Create Your Own Countdown

Google

   
  *** İYİLİK İÇİN KOŞANLARIN YERİ***
  ÇOCUKLUĞU. YAŞAMAK
 




doğan cüceloğlu kimdir ile ilgili görsel sonucu
doğan cüceloğlu kimdir ile ilgili görsel sonucu

doğan cüceloğlu kimdir ile ilgili görsel sonucu


İlgili resim
bir öğrencimin bana öğrettikleri'doğan cüceloğlu' ile ilgili görsel sonucu


doğan cüceloğlu kimdir ile ilgili görsel sonucu
bir öğrencimin bana öğrettikleri'doğan cüceloğlu' ile ilgili görsel sonucu
bir öğrencimin bana öğrettikleri'doğan cüceloğlu' ile ilgili görsel sonucu

BENİ  O MUCİEYE ULAŞTIRAN  RABİME HAMD OLSUN GÜLSEL AÇAR
HAŞİM BAYRAM


Image

youtu.be/Gxf41YbJTjE <AĞLATAN ÖRETMEN-TIKLA

=>İDEALİSTTİ  YOKSUL ÖĞRENCİLERİ
HEP YÜKSEK PUANLI ÜNİVERSİTELERİ KAZANIYORDU
hiziracil.tr.gg/Ha%26%23351%3B<TIKLA


DOĞAN CÜCELOĞLU'NDAN
BÜTÜN ANNE BABALARIN VE
ÖĞRETMENLERİN
OKUMASI GEREKEN BİR HİKAYE


Bir gün seminere başlamadan önce kısa boylu güler yüzlü birisi geldi,

Hocam elinizi öpmek istiyorum, dedi.
Ben el öptürmekten pek hoşlanmadığım için, yanaktan öpüşelim, dedim, öpüştük.

Aramızda şöyle bir konuşma yer aldı:

- Hayrola, neden elimi öpmek istedin?

- Hocam, üç yıl önce sizin bir seminerinize katıldım. Hayatım değişti.

O seminerden sonra daha mutlu bir ailem var
ve size teşekkür etmek istiyorum;
onun için elinizi öpmek istedim.

- Ne oldu, nasıl oldu?

- Üç yıl önce şirketimizin organize ettiği iki günlük bir seminerde bizimle beraberdiniz.
O seminerin bitişine doğru dediniz ki:

"Bir insanın ana vatanı çocukluğudur.
Çocukluğunu doya doya yaşayamamış bir insanın mutlu olması çok zordur.


Bir annenin, bir babanın en önemli görevi, çocuklarının çocukluğunu
doya doya yaşamasına olanaklar yaratmaktır.


"Bir süre sustu, bir şey hatırlamak ister gibi düşündü, sonra konuşmaya devam etti:

- Hatta daha da ilerisi için söylediniz;
dediniz ki:

"Bir ulusun en önemli görevi
çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına olanaklar yaratmaktır."


Ben bir baba olarak sizi duyduğum zaman kendi kendime düşündüm:

Ben bir baba olarak çocuğumun çocukluğunu
doya doya yaşamasına fırsatlar yaratıyor muyum? Böyle bir sorunun o zamana kadar hiç aklıma gelmediğini fark ettim.

Ben ne yapıyorum, diye düşündüm.

Benim yaptığım
sanırım birçok babanın yaptığının aynısıydı.

Dokuz yaşındaki oğlum ben işten eve gelince
beni görmemeye, benden kaçmaya çalışıyordu. Neden kaçmaya çalışıyordu, biliyor musunuz, Hocam?


- Hayır, neden? -

Çünkü onu görünce hemen şu soruyu soruyordum. "Oğlum bugün ödevini yaptın mı?"

Tuhaf tuhaf bakıyor, gözünü kaçırıyor,
daha da *sıkıştırınca, hayır anlamına gelen,
"cık" sesini çıkarıyordu.

* Kızıyordum, söyleniyordum,
"Niye yapmıyorsun ödevini!" diyordum.
Aramızda sürekli tartışmalar, sürtüşmeler oluşuyordu. Tabii bunun sonucunda bütün aile huzursuz oluyordu.


Burada biraz sustu, soluklandı. Sanki hatırlamak istemediği anılar vardı; onların üstesinden gelmeye çalışıyordu. Sonra konuşmaya devam etti:

- Ben sizin seminerinizden çıktıktan sonra düşünmeye başladım.

"Ben ne biçim babayım," diye kendime sordum.

Seminer için geldiğim İstanbul'dan çalışma yerim olan Kayseri'ye gidinceye kadar düşündüm;
otobüste bütün gece düşündüm ve sonra kendi kendime dedim ki,

eşimle konuşayım, biz birlikte bir karar alalım. Diyelim ki bu çocuk isterse beş yıl sınıfta kalsın,
ama doya doya çocukluğunu yaşasın.


- Radikal bir karar!

- Evet, uçta bir karar, ama bu karar içime çok iyi geldi, Hocam.

Gerginliğim, üzüntüm gitti, içim rahat etti.
Ben eve gelince eşime dedim ki, hadi gel otur, konuşalım. Yemekten sonra oturduk konuştuk, çocuklar yattı biz konuşmaya devam ettik. Seminerde anlatılanları aktardım, böyle böyle böyle diye izah ettim ona ve en nihayet dedim ki, ya benim gönlümden ne geçiyor sana söyleyeyim.

Bizim oğlumuz var ya bizim oğlumuz,
o isterse beş yıl sınıfta kalsın,
ama çocukluğunu yaşasın!
Şimdiye kadar onun çocukluğunu yaşamasıyla ile ilgili pek bir çaba göstermedik,
bir bilinç göstermedik, oluruna bıraktık.
Gel şimdi değiştirelim bunu.

- Eşiniz ne dedi?

- Hocam biliyor musun ne oldu? - Ne oldu? - Karım hayretle bana baktı ve dedi ki,

"Bu ne biçim seminer be!
Kim bu adam?
Öyle şey mi olur;
yok bizim ki çocukluğunu yaşayacakmış!
Bizim çocuk çocukluğunu yaşarken

öbürküler sınıflarını geçecek ilerleyecek!

Öyle şey olmaz."


- Anlıyorum; anne olarak çocuğunun geride kalmasını istemiyor, kaygılanıyor!

- Fakat hocam ben pes etmedim, bırakmadım, mücadeleye devam ettim. Her gün, her akşam gece yarılarına kadar karımla konuştum.

Üç gecenin sonunda bana,
peki ne halin varsa gör, dedi.

- Pes etti, yani. Peki, sen ne yaptın?

- İşte onu dediği günün sabahı eşofmanımı, ayakkabımı şöyle kapının yanına bıraktım işe gittim; işten dönünce oğlumun gözüne baktım ve dedim ki, oğlum bugün doya doya oynadın mı? Bana hayretle baktı ve "Hayır!" anlamına gelen "cıkk" dedi.

O zaman, hadi gel beraber aşağıya ineceğiz, oynayacağız, dedim.
Eşofmanımı giydim, ayakkabımı giydim,
onunla beraber sokağa çıktık.
Pencereden arkadaşları bakıyorlarmış,
onlar da sokağa çıktılar;
birlikte sokakta oyun oynadık.
Akşam saat altıdan sekiz buçuğa kadar sokaktaydık. Eve gelince toz toprak içindeyiz,
beraber banyoya girdik, duş yaptık.
Havluyla kuruladım,
çok mutluyduk

ve o günden sonra işten dönünce her gün
onunla oynamaya başladım.
Her gün, her gün, her gün oynadım.

Yedi gün sekiz gün sonraydı galiba,
bir gün banyodan çıkarken onu kuruluyorum havluyla, kolumu tuttu,

bana döndü ve dedi ki,

baba ya, ben seni çok seviyorum.

Hocam nefesim durdu, gözüm yaşardı,
konuşamadım.


Çünkü farkına vardım ki,
şimdiye kadar sevdiğini hiç söylememişti.

Düşündüm,
şimdiye kadar hiç söylemediğinin farkında değildim;

belki ömür boyu söylemeyecekti.
"Ne büyük tehlike!" diye düşündüm.


Ömür boyu onun bana bu cümleyi söylemediğinin farkında olmayacaktım.

- Demek farkına vardın,
seni kutlarım.

Senin farkına vardığın bu durum birçok anne ve babanın farkında olmadığı gizil, örtük ama önemli bir tehlike!

- İçimde bir şükür duygusu, havluyla çocuğumu kuruladım ve giydirdim ve artık her gün oyun oynamaya devam ettik.

Zaman geçti, iki hafta sonra okul, öğretmen veli buluşması için okula davet etti.

Daha önceki veli buluşmalarında öğretmen,

"Sizin oğlunuz akıllı bir çocuk, ama ödevleri kargacık burgacık yazıyor, dikkat etmiyor.
Sınıfta arkadaşlarını rahatsız ediyor, onları itiyor kakıyor,
lütfen onunla konuşun.
Ödevlerine ilgi gösterin,
sınıfta arkadaşlarını rahatsız etmesin.
Ödevlerini doğru dürüst yapsın," demişti.


O nedenle öğretmen buluşmasına gitmekten çekiniyordum.
Bu davet gelince ben eşime dedim ki, hadi okuldaki buluşmaya beraber gidelim!

Yok, dedi, sen tek başına gideceksin,
ben gelmeyeceğim.

-Eşiniz gelmek istemedi!*

- Hayır istemedi. Ya beraber gidelim, diye ısrar ettim hayır hayır sen yalnız gideceksin dedi.

Ben yalnız gittim ve diğer veliler geldikçe sıra bende olduğu halde sıranın arkasına geçtim,
sıranın arkasına geçtim ki başka kimse olmadan öğretmenle konuşayım, diye.

Mahcup olacağımı düşünüyordum.
Her şeyin daha kötüye gittiğini düşünüyordum.

En nihayet bütün veliler öğretmenle konuşmalarını bitirip gittiler.

Sıra bende!

Öğretmenin karşısına geçtim,

bana baktı gülümsedi,
siz ne yaptınız bu çocuğa, dedi.


Hiç cevap vermedim, önüme baktım.
Lütfen söyleyin ne yaptınız bu çocuğa, dedi.

"Çok mu kötü hocam?" diye sordum.

Gülümsedi, hayır, kötü değil, dedi.

"Artık sınıfta arkadaşlarını hiç rahatsız etmiyor, ödevleri iyileşti, tam istediğim öğrenci oldu.
Ne yaptınız bu çocuğa siz?"


- Herhalde bir baba olarak çok mutlu oldunuz? - Hocam biliyor musunuz

öğretmenin karşısında ağlamaya başladım.

İnanamıyordum kulağıma,
içimden, vay evladım,
biz sana ne yaptık şimdiye kadar, duygusu vardı.


Eve geldim, karım yüzüme baktı,
gözlerim ağlamaktan kıpkırmızı.

"O kadar mı kötü?" diye sordu

. Ona da cevap veremedim Hocam,
ona da cevap veremedim! Ağladım.

Daha sonra anlattım.

Hocam onun için sizin elinizi öpmek istedim, teşekkür ediyorum.

Benim oğlumun ve onun küçüğü
kızımın hayatını kurtardınız.

Ailemin mutluluğu kurtuldu.

Hakikaten bir insanın anavatanı çocukluğuymuş.

Anavatanı mutlu olan bir çocuk çalışmasını, okulunu her şeyini bütün gücüyle yapar ve orada başarılı olurmuş.


"Gel seni yeniden kucaklayayım!" dedim. Kucaklaştık.

"Çocuklar Gülsün diye!" yaşayalım.

Çünkü insanın anavatanı çocukluğudur.

Çocuklar gülerek, oynayarak büyürse,
sonunda büyükler güler.

Büyükler mutlu olup gülümseyince tüm ülke,

tüm insanlık güler.

Çocukların gülmesine hizmet veren herkese
selam olsun!

Doğan CÜCELOĞLU



bir öğrencimin bana öğrettikleri'doğan cüceloğlu' ile ilgili görsel sonucuBir öğrencinin öğrettikleri

*Doğan CÜCELOĞLU

bir öğrencimin bana öğrettikleri'doğan cüceloğlu' ile ilgili video



Kaliforniya'da Long Beach şehrindeki Eyalet Üniversitesi'nde öğretim üyesi olarak ders verirken, aynı sömestrde benim iki dersimi alan bir kız öğrencim dikkatimi çekmeye başlamıştı. Bu genç bayanın şu özelliklerinin farkına varmıştım: Her şeyden önce çok güzel bir kızdı; gözüm gayri ihtiyari ona gidiyordu. İkinci olarak çok iyi bir öğrenciydi; bütün sınav ve ödevlerde en yüksek notu o alıyordu. Ayrıca, çok hanımefendi, çok nezih bir kişiliği vardı. Bölümün bir pikniğinde kız öğrencimin nişanlısıyla tanıştım ve itiraf edeyim, ilk aklımdan geçen, "Armudun iyisini ayılar yer" düşüncesi oldu. Yukarıda özelliklerini saydığım o güzel kızın bana tanıştırdığı erkek, yirmi yedi-yirmi sekiz yaşlarında, saçı biraz dökülmüş, şişman denecek kadar toplu, çirkin, kısa boylu biriydi.

Bu kişiye parası için yüz vermiş olabileceğini düşündüm. Daha sonra öğrendim ki, bu genç adamın parasal gücü yok; başka bir üniversitenin psikolojik danışmanlık bölümünde doktora öğrencisi olarak okula devam ediyor ve ileride akademisyen olarak kariyer yapıp profesör olmak istiyor.

Acaba benim güzel öğrencim bu adamda ne bulmuştu? Bir hafta sonra ders çıkışı koridorda öğrencimin yanına yaklaştım ve Sally adıyla anacağım öğrencimle aramızda şöyle bir konuşma geçti:

"Sally, nişanlınla nasıl tanıştığınızı merak ediyorum?

"Bir kilise faaliyetinde aynı komitede çalıştık; o zaman tanıdım kendisini "

"Nesi seni etkiledi; hangi özelliklerini sevdin?

Sally, bir Amerikalı olarak bu soruyu hiç beklemiyordu. Amerikan kültüründe, bu tür sorular kişinin mahremiyetine tecavüz olarak kabul edildiğinden pek sorulmaz. Amerikan kültürüne göre ben o anda Sally'nin mahremiyetine 'burnumu sokuyordum.'

Şaşkınlığı geçince çok içten, gözlerinin içi gülerek, "O şahane bir insan; o benim kahramanım! Ben ondan çok şeyler öğrendim" dedi.

O anda ilk hissettiğim şey kıskançlık duygusu oldu. Güzel bir kadının erkeğine, "Sen benim kahramanımsın" duygusu içinde bakmasının erkeğe verilmiş en büyük hediye olduğunu hissettim ve anladım. Bu hediyeyi, hayatım boyunca hiç almadığımı biliyordum ve o kişiyi kıskandım.

"Nasıl yani?" dedim.

"Frank bir yetimhanede büyümüş. Yetim olmanın ne demek olduğunu bildiği için, üniversite öğrencisi olunca, yetimhaneden iki çocuğa ağabeylik yapma kararı almış. Haftada on saatini onlara ayırıyor; onlarla buluşup oynuyor, kitap okuyor, onları müzeye götürüyor. Onların iyi gelişmesi için elinden geleni yapıyor. Biri ameliyat oldu, hastanede yatıyor ve Frank şimdi akşamları hastanede kalıyor, geceleri ona bakıyor."

Yüzüme tokat yemiş gibi oldum. Utandım. Kendime kızdım. Ben güya en yüksek eğitim düzeyine gelmiş biriydim ve karşımdakini hala dış görünüşe göre yargılıyor ve onu "ayı" olarak görüyordum. İçimdeki pislikten utandım. Bir süre sonra Sally'nin içinde yetiştiği aile ortamını merak etmeye başladım. Şöyle bir mantık yürüttüm: o adama baktığım zaman ben neden, 'Armudun iyisini ayılar yer' diye düşündüm? Çünkü ben, içinde yetiştiğim ortamda sık sık bu benzetmeyi duyarak büyümüştüm. İçinde yetiştiğim ortam beni nasıl etkilemişse, Sally'nin içinde yetiştiği ortam da onu öyle etkilemiş olmalıydı.

Birkaç hafta sonra Sally'e, ailesinin nerede oturduğunu sordum. Los Angeles'in üç yüz elli km kuzeyindeki bir kasabada oturuyorlarmış. Onun ailesiyle tanışmak istediğimi, bunu mümkün olup olamayacağını sordum. "Kendilerine bir sorayım, eminim sizinle tanışmak isteyeceklerdir," dedi ve iki gün sonra, "Ailemle konuştum; sizinle tanışmaktan mutlu olacaklarını söylediler," dedi. Dört-beş hafta sonra San Francisco'ya gidecektim, Sally'nin ailesinin yaşadığı kasaba yolumun üstündeydi, onlara uğrayabilir, onlarla tanıştıktan sonra yoluma devam edebilirdim.

Bu planımı Sally'e söylediğimde Sally, "O gün ben de aileme gidecektim; isterseniz beraber gidebiliriz," dedi. Ailesine haber verdi. Onlar da sabah kahvaltısına gelmemizi söylemişler. Long Beach'ten sabahın altısında yola çıktık ve dokuz buçuk civarında Sally'nin ağabeyi Brian'ın evine vardık. Sally'nin babası George orada buluşmamızı uygun görmüş. Çok güleryüzlü bir aileydi. Brian'ın, en ufağı dört yaş civarında dört çocuğu vardı.

Ziyaret ettiğim bu güleryüzlü sıcak ailede, iki olay gerçekten dikkatimi çekti. Bunlardan ilki, Sally'nin babası George'un torunlarıyla konuşurken onların göz hizalarına inmesiydi. Bunu o kadar doğal yapıyordu ki, artık farkına varılmadan yapılan bir davranış olduğu belliydi. Sally'ye, babasının torunlarıyla hep böyle mi konuştuğunu sordum. "Evet" yanıtını alınca, kendisi çocukken de babasının, onunla göz hizasına inerek mi konuştuğunu sordum. "Evet, biz böyle biliyoruz. Ağabeyim Brian da çocuklarıyla böyle konuşur; ben de kendi çocuklarımla böyle konuşacağım. Biz böyle biliyoruz", dedi. Tüylerim diken diken oldu. Ben üniversite öğretim üyesiydim ve insan psikolojisi benim uzmanlık alanımdı ama üç çocuğumdan hiçbiriyle göz hizasına inerek konuştuğumu hatırlamıyordum. Kendime kızdım; sonra kendime kızmaktan da vazgeçtim, beni yetiştirenlere kızdım. Sonra onlara kızmaktan da vazgeçtim ve bütün nesilleri yetiştiren kültür ortamına kızdım. Daha sonra kimseye kızmayacağımı anlayarak, oradaki öğrenme fırsatından yararlanmaya karar verdim. Torunlarının önünde diz çökerek konuşan dede George'a "Beyefendi, çocukların göz hizasına inerek konuşuyorsunuz!" dedim. Bana biraz şaşkınlıkla gülümseyerek, "Tabii, onlar küçük insanlar!" yanıtını verdi. Öyle bir bakışı vardı ki, bu bakış sanki 'Bu kadar doğal bir şey ki, herhalde bunu herkes yapıyordur; sen yapmıyor musun?' diyordu.

O bakışa karşı bütün yaptığım, mahcup bir gülümseme oldu.

Bu güleryüzlü sıcak ailede dikkatimi çeken ikinci olay, Sally'nin ağabeyi Brian'ın davranışı oldu. Brian, Pasifik ülkeleriyle ticaret yapan, oldukça varlıklı biriydi. Evlerinin büyüklüğünden, yüzme havuzundan, çiftliklerinden, arabalarının türünden ailenin zenginliği belli oluyordu. Kahvaltıdan sonra saat on bir dolaylarında telefon çaldı ve Brian bir süre telefonla konuştu. Ofisten arıyorlarmış, Koreli bir işadamı Los Anegeles'ta imiş, kendisiyle görüşmek için helikopterle saat 14'te gelmek istiyormuş. Başka bir randevusu olduğunu söyleyerek bu teklifi reddetmiş olan Brian, bize durumu şöyle açıkladı: 'Dört çocuğum var ve her hafta biriyle dört saat başbaşa geçiririm. Bugün dört yaşındaki kızım Mary'le randevum var. Çocuklar çok çabuk büyüyorlar, eğer dikkat etmezsen, bir bakıyorsun, büyümüşler ve onlarla beraber zaman geçirme olanağı kaybolmuş.

Brian'ın yaşam vizyonunu sormadım, ama davranışından nelere öncelik verdiği belli oluyordu. Brian için çocukları şüphesiz en az işi kadar önemliydi. Brian'ın yaşamında bununla ilgili bir pişmanlık duygusu, bir 'keşke' olmayacak.

Sally'e sordum: "Baban seninle randevulaşır mıydı?"

"Evet", dedi, "yalnız benimle değil, her çocuğuyla sırasıyla başbaşa zaman geçirirdi. Ve ilave etti, "Biz böyle gördük, böyle biliyoruz. Benim çocuğumun da babası böyle yapacak!". Gülümseyerek, "Nereden biliyorsun?" diye sordum.

"Biz Frank'le konuştuk" diye cevap verdi. Yine içim cız etti. Daha doğmadan çocuğun gelişme ortamıyla ilgili bir bilinç oluşmuştu.

Kendi çocuklarıma içim yandı. Evlenmeden önceki bilincimi, kafamın karmaşıklığını, evlendiğim kıza ettiğim eziyetleri ve ondan da acısı, kendi yavrularıma çektirdiğim acıları düşündüm. Biraz daha düşününce kendimin de acı çektiğini anladım ve bu sefer kendi çocukluğuma içim yandı. Daha sonra babamın, anamın çocukluğuna içim yandı. Ve son durak olarak ülkemin tüm çocuklarına içim yandı.

Yine kimseye kızamayacağımı anlayınca, 'bundan sonra ne yapabilirimle ilgili düşünmeye karar verdim. İşte değerli okurum; yazdığım kitaplar, verdiğim seminerler, hazırladığım televizyon programları, 'Ne yapabilirim?' sorusuna verdiğim yanıtların öğeleridir. Sally'nin içinde yetiştiği ortamı görmüş ve anlamış biri olarak onun davranışlarına şimdi daha iyi anlam verebiliyorum. Sally, içinde yetiştiği ailede, varoluşun beş boyutunu da doya doya yaşayabilmişti. Çocuğun hizasına inerek onunla göz göze konuştuğunuz zaman çocuk, 'Sen varsın, sen doğalsın, sen değerlisin, sen güçlüsün ve sen sevilmeye layıksın', mesajı alır ve çocuğun CAN'ı beslenir.

Çocuğuyla randevusuna sadık kalan baba, 'Seninle zaman geçirmek istiyorum, seni özledim', mesajını güçlü olarak verir. Çocuk bu mesajı zihinsel olarak değil, sezgisel olarak alır ve aldığı bu sezgisel mesajlar sayesinde çocuğun hamuru, 'Ben sevilmeye layık biriyim!' diye yoğrulur.

Bir ana babanın çocuklarına verebileceği en büyük miras, varoluşun beş boyutunda beslenmiş ve buna inanmış güçlü bir CAN'dır.


 
  *** SİZİ KUTLUYORUZ *** BUGÜN 1930136 ziyaretçi (4223896 klik) MİSAFİRİMİZ OLDUNUZ ***  
 
haberler haberler


Google Arama
Sitemde Arama
Yaşam ve İnsanlar

İstanbul Servisleri Neden Pahalı ? burakesc
Namaz Kılan Minik ile burakesc
GİMDES Helal Gıda Ramazan Buluşması burakesc
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol