aştı.
Pratik düzeyde bunu klasik yöntemiyle yani orduya dayanarak, ordu aracılığıyla gerçekleştirdi. Kuramsal düzeyde ise bütün bu hakları topluma değil devlete ait saydı. O nedenle de 1961 Anayasası, özünde demokratik ve vatandaşa dönük ilkeleri barındırsa da son kertede devleti vatandaşa karşı korumayı hedefleyen bir anayasa oldu.
İki taraf için de neresinden bakılsa bu hazin sonucun daha da vahimi elbette 1961 sonrasında başlayan toplumsal dönüşümün CHP mecrasında gelişmesi ve solun katı bir devletçilik, ciddi bir cuntacılıkla özdeşleşmesidir.
27 Mayıs deyince tartışmayı unuttuğumuz bunlardır.

SABAH



Darbenin mimarından itiraf: Hukukçular danışmanımızdı  
27 Mayıs'ın mimarlarından Milli Birlik Komitesi (MBK) üyesi emekli Kurmay Yarbay Mustafa Kaplan, darbe süreciyle ilgili ilginç açıklamalarda bulundu. Kaplan, darbe döneminde özellikle İstanbul ve Ankara'daki üniversitelerde görevli hukuk profesörleri ile birlikte çalıştıklarını söyledi.
 
 

İhtilalin hocaların merî hukukuyla (güncel hukuk) geldiğini belirten Kaplan, "Profesörler bizim danışmanlarımızdı. O zaman en yetkili kişiler onlardı. Onların hazırladıkları hukuku uyguladık." dedi. Kaplan, darbenin ardından Sıkıyönetim Komutanı Cemal Madanoğlu'nun başını çektiği grubun iktidarı CHP'ye bırakmak için mücadele ettiğini de açıkladı. Alparslan Türkeş ve kendisinin içinde bulunduğu 14'ler grubunun buna karşı geldiğini vurguladı. Kaplan'a göre MBK üyeleri ile CHP arasında doğrudan bir bağlantı yok ancak gayeleri müşterek. 14'ler grubu itirazları sebebiyle 13 Kasım 1960'ta yurtdışına gönderildi. Kaplan, "14'ler buna direnseydi, ülkede kaos çıkardı." dedi. Kaplan, Yassıada'da verilen idam kararlarıyla ilgili ise net konuştu: "Biz MBK olarak iktidara idam cezası verilmesine karşıydık. Onlara 4 yıl gibi bir süre siyaset yasağı koyacaktık. Başbakan, Cumhurbaşkanı, Bakanlar Kurulu ve Tahkikat Komisyonu üyesi yaklaşık 15 kişiyi İsviçre'ye gönderecektik. CHP Genel Başkanı İsmet İnönü ve Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel inisiyatif kullanmış olsaydı idamlar olmazdı." İdam kararlarını uygulayacak kurulun MBK olduğunu hatırlatan Kaplan, onay sürecini şöyle aktardı: "O gün MBK'da 22 kişi vardı. Bunların 11'i idama evet derken 11'i hayır kararı verdi. Mehmet Özgüneş ve Ahmet Yıldız idamlara karşıydı. Daha sonra Talat Aydemir tarafından Özgüneş tehdit edildi. O da idama onay verdi. Karar 13'e 9 şeklinde çıktı."

MBK, Orgeneral Cemal Gürsel'in başkanlığını yaptığı 38 subaydan oluşan bir kurul. Cemal Madanoğlu'nun yürüttüğü tasfiye sonucu, ordunun yönetimde kalmasını savunan 14 üye yurtdışına gönderildi. Kurmay Yarbay Mustafa Kaplan, Lizbon'a hükümet müşaviri olarak gönderildi. İki yıl sonra Türkiye'ye kesin dönüş yapan Kaplan, Alparslan Türkeş ile Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'ni (CKMP) kurdu. ZAMAN

BAYRAM KAYA
27 Mayıs 2009, Çarşamba





 
  *** SİZİ KUTLUYORUZ *** BUGÜN 1923463 ziyaretçi (4212261 klik) MİSAFİRİMİZ OLDUNUZ ***  
 
haberler haberler


Google Arama
Sitemde Arama
Yaşam ve İnsanlar

İstanbul Servisleri Neden Pahalı ? burakesc
Namaz Kılan Minik ile burakesc
GİMDES Helal Gıda Ramazan Buluşması burakesc
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol