Create Your Own Countdown

Google

   
  *** İYİLİK İÇİN KOŞANLARIN YERİ***
  HALİT KIVANÇ
 













üç parti aynı anda milletvekilliği teklif etti.

Neredeyse ağlayacaktım.

Üçü de “Sen bizdensin” diyor.

Üçünün de fikirleri ayrı.

Görüşleri ayrı.

Oturdum, 

gözümde yaşla düşünmeye başladım,

“Ben bu kadar mı sahtekârım,


herkes bizdensin diyor...”



- 1951’de Beyrut’ta bir falcı,

“Öyle bir iş sahibi olacaksın ki bir konuşacaksın

herkes seni dinleyecek” dedi.

Sunucu oldu.

Aynı falcı büyük bir adamla tanışacağını söyledi.

O adam Papa’ydı.



MAHKEMEDE KÜRTÇE HAKİMLİK YAPTIM


free kick - frikik> SERBEST  VURUŞ


corner - korner> KÖŞE VURUŞU

 
centre - santra  > BAŞLAMA VURUŞU


forward - forvet> SAĞ-SOL AÇIK





Halit Kıvanç’tan Çarpıcı Açıklamalar!


haberx.com’dan 

Hülya Okur’a konuşan

spor spikerlerinin

duayen isimlerinden

 Halit Kıvanç,

futbolun hiçbir memlekette

şikesiz oynanmadığını

söyledi.

İşte Hülya Okur’un

Halit Kıvanç Röportajı:



“KİMLİKLERİMDEKİ DOĞUM

TARİHLERİ BİRBİRİNDEN FARKLI”


1926’da Fatih’te 5 kardeşin sonuncusu olarak dünyaya geldiniz. Sizin yaşam mücadelenizin başlama düdüğünün çaldığı yer neresi?

Şimdi bir kere benim doğum tarihim yanlış doğru bilmiyorum. Eski 1300’lü tarihler o sırada bitiyor. Mina ile ben 18.2341’de doğmuşuz. Fakat o zaman nüfus çıkartıldı baktık, 1926 dediler. Fakat o yıl ile yeni yılın aynı olmasına imkan yok. Biri, Rumi yılların Ocak- Şubat değil ki, Hicri senelerin ayları eksik. Ben 18 Şubat doğumlu mu ne oluyorum. Fakat ne çıkarsa, peki. Devletin verdiği şeylerde bile farklı. Sürücü ehliyetinde doğum tarihi, 1926. Nüfus suretinde, Türkiye Cumhuriyetinin bana verdiği doğum tarihi, 18.02.1925. var mı böyle bir şey? Elimde devletin bana verdiği belge var. Mühim olmayan yerdeyse 1926 diyorum, olan yerdeyse 1925 diyorum. Ama 80 yaşını geçtikten sonra da artık, ister 1923 desin, ister 1312 desin hiç umurumda değil.

“AİLEMİN ZENGİN ZAMANINA GELMEDİM”

Babanız İsmail Bey, ticaretle uğraşırken, anneniz Leman Hanım ise mucit olarak tanınıyor.

Ben doğduğumda 3 katlı, güzel bir evde oturuyorduk ama bu kirada bir evdi. Fakat söylerlerdi ki, babam bayağı iyi kazanan bir tüccarmış. Fatih’te bir yangın oluyor ve mahalleler yanıyor, 3 büyük ev yanmış, ondan sonra ticaret yapıyor, İzmir’e bir vapur dolusu mal yolluyor, vapur batıyor, vapurun içindeki malların 2/3’si babamın. Fakat o zaman sigorta olmadığı için bütün mallar sıfıra iniyor. Ben doğduğumda, ticaret yapan, küçük bir insandı, o bakımdan ben, zengin zamanına gelmedim. Otomobil , ev yoktu ama ağabeylerim, ablalarım öyle büyümüşlerdi. Pertavniyal Lisesine gittim fakat şimdi ‘İnek talebe’ diyorlar, ben öyle bir talebeydim. İkinci senesinde, ‘İftihar listesi’ kuruldu Göstereyim(1944-1945)…

Bu o zaman o kadar önemli bir şey ki, şimdi de tarihi bir belge. Ben ailemin mali durumunu gördüm ve benim çalışıp bu aileye para getirmem lazım, diye düşündüm. Bu beni çalışkan olmaya sevk etti. Okurken hiç birşeyim yoktu. Babam, “Devlete memur çalış, alacağın parayı bil” dedi.Benim milyonum da oldu, bir kuruşum da olmadı. İkisinin arası. Liseyi bitirmeme 10 gün kala kaybettim babamı. Ağabeyim maliyede memur: “Benim paramın 1/3′i benim, 1/3′i ailemin, 1/3′i de senin. Biz okumadıki sen üniversite oku” dedi. Üniversitede de ben kırık not almadan, 4 senede bitirdim. Ve hakimliğe girmeye karar verdim.

“ EN KÖTÜ ANIM AĞABEYİMİN ÖLÜMÜ, EN DUYGUSAL ANIM İSE ALMAN HOCAM”

1950 yılında, Siirt’in Kozluk ilçesinde başlayan bir Hakimlik daha sonra da Avukatlık görevleriniz var.

Ama 45 senesinde, üniversitede okurken, dergilerde yazı yazmaya başlamıştım. Bunu herkes spor zanneder halbuki ben kendi kendime mizah denemeleri yapıyordum. Bana kimse öğretmedi, ağabeyim çok komikti. Muammer Karaca:”Kemal gel ne olur, ne istiyorsan üst kademeden” dedi, ama o, para ile insanları güldüremem, dedi. Çok genç kaybettik, 59 yaşındaydı, emekliliği gelmişti, o zamanın 30 Lirası ile ikramiye alacak, vefat etti, evli olmadığı için, devlete kaldı o para. Ameliyat oldu,başarılı geçti, uyanmadı, o gün esas doktor yokmuş, asistan bir doktor fazla narkoz verdiği için uyanmadı, bunlar benim en kötü anılarımdı. Annem de çok önemli. Okuma yazması yoktu, ‘L’ harfini öğrettik, Leman diye ‘L’ yazar, çizerdi. Ama gider, komşulardan öğrenirdi. Lisede okuyorum, “Yazları tatil, boş gezeceğine, üniversitede yabancı dil kursları varmış, o kurslara lise öğrencileri de gidebiliyormuş” dedi ve yerini öğrendi, oraya gittim. İkincisi Pertevniyal’da bir şansımız oldu ki, harp yılı çocuğuyuz. Harpten kaçıp Almanya’dan gelenlerden biri de Pertevniyal’de idi, ilk derste dedi ki, “Türkçe bitti” hiç anlamıyorum, adam çıkıyor, bir şeyler söylüyor ama sonra üniversiteye girişte bir sınav kondu, o sınavlara Almanca’dan girenler arasından 10 kişiden 6 tanesi Pertevniya mezunu. Çünkü o Alman hoca, bize öyle öğretti ki… biz ona borcumuzu şöyle ödedik, Almanya’dan döndü, 5-6 arkadaş misafir ettik ve Şen Tiyatrosunda, “Merhaba Müzik” diye bir müzikal oynuyordu ve bunun sunucusuydum, bunu seyretti, beraber yemeğe gittik.Kendisini İstanbul’da misafir edenlerden biri, Belediye Başkan yardımcısı. Bursa’nın en büyük profesör doktoru, onun öğrencileri. Bu benim hayattaki en duygusal olayımdır.

“FENERBAHÇE’YE 5 YAŞINDA SEMPATİ DUYDUM”

Hukuk’un kalın ve soğuk duvarlarından televizyonun renkli dünyasına geçişiniz nasıl oldu?

Ben liseyi bitirdiğimde tesadüflerle yazı yazmaya başlamıştım. Herkesin okuduğu, Akbaba mizah dergisine iki arkadaş gittik, Yusuf Ziya Ortaç’ı görmeye.Yazılarımızı bıraktık, 15 gün sonra Yusuf Ziya Bey bizi görmek istedi, “Tebrik ediyorum, çok beğendim, Akbaba’da kendi imzan ile çıkacak yazın” dedi. Abim maç meraklısıydı, elimden tutup götürürdü. Bir arkadaşım da, gazetecisin, bedava maçlara girersin, dedi. Ben maça gitmeye başladım, Fatih’te oturuyoruz. Amcamın evi, Kadıköy Fenerbahçe stadının bahçesinin yanında. 5 yaşında ağabeyleri görüyorum, Zeki Rıza’yı seyredermişim, o sempatiyle girdim Fenerbahçe’ye. Mahallede de iyi top oynayanlar vardı, derlerdi ki, “Çocuk, top oynasın, kahveye dadanmasın” Onun için spora yatkım oldu. Sonra gazetecilik başladı, bir yeteneğim varmış ama en önemli şey, iki kişiyi tanıdım. Biri, Mithat Berrin, biri Abdi İpekçi. İstanbul expres diye bir gazete çıktı, rekor kırdı.

“ABDİ İPEKÇİ İLE BİRBİRİMİZE DÜRÜSTLÜĞÜ ÖĞRETTİK”

İstanbul Ekpres, Tercüman, Hürriyet, Güneş, Milliyet gibi gazetelerde çalıştınız. Bab-ı Ali yokuşunu tırmanışınızda magazinden ve spordan sorumlu yardımcılığını yaptığınız Abdi İpekçinin kollarına girdiniz.

Birkaç kişi beraberdik. Abdi, hayatta tanıdığım en dürüst insandı benim için, koyu Galatasaraylıydı, ben ve benimle beraber iki-üç arkadaşım, Milliyet’te çalıştığımız zaman da Abdi ile beraberdik. Fenerbahçe maç kazanır, biz bir şey yazarız, Abdi sanki Fenerbahçeli gibi derdi ki, “Az met etmişsiniz”, Galatasaray kazanır, “Çok abartmışsınız” Ya adam 4 tane atmış. Abdi ile çalışırken, her şeyden önce dürüstlüğü birbirimize öğretmiştik. Abdi çok namuslu bir insandı. Galatasaray’ın aleyhine bir yazı varsa, tamam der, koyardı. Bir gün oldu, Abdi İpekçi’nin bir yerde bir yazısı çıktı. Aziz Nesin, o yazıyla biraz alay eden bir yazı yazdı. İsim vererek, Milliyette çalışanlar için ”Bunlar da cins vs” dedi. Ve birkaç gün sonrada bir özür kazandı. Aziz Nesin çok üzülüyor, gazeteler sayfalarının içinde ufak gösteriyor, Milliyet birinci sayfadan çok büyük gösterdi, imzalı yazı yazdık, ben Abdi falan. “Ya sizden özür diliyorum, tanımamışım sizi, siz benden daha büyüksünüz” dedi. Bunlar küçük anılar. Babam benden memur olmamı istedi, ben hakimliğe gireceğim, hakim stajına başladım, bağlı bulunduğumuz hukuk bürosuna başladım, “Ben yazı yazıyorum” dedim, “Gazetelerde Sanat ve spor yazısı yazabilirsin ama siyasi muhabirlik yapamazsın” dediler. Futbolun mizahını yazıyorum, maça gidip maç yazıyorum falan. Haftalık 2,5 lira ile başladık.

“THY’NIN İLK HOSTESLERİNDEN BİRİYİM”

Bu sırada staj bitti, tayinim geldi, atladım, Diyarbakır’a gittim, uçağa binen 50 kişiden biriyim, 1950 yılı, THY bile yok daha, Devlet Hava Yolları. Hostesler gecesinde de ben bu espriyi yapmışımdır, “THY’nın ilk hosteslerinden biriyim ben” dedim. Çünkü havaalanına bir yere indik, bir tek küçücük baraka var, bisküvit satılıyor, oradan aldım, geldim uçağa, uçakta ilk hostes olarak ben kendi kendime ikramda bulundum. Kura öyle bir yere çıktı ki, Güneydoğu’da bu nevi olayların başladı bir yer. Haritada bulamıyorsun, köy, yeni ilçe olmuş, Kozluk, Siirt’e bağlı. Diyarbakır’daki Mahkemeye gittim, oraya nasıl gideceğimi sordum, atla gidiliyor, fakat atlar dağların sivri yerlerinde ayakları kayıyor, tehlikelidir, onun için katır seferi var, dedi. 13 saat. Köye indik. Beni götüren çocuk tercümanlık yaptı, Türkçe bilen yoktu hiç. Başka Hakim gelmemiş, kaymakam da Kadıköylü bir gençti. Çok az bir nüfus vardı, duruşmaları yazdım, 100-150 kelime ezberledim. İstanbul’dan, lise bitirmiş bir çocuk vardı, o da zabıt katibi.

“HAKİMLİKTEKİ BAŞARIM, “YASAK BÖLGEYE GİRMEK DEĞİL, ORAYA İKAMET SUÇTUR” KARARIDIR”

Mahkemelerimi yaptım ve bu arada hakimlik mesleğinde çok büyük bir başarıya adım attım. O da şu: Gezmeye gidiyorsun, karşına şu yazı çıkıyor:”Mıntıka-i memnuna girilemez!” Kürt isyanının olduğu bölge orası. Bazı olaylar olmuş. Bazı köylere girilmiyor, adam oraya giriyor, koyunu kaçmış, yakalıyor askerler getiriyorlar, karşımıza, ben bunların hepsini beraat ettirdim, 5-10-20 kişi falan. Siirt Savcısı telefon açtı, “Hakim bey, siz daha gençsiniz, tecrübesizsiniz, başınıza dert gelir, biz bunların hepsini temyiz edeceğiz, bunlar bozulacak, sizin meslekteki ilk adımda durumunuz kötüleşir” dedi. “Efendim” dedim, yasak bölgeye girmek diye bir suç yok, yasak bölgede ikamet etmek suç. Yani yürüyerek oradan geçebilirsin, “Hayır dedi ve temyiz etti” Ankara’da olay çıkmış, ve Yargıtay’ın daireleri Kozluk yargıcı, “Bilmem kaç sicil numaralı Halit Kıvanç’ın verdiği karar doğrudur” deniyor ve bütün bölgelere tamim ediliyor. “Yasak bölgeye girmek değil, oraya ikamet suçtur” diye. Onun üzerine bana dediler ki, terfi hanenize yazıldı. İyi de, küçücük bir kasaba, lokanta yok, ev sahibi kapımın önüne yumurta, süt bırakıyor, öğlen yemeği de aynı. Üç ay durabildim orada. Çünkü orada bir para alıyorum, İstanbul’daki gazeteden aldığım para, ondan 5 lira eksik. Maaşım 105 lira, İstanbul’da 100 lira alıyorum. İzin istedim, yedek olmadığı için yerimden ayrılamayacağımı söylediler. Bir kasaba konuşacağım hiç kimse yok, şartlar çok zor ve çok gencim. Bir de lisan biliyorum, gazeteden maaşımın iki misline çıkartılması teklifi gelmiş. Gazetecilik- yazarlığı da çok seviyorum, onun için bıraktım ama olmasaydı, bırakmazdım. Gazetecilik, yazarlık ve de halk önüne çıkmak o kadar içimde varmış ki, bir gün bıraktım, atladım, döndüm geldim. Uçakla gitmiştim, trenle döndüm.

“MAHKEMEDE KÜRTÇE HAKİMLİK YAPTIM”


1973 yılında, TRT2’deki bir şarkı yarışmasında, Cem Karaca’nın, Namus Belası’nı söylediği sahnenin finalinde parmağınızda beyaz bir güvercinle siz belirmişsiniz. Sosyoloji adına, Namus Belası’ndaki sözler ülkemizde hala cereyan ederken, siz hala uçurabilecek güvercinler bulabiliyor musunuz? Kürt sorununa ilişkin nasıl bir öngörüye sahipsiniz?

Yarınlar için umut değil, istek taşıyorum.Çünkü ben oradaki insanları da gördüm, Kürt, Türk…hatta ne cins olursa olsun…dünyayı çok dolaştım, 1 sene de BBC’de çalıştım, yakından gördüm. Ama orada bile vardır; İngiliz, İskoç, İrlandalı…Ben insanları seviyorum, hepsi Allah’ın yarattığı kullar. O bakımdan ben insanların benimle yakın olmasını istiyorum. Orada ben memnundum herkesten. Kürtçe öğrenip, Kürtçe duruşma yapıyordum. Dil önemli değil, birbirini sevmek önemli. Hiç kimse Kürtçe bilmiyor, benim zabıt katibim biliyor, gel bakalım söyle, anlatıyor, git dışarıda bekle, diyorum. Duyarken Türkçe yazıyor. Okuyorum ne dediklerini. Ben Kürtçe “ji buna xude rast beşe” Allah hakkı için doğru söyle” diyorum ve dinliyorum. Bu çok önemliydi, hakimliği böyle saygın bir şekilde yapıyordum ve sonra öyle oldu ki, geliyorlar, kahveye, sana bilmem ne pilavı yaptık, beraber yiyelim. Ben giderken kaç yüz kişiyse hepsi toplandı ve ağlayanlar vardı, “Niye gidiyorsun, sen bizdendin falan “diye. Sen Kürtçe konuşabilirsin, bana ne, benim milletimdensin, İngiliz de olabilirsin, Türk’sen ben seni Türk sayarım, böyle bir davranış içindeydim. BBC’de çalışırken de öyleydim, 6 aylık gittim, bana 5 yıllık kontrat teklif ettiler.

“TÜRK TELEVİZYONLARINDA BİRÇOK İLKE İMZA ATTIM.”


1963’te gittiniz ve size verilen kartla kraliyet düğünlerinde bile bulunma avantajı yaşarken üstelik maaşınıza zam yapılması söz konusuyken, Türkiye’de televizyonun kurulması fikrinin peşinde oldunuz.

Genel Müdür Yardımcısı çağırdı, “Halit Kıvanç, BBC’de çalışmak için herkes torpiller buluyor, biz size teklif yapıyoruz” dedi. “Efendim Türkiye’de televizyon başlıyor, burada ben radyoda çalışıyorum, televizyon benim istikbalim, ve Türkiye’de televizyona ilk çıkanlardan olmak istiyorum” dedim. Adam ayağa kalktı, teklifimizi geri alıyorum, haklısınız, dedi. Ve hakikaten ilk olan bir çok şeye imza attım. 1970’lerde İzmir’de, Akdeniz olimpiyatları başlıyor, açılıyor, bütün dünyaya yayın yapıyor, BBC vs…Ve Atatürk stadında, kürsüde birisi, o adam benim. Valiyi, Namık Kemal Şentürk’ü çağırıyorum. Bir çok maçta ilk spikerliği yapan insan. BBC’de çalışırken, Fransa’nın şovalyesi, en büyük dairesinde beni kabul etti, 1,5 saat röportaj. Victoria Gassman, Elizabeth Taylor ile Rhapsody filmini çevirmiş, ve Victoria Gassman ile ben, oradaki en büyük restauranda (o ısmarlıyor) viskiler önümüzde, bütün İngiliz basınında çıkıyor benim resimler, Türkiye’de tek gazetede çıkıyor.

“ŞİMDİ İKİ YABANCI DİL BİLEN TELEVİZYONLARDA İŞ BULAMIYOR.”

Artık Türk televizyonlarında sizin yakaladığınız gibi ilkler trendi var mı?

Şimdi şartlar değişti. Şimdi iki yabancı dil bilen televizyonlarda iş bulamıyor. İlk olmanın avantajı da vardı. Ama ben de o ilk olmanın avantajını çok iyi kullandım. İnek talebeydim, her sene sınıf birincisi, nereye gitsem bir şey yapacağım ama önce gazete istedim sonra tesadüf oldu, gazetenin toplantılarında, o zaman takdimcilik yapıyordum, “Halit konuşur, ağzı laf yapar, Abdi çıkar, iki cümle söyler gider, Halit konuşur, o gazetenin konuşan adamı” derdi. Ondan sonra derken derken gazete ikinci plana gitti.

“ABDULLAH GÜL, ÇOCUKLUĞUNDA HALİT KIVANÇCILIK OYNARMIŞ”


2002 yılında Fransa’dan Le Monde’ye verdiğiniz röportajda, ‘‘Türk televizyon tarihinin ilk spor yorumcusuyum. 10 Dünya Kupası takip ettim, bu kesinlikle bir rekor. İsmet İnönü’den beri tüm Türk cumhurbaşkanlarıyla da mülakat yaptım. Ve de kadınlarla’’ demiştiniz.

İlk spor yorumcusu değilim, yorumcularındanım. Benimle beraber TRT’de bir çok insan var. Atatürk hariç bütün devlet başkanlarıyla yaptım. Dedeman Otelinin kuruluş yıl dönümüne, Dış İşleri Bakanı Abdullah Gül’ü davet ettim. Geldi dedi ki, “Küçücük bir radyomuz vardı, odaya koyardık, ağabeyimle birlikte, kapıyı kapatırdık, biz maçta bağırıyoruz diye annem babam kızardı, biz de odada dinler, bittikten sonra da taraf, fırça ne varsa, “Burası Mithat Paşa stadı, karşınızda Halit Kıvanç diye Halit Kıvançlık oynardık, şimdi Halit Ağabey, beni sunuyor” dedi. Tayyip’i de Kasımpaşa’dan tanırım. İkisine de yakın değilim. Karşılarında değilim, Başbakan, Cumhurbaşkanı olarak saygı gösteririm ama o da spor yazarları toplantısı yapıyor beni çağırmıyor. Ben adamları değilim. Ben kimsenin adamı olmadım ama bunda İsmet Paşa’yı falan ayrı tutuyorum. Ama Demirel? Ben bir ameliyat oluyorum, hastanede yatıyorum, ertesi gün telefon, karıma diyor ki: ”Halit bey kardeşimin hastalığını biz gazetede mi okuyacaktık?”

“TAYYİP ERDOĞAN, BENİM MAÇLARIMI DİNLEYEREK SPORU SEVMİŞ”,

“KAVGALI DAHİ OLSAM KİŞİLERİ RESMİ SIFATIYLA ANONS EDERİM”


Müjdat Gezen’in doğum gününde, Deniz Baykal’ı, “Gerçek bir devlet adamı” diye anons etmiştiniz. ‘‘Türk milleti ona ‘Baba’ der’’ diye tanıttığınız isim ise: Demirel. Bugünkü siyasetçileri takdim etmiyor olmanız sizin açınızdan şans mı?Mesela Tayyip Erdoğan için ne derdiniz?

Ben Tayyip Erdoğan’ı Kasımpaşa’da, genç bir sporcu olarak tanıyorum. 1998 Dünya Kupasına gittim. Bizim stada giriş kartlarımızı Futbol Federasyonu belirliyordu, bu arada İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Tayyip Erdoğan da geliyor. Liste veriyorlar, kim ile yan yana verelim seni?” diye soruyorlar, Halit ağabey ile beraber oluruz. Benim maçlarımı dinleyerek sporu sevmiş ama o çok resmi. Ben yanaşsaydım farklı bir ilişkimiz olabilirdi. Ben en sevmediğim bir devlet adamına bile saygı gösteririm, o benim ayrı bir özelliğimdir. Benim şu anda dargın olduğum kimse yok. Ben kişiliklerin resmi sıfatını anons ederim, kavgalı dahi olsam. Ben sunduğum zaman ‘Sayın’ denmek gerekiyorsa, Sayın diyorum. Turgut Özal’ı sunacağım mesela. Gömlek, yaka açık geldim. “Kıvanç ne bu? olur mu çıkar Allah aşkına bunu” dedi. “Ama Efendim dedim, siz Cumhurbaşkanısınız, ben Cumhurbaşkanının karşısında konuşan sunucuyum” dedim. “Hayır, ben itiraz ediyorum, kanun çıkartırım senin için, çıkar onu” dedi. Ben çıkardım, gazeteciler resimler çekti. Mükemmel insan değilim ama uyumlu insan olarak görüyorum kendimi. Şu anda dargın olduğum kimse yok. Hayatta hiç kimseyle kavga edip dövüşmedim, kimseye tokat atmadım, yumruk atmadım, şakadan boks bile yapmadım, bu korkaklığımı gösteriyor değil.

SEVDİĞİM VAR, ÇOK AZ SEVDİĞİM VAR”

Sevdiğim var, Allahın yarattığı kullardan sevmediğim yok. Çok az sevdiğim var. Ben böyle yorumluyorum. Sizi çok severim yarım saat geçirdiğim halde, yarı ömür geçirdiğim halde çok sevmediğim var. Bana kazık atmış bir adamı çok sevmem, 3000 liraya anlaşmışsın ve gitmişsin kasaya 1,500 lira uzatmışlar. Ve kim emir verdi, beni oraya yollayan adam. Döndüm geldim, “Teşekkür ederim” dedi, ben hiç ses çıkartmadım, “Halit kusura bakma seninle öyle konuşmuştuk ama mali durum şu bu, ben telafi ederim ileride” dedi. Beni yollarken söylemiyor bunu ama. Bazıları biliyor, bana başka bir kazık daha atmıştı, “Ya nasıl sarılıp öpüyorsun o adamı?” diyorlar, O protokol selamı o. Ben iki kişiye sarılıyorum, birine farklı diğerine farklı. Annemin huylarını ben çok almışım. 5 yaşında yollamışlar Bulgaristan’dan, arkasından gelmemişler, ortada büyümüş, sadece dostu vardı onunda, düşmanı yoktu.

“HİÇ DENEYİMSİZ SPOR SPİKERİ OLDUM”

Gazeteci olarak gittiğiniz bir futbol karşılaşmasında rastlantı sonucu maç anlatmaya başlamışsınız.

Hayır öyle değil. İstanbul radyosunda, Faruk Yener program müdürü. Orhan Boran sunuyor. Ve, ’15 Günde Bir” diye eğlence programı var. O programına ben gazeteci olarak gittim ve dinledim ve ona ait bir röportaj yazdım. Faruk çağırdı; “Çok teşekkür ederiz, çok güzel bir röportaj olmuş bize bir skeç yazmaz mısın?” dedi. “Deneyim” dedim, onun demesiyle ben skeç yazmaya başladım. Radyo ilk spikerleri, radyo skeçlerine başlarken, “ İzmir’de deniz kıyısında bir ev. Anne-baba ve iki çocuk Pazar sabahı kahvaltıda konuşuyorlar. “ anonsunu sen yap, sesin çok müsait, dedi. Ben onun demesiyle o anonslarını yapmaya başladım. Derken program düşünmüyor musun dedi, içine mizah ve küçük söyleşiler koydum. Bir gün gazetede sayfa sayfa spor yazdığımı söyleyip, spor yapmayı düşünmüyor musun, dediler. Peki, dedim. Dönemin Başbakanı Adnan Menderes, Park otelde toplanıyorlar, diyorlar ki, Rusya ile bir yakınlık kuralım, diyorlar. Spor. O yılda Fenerbahçe şampiyon olmuş, Fenerbahçe’yi Rusya’ya gönderelim, onlar da bize gelir, böyle bir adım atılır hiç olmazsa Ruslarla bir ilişki kurulur “diyorlarmış. Adnan Menderes, “Tamam” diyor, fakat gazeteci olmayacak kafilede, diyor, Ruslar. Tamam, diyorlar. Niyazi Sel(Fenerbahçe’nin milli futbolcusu) radyoda memur, o maç anlatmaya gidiyor. Abdi İpekçi de diyor ki, Niyazi’nin muavini falan gibi seni yollasak, dedi. Ben de, tamam, dedim. Esat Mahmut Karakurt, Rusya’ya gitmiş, röportaj yaptırmış, Rusya’dan yazı yazan yok o tarihte, ikinci ben gideceğim. Dönüşte bir şeyler yazarsın, diyor. Maç aralarında ben yorum yapıyorum. Maçın 1.devresi bitti, Niyazi ağabey, geliyorum ben Halit, dedi, sen 1. devreyi anlat, kaleciyi, şunu bunu anlatıyorum, bitti, takımlar sahaya çıktı, Niyazi ağabey yok. Rus mihmandar var, İbor. Nerede diyor, çıkıyor bakıyor. İkinci devre başlıyor, teknisyen anlat dedi, ve ben maçı anlatmaya başladım. O maçı anlatıyorum, hatta penaltı oldu, hiç kimse atamadı, Basri attı, 3-1 yenildi, maç bitti, Niyazi ağabey geldi, boynuma sarıldı,”Halit artık spiker oldun” dedi. Hiç deneyimsiz…Moskova radyosunda anlatarak başladı ve Türkiye’de Moskova radyosu dinlemek yasak o sırada.

“KAFADAN KONUŞMAK EN ZOR OLANIDIR, BU BİR YETENEKTİR”

Eskilerden, örneğin Muvakkar Ekrem Talu’nun maç anlatımında, gol oldu, dediği zaman golü biz yerdik gibi algısı uyandırdığından, Sulhi Garan’ın da eprili bir dil kullanmayışından, Orhan Ayhan’ın kavgacı uslübundan, Kemal Deniz’in sözcükleri ağzında yuvarladığından söz edilir. Bunca yorumun yanında sizin heyecanınızın bir başka olduğu hep söylenir. Bu taktiksel bir şey miydi?

Muvakkar Ekrem, dünyanın en tatlı maç anlatan adamıydı. Tam aksi. Sulhi Garan ise aynı zamanda hakemdi. Çok ciddiye aldığı içindi. Orhan Ayan, benden sonra idi. Bu dediklerinizin hepsi yanlış. Bir kere Muvakkar ağabey, gayet tatlı espri yapardı. Kemal Deniz içinse, ölmüş insan için ben konuşmak istemem. Benim heyecanıma gelince, o bir üslup, stil meselesi. Radyo, televizyon, sahne hepsinde spontane, yazınsız konuşmak çok ayrı bir şey, çok önemli bir şey. İnsanlar iki türlü konuşur. Ya önünde kağıt vardır, ona bakarak konuşur, veya kafadan konuşur. En zoru kafadan konuşmaktır, bu bir yetenektir. Bunların hepsinde var bu yetenek. Ama Muvakkar Talu, Ercüment Ekrem’in oğlu, çok büyük mizah yazarı zaten mizahçı ama Sulhi Garan, çok ciddi bir insan, futbol hakemi, uluslar arası FİFA kokartlı hakem.

“AZ ESPRİLİ OLMAK DA SAFİ ESPRİLİ OLMAK DA BİR KUSUR”,

“FUTBOL KRİTİĞİ HERŞEYİ TENKİT ETMEK DEĞİL”

Bugün peki maç anlatımlarında neyi eksik görüyorsunuz?

Üç tane şey var. Bir, bir kısım arkadaşım, normal hayatta da çok fazla esprili konuşan kişi değil. Şimdi az esprili olmak bir kusur, ama bazıları da safi esprili, o da bir kusur. Ben bunun ikisini de ortaya meze etmeye çalıştım. Bir üçüncüsü, futbol kritiği her şeyi tenkit etmek demek değil. İyi olanı da söylemek. İlle herkesin kusurunu bulacak, bazılarında da o kusur var ama ben Fenerbahçe-Galatasaray maçını anlattığım zaman benim Galatasaraylı olduğumu iddia edenler vardı. Çünkü ben orada tarafsızım. Hakimim, cübbemi giymişim, o bakımdan ben bunu anlatacağım. Bir şarkıyı, A’dan, B’den dinlemeyi istiyoruz da, neden C’den dinlemeyi istemiyoruz?

“MAÇLARI HİÇBİR ZAMAN ELEŞTİREL ŞEKİLDE ANLATMADIM”,

“SPİKERİN ELEŞTİRİ YAPMA HAKKININ ÇOK SINIRLI OLDUĞUNA İNANIYORUM”


Erman Toroğlu:”Eskiden maçları radyodan dinlerdik. Sevgili Halit Kıvanç ağabeyimiz bize çok şanssız ve çok haksız goller yedirtirdi. Sonra aynı maçları gittiğimiz sinemalarda izleyeceğimiz film öncesi banka reklamları olarak iki dakika izlerdik. Ama olayların hiç de Halit ağabeyinin anlattığı gibi olmadığını görürdük.”demiş. Kendinizi hiç dinleyiciyi yanıltma noktasında buldunuz mu?

Onun dediği şu, onu çok severim, maçlarını da anlattım. O kendine özgü bir şahsiyettir. Sporda da, gazetecilikte de ustadır ama çok iyi bildiğinden belki de, çok eleştirme yanına kaçar. Erman’ın unuttuğu nokta şu, ben maçları hiçbir zaman eleştirel şekilde anlatmadım. TRT’de spikerdim. TRT spikeri, kendi başına eleştiri yapamazdı, hangi konuda olursa olsun. O zaman çok kanuni bir şeydi. Ama ben anlatırken kendim kavgacı üslupta olmadığım için mesela maç anlatıyorsunuz, maç anlatırken neyi düşüneceksiniz, o sırada maçta oynayan futbolculardan bir sakatlanıyor, “Felaket bir sakatlık, Ahmet, Mehmet’e çok kötü bir tekme attı” dediğiniz zaman, evde hasta bir büyükannesi dinliyorsa, o kadın kalpten gidebilir, hakkın yok burada dert anlatmaya. Ben daima” Efendim bir sakatlık fakat yedi canlıdır, dileriz ki kalkar şimdi oynar ya da biraz ağır demek ki birkaç hafta ondan yoksun kalmak vs” derim. Erman daha katıdır. Bir de futbolu en çok bilenlerin başında geldiğine inandığı içindir ki, ille eleştirilsin ister, ben spikerin eleştiri yapma hakkını çok sınırlı olduğuna inanıyorum. Benim şahsi görüşüm, niye milyonlara mal olsun? Gazetede yazarsınız, benim görüşüm budur, diye ama anlatıyorsunuz o hızlı tempo içinde. “Bu golü kaçırmak bu adama yakışmadı, bu adamı nasıl koyuyorlar bu takıma?” demek hakkım yok benim. O biraz katıdır, hala da sevdiğim bir insandır ama dediklerinin doğru olduğunu onaylayamayacağım.

Oğlunuz Ümit Kıvanç, şimdiki spikerleri biraz eleştiriyor…‘‘Adam topun taca çıkışını öyle bir anlatıyor ki, gol sanırsın, diyor. Sizin kuşağınızın daha iyi olduğunu da ekliyor.

Olabilir, karışmam. Yaptığım meslekteki diğer insanlar hakkında fikir yürütmem.

“LAFLA GOL ATTIRDIM, LAFLA PAS VERDİM”

Sanki maç anlatırmış gibi, sanki konuşurmuş gibi yazdığınız, “Futbol Bir Aşk” kitabınız var. Milli Maçları, önemli olayları ve futbol yıldızlarını dünde kalmış konular olarak neden görmüyorsunuz, onları ölümsüzleştirme gayretiniz sadece anılarınızın kayıtlara geçmesi mi?

Evet. Niye kitap okunuyor? Tarih kitapları, eski kitaplar okunuyor, normal hayatta, 50-100 sene önceki olaylar okunuyor. Onlar tarihe tatlı bir bilgi olarak kalsın diye bahsediyorum. Yeni bir program düşünmekteyiz şu anda. Gene yeni kuşaklara eski kuşaklar esintiler vermeliler. Yurt dışında, bir futbol takımının maçı var, biz 4 gazeteci cumartesinden gitmişiz, Pazar günü lig maçında o Türk takımının lig maçını Almanya’da seyretmişiz. O zaman televizyon olmadığı için kimsenin görme şansı yok. Çarşamba günü de Avrupa kupası maçı, bizim Türk takımı o takımla oynuyor, oyundan önce, antrenörü biz 4 gazeteciyi soyunma odasına getirdi, futbolculara dedi ki : “Siz ağabeyleri olarak, genç futbolculara, seyrettiğiniz bu takım hakkında bilgilerinizi söyleyin” 3 arkadaşım söyledi. Ben dedim ki:” Hızlı bir takım. Almanlar metodik oynar, yalnız bir nokta gözümden kaçmadı, kaleci sağa yatıyor, sola yatıyor ama yerden toplarda çok zayıf. Yerden toplarla bu kaleci rahatsız edilir gibime geliyor” Berabere kalırsa, Türk takımı tur atlayacak. 1-0 mağlup oynuyoruz, derken bir Türk futbolcusu, yerden bir şut attı, top ağlara gitti, 1-1 bitti. Maçtan sonra demeç almaya gidildi. Golü atana sordular. “Maçtan önce gazeteci ağabeylerimiz bize gelip söylemişlerdi. Halit ağabey bize dedi ki, kaleciyi yerden toplarda zayıf gördüm, benim top ayağıma geçti, bu laf birden aklıma geldi, bir vurdum kaleyi tutturamadım, dışarı gitti, biraz sonra daha yakından vurdum ve gol oldu” dedi. “Yani bu golün pasını Halit ağabey vermiş.” Ben de gazetede başlık attım:”Lafla gol attırdım, lafla pas verdim” diye. Ve bu Galatasaray takımıydı, Almanya’da tu atlamıştı. Ben spikerliği böyle olumluya izah etmek istiyorum. Onu kulüp kovacaksa, o adam kötüyse, zaten görenler görüyor. Sevgili Erman abartmış diyeceğim. Bir gol çok güzel görünür insana, öbür maçta ondan daha az güzel olan bir gol de çok güzel görünebilir veya aksi. Görüşler sübjektiftir. Kadın-erkek ilişkisinde de böyledir. Çok güzel bir kız seviyorum, der, görürsünüz hiç de güzel değildir. Veya öyle yakışıklı bir erkek seviyorum, der, hangisi diye sorarsınız. Ben de belki o golü çok güzel görmüşümdür, öyle söylemişimdir.

“YAYIN KESİLMİŞ, BEN MAÇ ANLATMIŞIM”

Doğan Hızlan, “Şimdi televizyonlarının karşısına geçip maçları rahat koltuğumuzda seyrederken, teknik olanaksızlıklar içinde Halit Kıvanç’ın iki saatlik kupa maçını telefondan anlattığını söylesem şaşırırsınız.” demişti.

Bir büyük organizasyon, Anadolu’da. Efes Harabeleri gibi bir yerde çok büyük bir yayın yapılıyor, ünlüler gelmiş ve ben orada sunucuyum. Bana taşların üstünde bir yer verdiler, ayağımın altında iki tane kaya var, bir tanesi oynuyor. Şöyle baktığım zaman 15-20m aşağısı. Ben orada 2 saat yayın yaptım, ayakta. İnsanın ihtiyacı gelir…yanına kağıt koyacak yer yok. Öyle şartlarla da yaptık. Ben maçı anlattım, geldim, rahmetli Gündüz Kılıç tribünde, Halit nasıl dedi, iyi, dedim, geldim otele, telefon çaldı, maç kaç kaç, Anakara radyosundan soruyorlar, meğerse Meksika kesmiş Avrupa’ya giden hattı, yayın yapılamamış, düşünün ben 1,5-2 saat anlatmışım maçı, maç yayınlanmamış. Bunun gibi neler var.

“ŞARTLAR RAHATLADIKÇA İNSANLAR DAHA ÇOK İSTERLER”

Şimdiki bugünkü geniş olanaklara rağmen iyi bir sunum, iyi bir takdim, futbolla ilgilenenlerin rahat nefes alamaması neden sizce?

Şartlar rahatladıkça insanlar daha çok isterler ama mesela benim ilk maç anlatmalarda aldığım para, evden, Fatih’ten, Dolmabahçe’ye arabayla gidip geldiğim taktirde, 5 veya 10 lira kalırdı elime. Komik bir para ama o işi yapmanın zevki, şerefi ve mutluluğu vardı. İkincisi, sınırlı maç anlatırdık, şu söylenmeyecek, bu söylenmeyecek. Çok zor şartlar yaşadık. Bugünkü gibi pıt diye uçakla değil, 5-6 saat karadan giderdik, ayaklarda trenlere gittiğimiz olurdu o maçlara.

“KENDİMİ YAPTIĞIM İŞİN EMRİNDE HİSSEDİYORUM”

Peki İşinizle, duygularınızı her zaman ayırmasını bildiğinizi söylüyorsunuz. Yıllardır Fenerbahçe kulübü üyesi olmanıza rağmen, hangi takımı tuttuğunuzun sorulması da buna işaret ediyor galiba.

Galatasaray’ın, Beşiktaş’ın şampiyonluk gecelerini de sundum ben. Metin Oktay dahil bir çok ünlünün jübilesini sundum. Çünkü ben kendimi önce yaptığım işin emrinde hissediyorum.

FENERBAHÇE BENİM İÇİN ÇOK BÜYÜK”

Fenerbahçe’nin 102.ci yılında, kulüp için övgü dolu sözler ederken, ‘En büyük’ yerine ‘Bize göre en büyük’ deyişiniz biraz tepki toplamıştı.

Hiç duymadım onu. Elimde bir kahve fincanı varsa benim o anda, “Harika bir fincan, bundan güzelini görmedim” diyebilirim, “Ben görmemişimdir” ama bir başkası ondan güzelini görmüştür. Onun için bu benim gördüğüm en güzel gol, demişimdir.

Fenerbahçe’nin büyüklüğünü tartışmaya açıyorsunuz gibi mi oldu?

Hayır, olur mu Fenerbahçe benim için çok büyük ama Galatasaray için de Galatasaray çok büyük. Galatasaray’ın öyle maçı olmuş ki, Avrupa şampiyonu olmuş ve ben o gece yalnızım, ayağa kalkmışım, hem ağlıyorum, hem alkışlıyorum. Orada Türk olarak, şoven olarak düşünmüşüm belki. Ama yabancı bir takım, dünya şampiyonu oluyor, futbolcular sarılıyorlar, ağlayanlar var, onlara bakarken, benim gözüm yaşarır, benim tipim bu. ben başkalarının mutluluğunu ve üzüntüsünü paylaşmak için kendimi zorlarım. Annemden bilhassa gördüğüm bu olmuştur.

“AZİZ YILDIRIM İLE İLGİLİ SUÇLARIN DOĞRU OLMAMASINI DİLİYORUM”

Peki Aziz Yıldırım’ın üzüntüsünü paylaşırken hangi noktadasınız?

Sonuçlanmamış bir olay olduğu için hukukçu olarak o noktayı tartışmıyorum, o noktada demeç vermiyorum, çünkü ben hukukçuyum, bütün deliller tetkik edilir, karar çıkar, ondan sonra o karar konuşulur ama bu aşamada, ben şahsen suçların doğru olmamasını diliyorum sadece. Spor insanlara mutluluk verecek bir olay. Ben tiyatro ve sinemanın da politikaya alet edilmesinin karşısındayım.

“EN KOLAY İŞ, MAÇTAN SONRA ELEŞTİRİ YAZMAKTIR”

Fikir olarak esprili ile alay etsinler, edelim ama sizin benimsediğinizi herkes benimsemeyebilir, benimseyenler seyrederler, futbol da aynı vaziyette, saniyenin yarısında karar verip, saniyenin yarısında topa vuracak adam, geliyor, eğer bir saniye geç kalırsa, öbür taraftaki topa vurur, gol şansını kaybedersin, bir saniyede düşünce payı vermiyorsun, sen tribünde oturmuşun veya evinde kahveni, sigaranı, viskini içerek seyrediyorsun, orada hüküm veriyorsun. Yaptığım işlerin arasında en kolayı, maçtan sonra gelip, eleştiri yazmaktı. Önemli olan o top ayağına geldiği zaman onu içeri atmak.

“FUTBOL, HİÇBİR MEMLEKETTE ŞİKESİZ OYNANMAMIŞTIR”

Aziz Yıldırım’ın Başkanlık döneminin konu edildiği, “Bu sevda bitmez” belgeselini siz seslendirmiştiniz. Bu sevda, kara leke kaldırır mı sizce?

Ben ama Galatasaray’ın, Trabzonspor’un, İzmir takımlarının hepsinin belgesellerinde konuştum. Bu benim mesleğim. Çok sevdiğiniz bir akrabanız, hiç ondan beklenmeyecek bir şekilde, öyle bir tokat atıyor ki, siz olmaz diyorsunuz ama kendi bile doğru diyor, ama attığı zaman bile siz sanki tokat atmamıştır, okşamak için elini uzatmıştır, diye düşünebilirsiniz. Taraf tutmak budur. Ben belki tutarım. Ama kendi kendime içimden de ”Bunu yapmamalıydı” da derim. Hukukçu olarak konuşuyorum, ceza hukukunda en önemli şey, suç delillerinin ortaya dökülüp, inanılır olmasıdır. Yani Yargıç’ın önünde; resim, fotoğraf, film gibi deliller varsa 40 sene hapis yatacak, diyebilir ama “Ben şöyle gördüm hakim bey” diyen adama inanmak yüzde yüz hiçbir zaman olamaz. Ben yalnız bir iddiada bulunayım.

Futbol, hiçbir memlekette şikesiz oynanmamıştır ve

oynanmayacaktır

ama bu şike nasıl şike? Örneğin Metin Oktay, bir hafta kötü oynadı, kale ağzından boş kaleye attı topları. Yakın oturuyorduk, maçtan sonra bize gelirdi veya ben ona giderdim. Geldi dedi ki:” Bak görüyor musun, mahvoldum bu hafta.” Herkesin hayatında olur, dedi. “Yok ya kaleci geldi, abi benim transferim var, ailem, maddi sıkıntım… Sen şimdi 3 pas gelse 2 sini gol yaparsın. Metin’den bile gol yemedi, derler, durumum düzelir, ne olur diye yalvardı” dedi. “Ya şimdi bunu yapsam, şike ya bu… Ben ayağıma gelen topu içeri atmayacağım” Ve Metin o maçta atmadı. Çok tenkit edildi, hiç kimse böyle bir şey düşünemezdi, bir ben biliyordum bunu. Çok da dürüst bir insandı, kimseye söyleyemiyorum, sana söylüyorum, dedi. Ne diyeceksin? dedi, “Ne diyeceksin oğlum, olmuş bitmiş” Top kale ağzına geliyor, vuramıyorum, çünkü kaleci ile göz göze geliyoruz, benim hayatım biter dediğini duyuyorum” dedi.

“BUGÜN DE HATIR ŞİKESİ YAPILIYOR”,

“PARA ÇANTASI ELİNDE, BİR İDARECİYE TANIK OLDUM”

Öyle bir şey ki, bu, hatır şikesi. Bugün de yapılıyor. Veya o takımdan gelmiş adam, istediği kuvvette ayağı vurmuyor, kendi değil. Ben çok önemli bir kulübümüzün bir yöneticisini gördüm. Elinde iki çanta ile gidiyordu. Havaalanında. “Niye bunları aşağı vermedin? Küçük ama elinde“dedim. Kulağıma eğildi, “Senin namusuna inanırım, biri para dolu oğlum” dedi. “Yapma” dedim, “Vallahi, başka çare yok, takıma güvenemedik, konuştuk, kararlaştırdık, berabere olacak” dedi.

Bu büyük takımlardan biri değil mi?

Orta büyüklükte. İstanbul dışı bir kulübün yöneticisi. Maç da çok kötü bir maç oldu, berabere bitti. Görmedim ama iki çanta ile gidiyorum, biri ile döneceğim, demişti, “Çantayı soyunma odasının önünden geçerken Ali diye birine bırakacak, o da alıp oraya verecek” bu olayın ben tanığıyım ama hangi takımdı, hangi idareciydi derseniz, hafızam artık unuttu, hangisi olduğunu hatırlamıyorum.

2002’deki Futbol Federasyonuna kırgınlığınızı ifade ediyorsunuz.

TFF’nin başkanının amcası başta olmak üzere çok sevdiğim bir insandır, hala dostumdur, o da komşumdu. 10 dünya kupası görmüş Halit Kıvanç. Dünya kupasına gitmek için başvuruyor, Perşembe günü saat 5:00’te bildirdiler. Cuma günü uçak, bir günde Kore, Japonya…vizeler alınacak, karı-koca davet ediyorlar. Uçakta iki yer boş kalmış, napalım, Halit Kıvanç’ı çağıralım, demişler. Ben gitmedim o dünya kupasını. Türkiye’nin dünya üçüncüsü olduğu kupayı göremedim, ona çok üzülürüm. Kırıldım sadece.

“MEHMET ALİ AYDINLAR KEŞKE TFF BAŞKANI OLMASAYDI”,

“BAŞBAKAN, FUTBOL FEDARASYONU BAŞKANI VE İSTANBUL VALİSİ KİMSEYE YARANAMAZ”,

“İSTANBUL’U İKİYE AYIRMAK LAZIM”


Bugünkü TFF’yi, aldığı kararları, Mehmet Ali Aydınlar’ı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ben bugünkü TFF Başkanı Mehmet Ali Aydınlar, Türkiye’de Acıbadem Hastaneleri gibi çok büyük sağlık kuruluşlarının yaratıcılarının başında olmasından dolayı çok sevip, saygı duyduğum bir insandır. Keşke TFFBaşkanı olmasaydı. Zor bir iş ama o Fenerbahçe’ye başkan olmak istiyordu,Fenerbahçeliler de onu istiyordu ama ben, deseniz bugün yapmayacağınız işler diye sorsanız,

1-Başbakanlık,

2-Futbol Federasyonu Başkanlığı,

3-İstanbul Valiliği …

hiç kimseye yaranamaz bu mevkide olanlar.

Ya İstanbul diye bir şehir yok, bir memleket var. yapılacak bir tek iş var, İstanbul Belediyesi, Kadıköy Belediyesi, Kadıköy Valisi…bütün bunları ayırmak lazım. Anadolu’daki 10 vilayeti topla, Kadıköy- İstanbul etmiyor. Yetişemiyor bu kadar yere.

İstanbul Büyükşehir’i ikiye ayırmak lazım.
Bir de bu işlerin başına geçeceğin zaman, kulağı tıkalı, tarafsız değil de, duygusuz insan olmak lazım. Duygulu insan çok zor yapabilir. Acıma duygusu olmayacak.

“HİÇ BİR MAGAZİN HABERİNDE YER ALMADIM”

Lale Belkıs sizin için: “Ne vefa, ne veda, Halit Kıvanç başlı başına bir anlamdır”demiş.

Öyle mi, nerede demiş? Mesela ben yıllarca, bir otobüs gelir, kapıdan, 7-8 Türkiye’nin en güzel kızıyla kalkar gideriz, karım da el sallar. Bir şehre gittik, otelde, erkek-kız bir katta yatırılmıyor, ben üst katta yattım, karım aşağıda onlarla beraberdi mesela. Defileler ilk başladığı zaman ama ben o kadar yıl içinde bu kadar gezdim, hiçbir magazin mecmuasından bir satır haberim çıkmamıştır. Çıkmışsa da kendi yazmıştır, kendi okumuştur. Ben melek olduğumu da iddia etmiyorum ama reklam için bir takım şeyler yapmak başka, özel durumunuz varsa, bekarsanız, şartlar müsaitse herkes yapar.

“TÜRKÜN ARKADAŞI TÜRK’E UĞUR GETİRDİ”,

“PAPA İLE KONUŞAN İLK TÜRKÜM”


İstanbul Expres Gazetesinde çalışırken İtalya’daki Türk futbolcularını izlemek için orada bulunduğunuz bir sırada Papa ile tanışmanızın hayatınızı değiştiren bir an olduğunu söylüyorsunuz.

Çünkü Papa ile o sıraya kadar Türk’ü bırakın, Müslüman gazeteciler arasından kimsenin haberi çıkmamış. 1950’ye kadar. O maçı söylemem lazım. 4 Türk futbolcusu İtalya’da oynuyor. Beşiktaşlı Şükrü Gülesin, Beşiktaşlı Bülent Esel, Galatasaraylı Bülent Eken, Fenerbahçeli Lefter. Bu futbolcular için beni İtalya’ya yolladılar. Röportajlar yapıyorum. Orada 3 ay kaldım. 630 lirayla yolladılar beni. Üç öğün makarna yiyorum. Ben Ferrara diye bir kasabaya gittim, maçı seyrettim, maç Napoli ile Bülent’in oynadığı Spal takımı arasında.
Napoli’nin kalecisi Casari o sırada dünyada gol yemeyen kaleci. Maç 2-0 bitiyor, 2 golü de Bülent atıyor.
Ve orası yıkılıyor. Maçtan sonra gazetelerde, ben ile Bülent’in fotoğrafı. Ve başlık:
”Türkün arkadaşı Türk’e uğur getirdi”

bu röportajın haftasına Spal takımı, Roma’da da maç yapmaya geliyor. Bülent telefon etti, buluştuk. Başkan, İkinci Başkanlarla beraber Roma’ya geleceğini söyledi, siz de beraber gidelim, Papaya, dedi. Yani Papa’ya kendin giremiyorsun, onlarla girdim. Girdik oturduk, hepimiz diz çöktük. Papa geldi. Çok kibar bir adamdı ama benim hakkında aldığım notlar vardı, adam 7 yabancı dil biliyor vs. en derin dairesinde kabul edildik. Ben doğru Papa’nın yanına gittim, elini aldım, “Siz 7 dil biliyorsunuz ama ben 2 dil biliyorum, onun için Almanca olarak, ben Müslüman’ım ama sizin elinizi bir din adamı olmanın ötesinde, dünya insanlığına hizmet eden bir büyük, saygın bir lider olarak öpüyorum, dedim. Çok hoşuna gitti, herkes koştu, durun dedi, evet dedi, konuşmaya başladık, Türkiye’den geldik, bu takımda Türk futbolcu oynuyor falan diye konuştuk, o da, Milletimize ve dünyaya barış gelmesini istiyorum, hepimizi 1 Allah’a inanıyoruz, gibi klasik 3-4 cümle söyledi. Ertesi gün, Papalık Gazetesi manşet! Beni öven yazılar çıkmış. Bu olay Türkiye’yi yıktı geçti, “Halit Bey, hiç yakıştıramadım, o gavurların papasının elini öpmenizi” diye, yoldan çevirenler de olmadı değil. Bir şey oldu mu Papa ile ilk konuşan Halit Kıvanç’tır, demişlerdir.

“KEKEME DENMESİ ZORUMA GİTMİYOR”

İlk konuşan ama konuşmayı ilk söktüğünüz yıllardan sonra ‘Tarihin kekeme kralları’ arasında anıldınız. Annenizin bir komşusunun evindeki kanaryanın suyunu size içirdiklerinde daha güzel konuştuğunuzu Altan Erbulak’a anlatması kekeme dedikodularına yol açmıştı. Esas yeteneği konuşmak olan biri için bunun espri olarak karşılanması mümkün oldu mu?

O röportajı Hürriyet sonradan düzeltti. Öyle bir olay yok. Ben çok erken konuşmaya başlamışım (5-6 aylıkken), bir komşu da evinden kanaryasını getirmiş, içindeki su kabını çıkarıp, ağzıma dökmüş, “Şimdi bak daha tıkır tıkır konuşacak bu çocuk” demiş. Onun için bir gün gelmiş, o kadını mahcup etmemişim, spiker olmuşum. Fakat Altan Erbulak bunun üzerine metin yazdı, kekeme olsaydı nasıl maç anlatırdı? Bunun 3-4 dk’lık plağını yaptılar. Herkes tahammül etti dinlemeye. Başlıyor:” Takımlar sahaya geldi, sahadan bir atak. Ahmet, Mehmet’e verdi topu, Mehmet, top…dinliyorsun bir şey gelecek diye, ama hiçbir şey gelmiyor, Mehmet, top, gol. Bunu dinletti herkese, ve bu plaktan kalmadı, bende de yok, düşün. Kekeme denmesi zoruma gitmiyor da, böyle bir olay olmamış. Fuarda bu hikayeyi anlatıyordum, bir baktım ellerinde bir şişe su bir sürü insan, “Halit bey ne olur sizin suyunuz” Altan yaptı o espriyi, “Halil’in suyundan içenler bülbül gibi konuşur” diye. Halit Kıvanç suyu yapalım mı diye ciddi ciddi teklif geldi. İş adamları içinden böyle teklifler yapanlar oldu. Kekemeler adına ayıp, kekemeliği istismar etmiş oluyorum. Kekeme değildim ki ben, çok iyi konuştuğum için beni spiker yaptılar.

“PELE İLE İLK RÖPORTAJI BEN YAPTIM”

1958 Dünya Kupası’nda Brezilyalı futbolcu Pele’nin sizin için imzaladığı futbol topunu, İstanbul Oyuncak Müzesine bağışladınız. Peki başkalarıyla paylaşamayacağınız, kendinize sakladığınız hatıralarınız var mı?

Bütün buralar dolu işte kızım ya. Özelleri niye paylaşayım? Pele’nin olayı şöyle. Hiç kimse dünyada Pele’yi tanımıyor. Ben de dahil. Maçlara iki gün kala bizim otelde büyük bir basın toplantısı, 16 finalist ülkenin teknik direktörü takımından 2 ünlü oyuncuyu getiriyor, gurup gurup, İngilizler, Almanlarla konuşuyor, başka bir gazeteci oraya gidiyor, bir tane çocuk 17 yaşındaymış, kenarda oturuyor tek başına. Brezilyalı spiker, “Halit, sana bir sürprizim var, çabuk gel, ya görüyorsun İngilizler, Almanlar başını çevirdi, bu çocuk 3 gün sonra takıma girip, yıldız olacak, bununla röportaj yap ” dedi, peki dedim, çağırdı oturdu, “Thank You, Yes”yok, köyünden gelmiş, coca cola tenekelerini dizerlermiş, tenekeyi attığı zaman yerler taş, o tenekeler taşa vurduğu zaman ple ple diye ses çıkartırmış, Edson Arantes do Nascimento bunun ismi, Edson denileceğine, Pele denmeye başlanmış ve milli takıma böyle seçilmiş bu çocuk. İlk o gün milli takımda oynuyor çıkıyor, golü attı ve herkes ertesi günü böyle diyor, ben bu röportajı mektupla yollamışım gazeteye. Çıksın böyle bir röportaj da olsun diye. Abdi İpekçi, telefonda:”Halit bırakma peşini, Pele meşhur oldu, senin haberi manşet yapıyoruz” dedi. Harika çocuk Pele diye yapılan röportaj. Benden önce hiç böyle röportaj olmamıştı. Fakat o her zaman dedi, “Ben Pele olmadan benimle konuşan bir tek kişi vardı, burada önde oturuyor, ismi çok zor onun için ağabey diyorum ben ona” Arjantin’de maça gidiyorum, uçağa bindim, biraz sonra baktık, bekliyor uçak, en son Pele, alkışlar uçakta, yürüdü yürüdü geldi sarıldı bana.

İlkokul 5.sınıfta, “Ne hoş bir kız” diye baktığınız Leman’dan hiç söz etmedik.

Hayır efendim, ilkokuldayım da soruyorlardı, ağabeylerim, gelirdi, hadi hadi sevgilin varmış adı da Leman, sizin sınıfta Leman var mı, hah o işte diye şaka yaparlardı bana.

En büyük hatıranız?

Macaristan’da bir maç anlatıyorum. Fenerbahçe, Macar takımı ile maç yapıyor, sağanak yağmur var, elimde kağıt var, üstünde Macar takımının isimleri yazılı, yağmurda o isimler eridi ama iyi çalışmışım ki ezbere anlattım.

“ÇALIŞTIĞIM İÇİN ALLAH DA BENİM ÖMRÜMÜ UZATIYOR”

Hayat iksiriniz nedir?

Bugün ben dünyanın en yaşlı sunucularından biri olarak hala devam ediyorum, radyo- televizyon programlarına. TÜRVAK okulunda, bugün dizilerde gördüğünüz bir takım sanatçıları yetiştiren okullarda da sunuculuk, konuşma dersleri veriyorum. Çünkü çalıştığım için Allah da benim ömrümü uzatıyor. Kenara çekilip oturamıyorum. 30’u aşkın kitabım var. roman yazmaı denemedim ama fıkra, mizah yazdım.

“HER ŞEYİ KİTAPLARIYLA DOSYALARIYLA SAKLADIM”

“Mikrofonda Halit Kıvaç” sadece radyo programlarının ismi olarak kalmadı. Mikrofon’a, “en iyi arkadaşım” da dediniz. Peki onu kordonuna göre uzatmayı da başardınız. Bu kordon sizin en fazla nereye kadar gitmenize izin verdi? Ve bundan sonraki hayatınızda onun rolü ne olacak?

Biz bu röportajı 2011’de yapıyoruz, herhalde hazırlanıp insanlara ulaşınca 2012 olacak. Bunun anlamı benim için 1926 da desen 85 sene bir kere kesin geride kalmış 86,5’a basıyorum. Köşeye oturup, hazır yemek var, ben o tip bir insan değilim. Kazandığım ödüllerin bir kısmı burada fakat büyük bir kısmı TÜRVAK, Galatasaray lisesinin yanında Türk Sinema Sanat Müzesi açtı, bir kısmını oraya verdim. Spor veya Fenerbahçe ile ilgili olanları daFenerbahçe müzesine verdim. İsteyenler olunca veriyorum. Ben her şeyi kitaplarıyla dosyalarıyla saklamışım. Bir takım belgesel yapanlara veriyorum. Bazılarına bu senin olsun, diyorum. Öyle ilginç resimler var ki, o resim bir daha yerine konmaz, devlet adamlarıyla vs…

Hayatınızda üç maç yönettiniz. Gazeteciler arasında oynanan Cumhuriyet-Vatan, Tercüman-Yeni Sabah maçlarının yanında edebiyatçılarla oynan maç var. Orhan Kemal’in son golüyle edebiyatçıların 5-3 galip geldiği maç..Kendinizi hangi alandaki arkadaşlarınızla yarışırken bulurdunuz? Hangi yetenekler, sizi yetersizlik duygusuna iterdi?

Ben edebiyat olarak iddialı değilim.

Kaynak: haberx.com

21.11.2011 13:11

 
 
 
 











Halit Kıvanç'la Dünya Kupası anılarına yolculuk

Halit Kıvanç'la Dünya Kupası anılarına yolculuk      Türkiye’nin ilk TV spikeri olan Halit Kıvanç, aynı zamanda ilk günlük spor gazetesini çıkartarak Türk spor basınının efsanelerinden biri oldu. Türkiye, bir dünya kupası maçını ilk kez onun sesinden dinledi. 84 yaşındaki Kıvanç, Pele, Gerd Müller, Puşkaş gibi zamanının en önemli yıldızlarıyla yakın arkadaşlıklar kurdu. 10 dünya kupasını radyo ve TV’den kendine has üslubuyla anlatan duayen spikerle dünya kupasının en unutulmaz anlarına doğru nostaljik bir yolculuğa çıktık.

      İnsanoğlu en güzeli bulmak için güzellik yarışması icat etmiş. Bizim sevgilimiz futbolsa, dünya kupası da futbolun güzellik yarışmasıdır. O yüzden orada her şey güzel olmalı... İşte bu sözlerle futbolun en üst düzey vitrini olan dünya kupasını bir güzellik yarışmasına benzetiyor Türk futbolunun yaşayan en eski spikerlerinden, usta gazeteci, yazar ve sunucu Halit Kıvanç... 1930’da başlayan ve ilk kupayı Uruguay’ın müzesine götürdüğü Dünya Kupaları serüveni İkinci Dünya Savaşı nedeniyle tam 12 yıl sekteye uğruyor. 1950’de dünya kupası yeniden başladığında çiçeği burnunda bir spor yazarı olan Kıvanç, 1954 yılında dünya kupasını izleyen ilk Türk gazeteci unvanını kazanıyor. Sadece 1962’de Şili’deki Kupa’ya gidemeyen Kıvanç, 1966 ve 1970 kupa finallerini radyoda, 1974, 1978, 1982 ve 1986 kupalarının finallerinde TV’de futbolun bu en büyük heyecanını Türk futbolseverlere ulaştıran spiker oldu. Kıvanç, kupa izlenimlerini Vatan okurlarıyla paylaştı. 

İlk dünya kupasının kravatlı hakemi
      1930’da düzenlenen ilk dünya kupasını ev sahibi Uruguay müzesine götürdü. İlk kupada dünya kupasına gelen Avrupalı takımlardan ancak Yugoslavya ilk turun ötesine gidebildi. Ancak belki de hâlâ unutulmayan olay, finali yöneten kravatlı ve pantolonlu Belçikalı hakem Langenus’un kıyafeti oldu. 

1950 kupasında hem 7 attık, hem de 7 yedik
      1950 yılında Türkiye ilk kez bir dünya kupası finaline gitme şansı yakalayan Türkiye, maddi imkansızlıklar ve “Uruguay, Arjantin, Brezilya gibi takımlar bizi rezil eder’ korkusuyla finallere gitmemişti. 4 yıl sonra dünya kupası elemelerinde bu kez Türkiye’nin rakibi ünlü İspanya’ydı. İlk maçı Madrid’de 4-1 yitiren Türkiye, rövanşta mucizevi bir şekilde 1-0 galip geliyor. Ve üçüncü maç tarafsız sahada 2-2 beraber neticeleniyordu. O sırada penaltılar olmadığından “Franco” isminde bir çocuk kuraya çağrılıyordu. Kıvanç şöyle anlatıyor: “Turgay çocuğun kulağına fısıldıyıp ‘yazı de’ diyor. Çocuk da ‘yazı’ diyor. Hakem parayı havaya atıyor. Ve gerçekten de ‘yazı’ düşüyor, İspanya eleniyor. İlk kez bir dünya kupasına katılan takımımız Almanya önünde önce 4-1, sonra da 7-2 yenilerek elendi. Tek tesellimiz ise, G.Kore karşısında alınan 7-0’lık galibiyetti.”

İsviçreliler bize dövmek ister gibi bakıyorlardı
      1954’de Türkiye ilk dünya kupasına giderken Halit Kıvanç da ülkesinin katıldığı ilk kupayı yazmak için İsviçre yoluna çıktı: “Orta halli bir pansiyon bulduk. Gazeteye haberlerimi ancak mektupla yolluyordum. Telefonda ancak ‘Maç 2-1 bitti, golü Ahmet attı’ deyip kapatıyorsun. Çok pahalı... Mektup da iki günde gidiyor. Bu arada, İsviçre’de bir mağazaya giriyorsun, satıcılar sana dövmek ister gibi bakıyor. Çünkü Türkiye’nin karşısına elemede çıkan İspanya çok büyük bir takım o zaman. Ve biz Madrid’e gidip 4 gol yiyince, İsviçreliler ‘Türkiye gelemez’ diye İspanyol turistler için hediyelik eşyalar hazırlamış. Türkiye gelince hediyelik eşyaları değiştirip zarar etmişler.” 

Pele eskiden bana ’Senyor İstanbul’ derdi
      Halit Kıvanç, Brezilyalı Pele’yle tanışmasını unutamıyor: “İsveç’te Bromo Oteli’nin balo salonundayız. Bir Brezilyalı gelip dedi ki, ‘Bir çocuk getirdim. Daha 17 yaşında. Şimdilik yedek. Ama yarın muhteşem bir oyun oynayacak.’ Fakat çocuğa hiçbir gazeteci yüz vermedi. Corriera Dello Sport’taki arkadaşım İtalyan Alto bile ilgilenmedi. Ben gidip Pele’yle konuştum. Ertesi gün Pele takıma girdi, golü attı. O günden sonra Pele beni her yerde hep hatırladı. 1970 Dünya Kupası’nda Brezilya şampiyon olduğunda Pele’yle tekrar karşılaştım. Kimseye röportaj vermiyordu. Ben de 1958’de Pele’yle konuştuğum fotoğraflı röportajımı gösterdim. Pele, benimle özel röportaj yaptı ve ‘Dünya basınına duyuruyorum, ben milli formayı ilk giydiğim maçtan önce benimle konuşan tek kişi, ismi çok zor, söyleyemiyorum, Senyor İstanbul’du’ dedi.” 

Radyodan ilk canlı yayını telefondan yaptım
      1966’da İngiltere’deki dünya kupası Halit Kıvanç’ın Türkiye’ye canlı anlattığı ilk yayın oldu. Ancak bir akreditasyon sorunu yüzünden bütün yayın kabinleri doluydu: “Bana 4 yıl önceden bütün kabinler doldu dediler. ‘Peki telefon koyabilir misiniz yerime’ dedim. O zaman bana gülüp ‘Yoksa siz telefonla mı anlatacaksınız maçı’ dediler. Ben de ‘Deneriz’ dedim. Gülüşmeler oldu. Ama ertesi gün Türkiye’nin maçı telefonla dinlediğini öğrenince şaşırdılar. Onlara ders verdim ‘Telefonun içindeki şeyin adı da mikrofon değil mi?” 

Kimsenin bulamadığı Puşkaş’ı tuvalette buldum
      1966 dünya kupasında Kıvanç’ın bir başka anısı da “Puşkaş” adlı meşhur Macar futbolcuyu bulmasıydı: “Macarlar ona tapardı. Ama İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Puşkaş kaçıp İspanyol vatandaşlığına geçti. Dünya kupasında herkes Puşkaş’ı arıyor ama onunla da tek ben konuştum. Beşiktaşlı rahmetli Şükrü Gülesin de gazeteci olarak yanımdaydı. Beraber devre arasında çıkıp VIP tuvaletine girdik. Ben pisuvarın başında hayatımda sağıma soluma bakmam. Şeytan dürttü. Bir döndüm, sağımdaki tuvalette bütün dünya medyasının aradığı Puşkaş işiyor. Arkada da Şükrü sıra bekliyor. Bana dönüp ‘Allah’ım herifin şansa bak, bütün dünya arıyor. Kenefe geldi, orada bile Puşkaş’ı buldu. Tabii konuştuk ama fotoğraf makinemiz yoktu.”

Müller’in pis golüyle Almanlar şampiyon oldu
      “TV’den ilk canlı anlattığım maç 1974’deki Almanya-Hollanda finaliydi. Beckenbauer ve Müller’li Alman takımı müthişti. Hollanda’da da o devrin yıldızı Cruyff vardı. İlk yarı Cruyff ve Brightner’ın karşılıklı penaltılarıyla 1-1 bitti. Almanlar’ın gol kralı olan Gerd Müller, o maçta nasıl kötü top oynuyor bilemezsiniz. Bir ara Müller topa o kadar kötü vurdu ki, daha kötü vurulamazdı. Kaleci de ‘bu top nasılsa şimdi elime gelir’ dedi ama top direğin yanından yavaşça içeri girdi. Dünya kupasını kazandıran gol oldu o... Çünkü ondan sonra ikinci devre hiç gol olmadı.” 

Zoff’a kim gol atacak diye bahisler açıldı
      “1974 kupasının en enteresan yanı İtalyan kalecisi Zoff’du. Zoff, 1143 dakika gol yemedi. Ve bu bir dünya rekoruydu. Sonunda ‘Zoff’a kim gol atacak?’ bahisleri açıldı. Krallar, şeyhler, golü atacak futbolcuya dünyanın en pahalı arabasını hediye edeceğini söyledi. Sonunda golü atmak bir Haitili’ye kısmet oldu. Futbolcu da ismini ilk defa duyduğumuz Zanon’du. Zoff, ilk kez kalesinden çıkarak geldi Zanon’u tebrik etti.” 

Türk hakemliğinin kırmızı kartlı tek finali
      “1974’de Almanya’da yapılan dünya şampiyonası, bir Türk hakeminin finallerde maç yönettiği ilk kupa oldu. Doğan Babacan’ın Türkiye’deki en önemli özelliği kırmızı kartı çok sevmesiydi. ‘Sen yine verirsin’ dedik. ‘Deli misin’ dedi. Ama öyle bir insana gösterdi ki herkes şaştı kaldı. Almanya-Şili maçında Carlszelli adlı futbolcuyu attı. Carlszelli çıkmak istemedi. Olay oldu.” 

Toni Schumacher’le Maradona anısı 
      “1986’da Arjantin’in Almanya’yı Maradona’nın elle attığı ve sonra ‘Tanrı’nın eliydi, benim değil’ dediği maç en keyifli maçlardan biriydi. 1986’da Almanya’nın kalesini Toni Schumacher koruyordu. Fenerbahçe’de de forma giyen Schumacher, bana Maradona ile bir anısını şöyle anlattı: 

      ‘Öyle sempatik adam ki, golü elle mi attın, diyorsun sana bakıp gülüyor.“ 

Şeyh takımını sahadan çekince gol iptal edildi
      “1982 İspanya’daki Kuveyt-Fransa karşılaşmasında maç 3-1 Fransa’nın galibiyetinde giderken bir düdük sesi duyuldu ve Kuveytli oyuncular durakladı. Bu sırada, Fransızlar 4’üncü golü atınca, Kuveytliler Sovyet hakeme tepki gösterdi. Kuveyt futbol federasyonu başkanı Şeyh Ahmet bir el işaretiyle, takımı sahadan çekmekle tehdit etti. Ortalığın karıştığını gören hakemler de golü iptal etti.” 

Dünya kupasında da şike oldu
      Halit Kıvanç hayatında ilk kez 1978 Arjantin’deki dünya kupasında şikeye rastlamış: “Eğer Arjantin Peru’yu 6-0 yenerse, o gruptan çıkıyor. Peru da tur atlıyor. Aksi halde, Brezilya tur atlıyordu. Ama maç 6-0 bitti. Herkes kahkahalarla gülüyor. Şikenin de bahanesi şuydu: Peru’da bir doğal felaket olmuştu. Arjantin halkı da bu felakette Peru’ya büyük yardımda bulunmuştu. Bu yüzden de Peru, Arjantin’e borcunu ödeyerek 6 gol yedi.” 


 
  *** SİZİ KUTLUYORUZ *** BUGÜN 1909420 ziyaretçi (4183441 klik) MİSAFİRİMİZ OLDUNUZ ***  
 
haberler haberler


Google Arama
Sitemde Arama
Yaşam ve İnsanlar

İstanbul Servisleri Neden Pahalı ? burakesc
Namaz Kılan Minik ile burakesc
GİMDES Helal Gıda Ramazan Buluşması burakesc
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol