MUTLULUK VE HUZURUMU ARIYORSUN ? >>> ÇALIŞ + İYİLİK YAP + ŞÜKRET |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
*Osmanlı Rantı Nasıl Önlemiştir ?*
Semih Akşeker
Yüksek Mimar
*Kaynak:* http://www.hendesedergisi.com/yazardetay/7-30-sehir-mulkiyet-rant.aspx
Son yıllarda
Osmanlı mimari ve şehirciliğinin farklı meseleleri ile alakalı
çok sayıda neşriyat yapılmışken
bir husus var ki şehir-mülk-rant ilişkileri üzerinde
nedense şimdiye kadar pek durulmamıştır.
Kentsel dönüşüm, modern şehircilik
ve onun veled-i zinası olan rantın sıkça telaffuz edildiği bugünlerde,
Osmanlı’nın asırlar önce
rantı önlemek için aldığı tedbirlerin,
istendiği takdirde bugün dahi bize fikir verebileceğini düşünüyorum.
Bu kısa makalede Osmanlı şehirlerinin şekillenmesinde Kur’an-ı Kerim’den mülhem “mülkiyet” yorumu ve kararının oynadığı önemli rol üzerinde durulacaktır.
Mülkün sahibi değil emanetçisi olan devlet
(ve onun mümessili padişah)
evini yapmak isteyen insanlara
bedelsiz olarak arsa veriyor,
halk da kazancı ile kendi evini bu arsa üzerine yaptırıyordu.
(1) Bilindiği üzere arsa ve arazi mülkiyet biçimleri, ev ve şehir mimarisine tesir etmektedir. Bir arsanın kiralık mülk, daimî mülk veya kullanım müsaadeli mülk… olmak bakımından mimari sonuçlarının da farklı olacağını söylemek elbette yanlış olmayacaktır.
Osmanlı’da mülkiyet ve imar hukuku
sahiplik değil,
emanetlik anlayışına göre düzenlenirken
ev/mimari/şehirler dahi, (şehrin % 90’ı evlerdir)
bu tasavvur doğrultusunda konar-geçer kültürün evi olan çadırların yerleşik düzende biraz geliştirilmişi diyebileceğimiz tarzda ahşap çatkılı basit malzemelerle tesis edilmiştir.
Sadece, kimsenin mülkiyetinde olmayan
cami, medrese, han gibi binalar ise
taş gibi sağlam/kalıcı malzemelerle inşa edilmiştir.
Osmanlı devleti/insanı,
“Mülkün sahibi Allah’tır.”
kaidesi gereği mülkiyet ile olan ilişkisinde kendini, ancak mülkün emanetçisi düzeyinde görmekteydi.
(“Göklerin, yerin ve
içlerindeki her şeyin mülkiyeti Allah’ındır.”- Mâide Suresi, 120. ayet)
Bu tasavvura göre,
arzın/toprağın gerçek sahibi Allah ise eğer,
kullar da bu toprakların ancak emanetçisi olabilirlerdi.
Dolayısıyla insanlar
emanetçisi olduğu toprağı sahiplenemez,
onu alım-satım vasıtası yapamaz,
kâr metaı olarak göremezdi.
Topraktan ancak ve yalnız
bir süre istifade edilebilirdi
(1). Bu yönüyle baktığımızda
Osmanlı mülkiyet anlayışı,
zaman içinde gelişen ve nihai şeklini 16. asırda aldığı birkaç temel esas üzerine bina edilmiştir.
İlki,
mülkün sahibi değil emanetçisi olan devlet
(ve onun mümessili padişah)
evini yapmak isteyen insanlara
bedelsiz olarak arsa veriyor,
halk da kazancı ile
kendi evini bu arsa üzerine yaptırıyordu.
Devlet, dinî otoritenin bu fetvasına/yorumuna gerçekten inanmış olmalı ki halkına bedelsiz arsa temin etmeyi kendine vazife bilmiştir.
Arsa meselesi çözülen halkın
ev ile münasebetinde,
evini güzelce inşa etmek ve
huzur içinde orada oturmak amacı dışında
bir başka meselesi kalmıyordu.
Bu hukuk sayesinde insanlar,
evlerini bir mübadele aracı olarak görmüyor,
mal değil, birer yuva olarak inşa ediyorlardı.
Osmanlı dünyasında,
ev yapmak ve sonra üzerine kâr koyup satmak
(rant)
gibi bir düşünce
hiçbir zaman vuku bulmamıştır.
Osmanlı’da
evi olmayan halka bedelsiz arsa temin etmek
ve yine geçim için
ekip biçeceği bir arazi/toprak temin etmek de devletin görevi olarak anlaşılmıştır.
Barınma ve iş gibi temel/insani haklar,
devlet güvencesinde olmuştur.
Bununla birlikte
Osmanlı’da çalışmayan,
oturup yatan bir insanın ayakta kalma şansı yoktu.
Herkes az veya çok mutlaka çalışmak zorundaydı.
Mesela toprağını arka arkaya iki yıl geçerli bir mazeret olmaksızın ekmeyen bir insanın toprağı elinden alınır, toprağı ekebilecek başka insanlara verilirdi. Yani iktisadi sistem çalışma/emek temeli üzerine kurulmuştu. Bu mülk/hukuk sisteminde alınan diğer mühim karar da şudur: Ev dışında iş yerleri dükkânlar-çarşılar, hanlar, hamamlar gibi ticari amaçlı kira geliri getiren binalar, vakıflar gibi tüzel kişiliklerin mülkiyetinde olacak şekilde inşa edilmişlerdir. Bu binaları yaptıran devlet erkânı (padişah, valide sultan, şehzade, vezir…) veya varlıklı diğer hayırsever insanlar, bu binaları ya mevcut vakıflardan birine bağışlıyorlar ya da bizzat kendileri vakıf kurup bu binaları ve gelirlerini ilanihaye hayır amaçlı vakıflara bağışlıyorlardı. Mesela İstanbul’da Fatih’in yaptırdığı ilk kapalı çarşı, 118 dükkânıyla Ayasofya Camii’nin vakfiyesi olarak inşa edilmiştir ve vakfiyenin tüm gelirleri, caminin tamir ve bakım hizmetleri için harcanıyordu. Yine Sultanahmet Camii’nin bugün hâlâ kullanılan arastası, vakıflara ait olmak üzere inşa edilmiştir. Elbette böyle binalar, sadece camilere gelir amaçlı yapılmıyordu, birçoğu da fakirler, yetimler, hastalar ve sakatların hatta hayvanların ihtiyaçlarını temin etmek için kurulan vakıflara gelir gayesiyle inşa ediliyordu. Şehirler bu dönemde, insanların sağlık ve huzur içinde yaşayacakları mekânlar olmaktan çıkarılıp alınıp satılır metalara dönüştürüldü. Şehirler, artık sermayenin bizzat çoğaltılacağı yeni kapitalist üretim sahaları olarak da görülmeye başlandı. Osmanlı Rantı Nasıl Önlemiştir ? Osmanlı’da birbirinden bağımsız olmayan imar ve mülkiyet sisteminin ekonomipolitiği şu hususlardan müteşekkildir: 1-Evler, insanlar için zaruri (havâic-i asliye) ihtiyaçtır. Ticari hüviyeti olmadığından dolayı oturum mülkiyeti insanlara bırakılmıştır. Bu mülkiyet, miras yoluyla varislere geçmektedir. 2-İşyeri/dükkânlar ise ciddi gelirleri olan ticari binalar olduğu için bunların mülkiyeti tek tek kişilere değil, tüzel kişiliği olan vakıflara bırakılmıştır. Pahada değerli oluşu ve sürekli kira geliri getirmesi gibi sebeplerle çarşı, han, hamam gibi dükkânların mülkiyeti vakıflar için düşünülmüştür. Böylelikle bazı insanların aşırı zenginleşerek imtiyazlı bir sınıf olarak ortaya çıkmasına müsaade edilmemiştir. Osmanlı’da, bu tedbir sayesinde asırlar boyunca içtimai hayatta sınıf/statü farklılıklarına dayanan çatışmalara pek rastlanmamıştır. Bedelsiz arsa verilerek ev meselesi çözülen halka, evlerinden ayrıca satarak prim yapma ve kiralama gibi rant beklentisi bırakılmazken zenginlerden de dükkânlar, hanlar, hamamlar sahibi olarak bunları satmak ve kiraya vermek imkân ve imtiyazı elinden alınmıştır. Bu türlü kazançlar insanlara değil, vakıfların kazanç hanesine yönlendirilmiştir. Şehirlerin gelişmesine paralel olarak ortaya çıkan rantın kişilerin eline bırakılmadan vakıflara yönlendirilmesiyle kazanç aslında halka geri döndürülmüş oluyordu. Bugün ise belediyelerin verdiği birtakım imar imtiyazlarıyla yaptırılan AVM’ler -büyük çarşılar-her ay sahiplerine matbaa gibi para basmaktadır. Öyle ki AVM’lerinden yıllık 20-50 milyon dolar kira geliri elde eden zenginleri basında yer alan röportajlardan biliyoruz. Eğer bu binaları, farz edelim, belediyeler kendileri için yaptırsaydı elde edeceği kira gelirleri ile neler yapabilirlerdi, varın siz düşünün. Cumhuriyet Türkiye’sine gelindiğinde ise daha en başlarda -1924’te- (Tanzimat’tan bu yana vakıf sistemini kaldırmak ve kendi mülkiyet düzenini getirmek için uğraş veren Batılıların çabalarının sonuç verdiğini ve) sistemin tümden değiştirildiğini görüyoruz. Mülk hukuku, Batılıların istediği şekilde neticelendirilmiş, kapitalizmin yeşereceği ortam ve yeni zengin sınıfının yaratılacağı mülkiyet sistemi kurulmuştur. Atatürk’ün, “Bizim de milyonerlerimiz olmalı (2).” sözünü burada yeri gelmişken hatırlatalım. Modern anlamda sanayii ve ticareti olmayan savaş mağduru bu ülkenin, milyonerlerini nasıl çıkaracağı sorusunun cevabının da yeni mülk düzeni sayesinde verileceği anlaşılmaktadır. Genç Cumhuriyet’in mülkiyet meselesine bakışı, selefi Osmanlı ile taban tabana zıttı. Osmanlı’nın mülkiyeti “emanetlik” şeklinde dinî/ontolojik bir kavram ile ele almasına karşılık, yeni rejim, mülkiyeti “sahiplik” şeklinde, din dışı (seküler) bir eksende ele almıştır. Mülkiyetin karakteri dinden arındırılmıştır. Sadece mülkün mahiyeti ve hüviyeti değiştirilmekle kalmamış, vakıf sistemi de bir gecede devrim kararıyla lağvedilmiştir. Oysa mevcut sistemin; 1- günümüze uyarlanmak, 2- eksiği varsa ilave etmek, 3- aksayan tarafları varsa revize etmek… gibi seçenekleri varken sistemin toptan yok edilmesi tercih edilmiştir. Yerine, üzerinde düşünülüp taşınılmış doğru düzgün bir düzenleme de getirilmediğinden ortada kalan birçok mülk (arsa, arazi, bağlık...) açıkgöz sahtekârların eline geçmiştir. Bu arada vakıflara ait birçok mülkün, yeni rejimin bağlıları tarafından yağmalandığını görüyoruz (3). Vakıfların dükkân, han, arazi, bağ ve bahçeleri bedavadan biraz pahalı paralara satılığa çıkarıldı. Müslümanlar, haram/günah endişesiyle vakıf mallarını satın almaya yanaşmadı. Vakıf mülklerini gayrimüslim zenginler ve yeni rejimin sahtekâr bağlıları topladı. Bu arada şehir içindeki arsaların kapatılma ve çok ucuz fiyatlarla el değiştirme devri başlamıştı. Falih Rıfkı gibi rejim bağlıları dahi bu arazi yağmalarından çok rahatsız olmuştur (4). 1924-50 yılları arası, vakıf mülkleri yağması; 1950-80 yılları arası da arsa rantçılığının belirginleştiği dönem olarak tarihe geçmiştir. 1955 yılında kat mülkiyeti kanununun çıkartılmasıyla birlikte yavaş yavaş arsaları yapsatçılara vermek, bir arsaya mukabil 3-5 daire edinmek devri başladı. Osmanlı’nın, en başlarda rantı fark ederek önlemeye çalışmasına karşın Cumhuriyet hükümetleri, bizzat kanun çıkararak rantın önünü açmışlardır. 2000’lere gelindiğinde ise evvelce benzeri görülmeyen dehşetli bir zihniyet yapısı ortaya çıktı. Bu dönem, eski ile kıyaslanamayacak derecede rantın kanıksandığı ve zirve yaptığı bir dönem olarak tarihe geçmeye adaydır. Şehirler bu dönemde, insanların sağlık ve huzur içinde yaşayacakları mekânlar olmaktan çıkarılıp alınıp satılır metalara dönüştürüldü. Şehirler, artık sermayenin bizzat çoğaltılacağı yeni kapitalist üretim sahaları olarak da görülmeye başlandı. Şehirde, nereye ve hangi köşeye baksa para kokusu alan bir yatırımcılar grubu türedi. Tekstilciler, kuyumcular, fabrikatörler, marketçiler... gibi büyük sermaye sahibi kapitalistler, birden müteahhitliğe soyundular. Evvelce küçük kârlarla çalışırlarken şimdi rant sayesinde bir yılda ve tek bir işte, inşaatın büyüklüğüne göre 100 trilyon kâr yapabilen şirketler hâline geldiler. Böyle bir zihniyet yapısı, ancak neo-liberal (kapitalizmin yumuşatılmış adı) politikaların sahibi bir iktidar döneminde zuhur edebilirdi ve de öyle oldu. Rantı Önlemek, Adaletli Bir Devletin Asli Görevidir Kapitalizm, tıkandığı bir zamanda yine kendini ve sermayesini büyütecek yeni bir yol ve yöntem bularak bir kez daha ayakta kalmayı başardı! Mübarek olsun! Rant; emeksiz, gayretsiz, ter akıtmadan elde edilen anormal bir kazanç türüdür; bu manada faizle benzerliği vardır. Rant, emeği ile geçinen milyonlarca insan ile alay etmek ve siz çalışın ben yiyeyim, demektir (5). Adaleti tesis etmekle vazifeli devlet, bugün için en büyük adaletsizliklerden biri olan rantı bitirmek ve emeğe dayalı kazancı tekrar yüceltmekle yeni bir başlangıç yapmalıdır. Rantı bitirmek için birçok tedbir alınabilir, bunlardan sadece bir tanesini burada aktarmak istiyorum: Arsasını kat karşılığında müteahhitlere veren insanlar, aldıkları dairelerin asgari % 50-60’ını devlete/belediyeye terk etmelidir. Belediyeler de (evsiz/kiracı) fakirleri kira bedeli almadan bu dairelere yerleştirmelidir. Bu durumda, mesela 100 daireli bir inşaatın 50’si müteahhite, 50’si de arsa sahibine (hiç çalışmadan ve emek sarf etmeden elde ettiği bu 50 dairenin) kalıyordu, önerdiğimiz şekliyle, ancak 20’si arsa sahibine 30 tanesi de devlete kalacaktır. 10 daireli bir inşaatta ise, 5’i müteahhide, 2’si arsa sahibine, 3 tanesi de devlete/kamuya, dolayısıyla fakir evsizlere kalmış olacaktır. Ülkemizde her yıl tahminen 50 bin daire bu şekilde ranttan kurtarılarak fakirlere aktarılmış olacaktır. Bundan sonraki aşamada, rant ümidi kesilmiş ve rant ile bir şey elde edemeyeceğini anlayan insanlarımız da artık arsa alıp prim yapmasını beklemek ve çalışmadan zenginleşme hayallerine kapılmak yerine alın teri ile kazanmaya ve geçimini temin etmeye bakacaktır. Ülkemizde hâlen birçok insan arsa ve ev rantı sayesinde çalışmadan hayatını sürdürmektedir. Bu insanlar sürekli arsa alarak prim yaptığında o arsaları elden çıkarmakta ya da arsasından imar geçtiyse müteahhide kat karşılığı vermektedir. Ülkemizde bugün bir milyonun üzerinde aile (ailenin diğer fertlerini de sayarsak 5 milyon kişi) hiç çalışmadan arsa ve kira geliri ile geçindiğini söylersem bu işin hangi düzeylere vardığı daha iyi anlaşılacaktır. Ülkemizde bugün 50, 100, 500, 1000, 3000 dairesi olan sayısız insan vardır. Bu mülkler alın teri, gayret, çalışkanlık ile değil arsa rantı sayesinde kazanılmıştır. Rantı bitirmek için birçok tedbir alınabilir, bunlardan sadece bir tanesini burada aktarmak istiyorum: Arsasını kat karşılığında müteahhitlere veren insanlar, aldıkları dairelerin asgari % 50-60’ını devlete/belediyeye terk etmelidir. Belediyeler de (evsiz/kiracı) fakirleri kira bedeli almadan bu dairelere yerleştirmelidir. Bu durumda, mesela 100 daireli bir inşaatın 50’si müteahhite, 50’si de arsa sahibine (hiç çalışmadan ve emek sarf etmeden elde ettiği bu 50 dairenin) kalıyordu, önerdiğimiz şekliyle, ancak 20’si arsa sahibine 30 tanesi de devlete kalacaktır. 10 daireli bir inşaatta ise, 5’i müteahhide, 2’si arsa sahibine, 3 tanesi de devlete/kamuya, dolayısıyla fakir evsizlere kalmış olacaktır. Ülkemizde her yıl tahminen 50 bin daire bu şekilde ranttan kurtarılarak fakirlere aktarılmış olacaktır. Bundan sonraki aşamada, rant ümidi kesilmiş ve rant ile bir şey elde edemeyeceğini anlayan insanlarımız da artık arsa alıp prim yapmasını beklemek ve çalışmadan zenginleşme hayallerine kapılmak yerine alın teri ile kazanmaya ve geçimini temin etmeye bakacaktır. Ülkemizde hâlen birçok insan arsa ve ev rantı sayesinde çalışmadan hayatını sürdürmektedir. Bu insanlar sürekli arsa alarak prim yaptığında o arsaları elden çıkarmakta ya da arsasından imar geçtiyse müteahhide kat karşılığı vermektedir. Ülkemizde bugün bir milyonun üzerinde aile (ailenin diğer fertlerini de sayarsak 5 milyon kişi) hiç çalışmadan arsa ve kira geliri ile geçindiğini söylersem bu işin hangi düzeylere vardığı daha iyi anlaşılacaktır. Ülkemizde bugün 50, 100, 500, 1000, 3000 dairesi olan sayısız insan vardır. Bu mülkler alın teri, gayret, çalışkanlık ile değil arsa rantı sayesinde kazanılmıştır.
İstanbul, cazibe merkezi olmaktan çıkarılmalı!
Mimar Semih Akşeker, “Kenti terk etmenin bile 3 saati aldığı İstanbul deyince aklıma bina, beton, hafriyat, asfalt, otomobil, trafik, yoğunluk, ve kargaşa geliyor. İstanbul’da beni ümitlendirecek ve bana yaşama azmi verecek bir icraat göremiyorum.” dedi.
İstanbul… Gayri resmî rakamlara göre 25 milyonu bulan nüfusuyla dünyadaki bir çok ülkeden daha büyük bir mega kent. Trafik çilesi ve nüfus yoğunluğunun yol açtığı çeşitli sorunlar çözüm beklerken geçtiğimiz günlerde “Çılgın Proje” olarak lanse edilen Kanal İstanbul projesinin güzergâhı açıklandı ve çalışmaların bir an önce başlayacağı vurgulandı. Peki, düzgün bir şehir planlaması nasıl olmalı? Binaların dikey yerine yatay mimari ile yapılması çözüm mü? ‘Kent’ ve ‘Şehir’ farklı kavramlar mı? İslam dini kentsel dönüşüm konusunda ne diyor? Tüm bu meseleleri, bu konu hakkında uzmanlaşmış ve kitaplar yazmış Mimar Semih Akşeker’le konuştuk…
“Mutlu Ev – Evinizi Kurarken Kuran’ın Öğütlediği 9 Prensip” isimli kitabınızda “İslâm mimarisi diye bir şey olmaz” diyorsunuz?
Sadece İslâm’ın değil hiçbir dinin kendi adıyla anılan bir mimarisi olmaz. Çünkü din ilâhî, mimari ise beşerîdir. İlâhî olan ile insanî olan hiç aynı kefeye konabilir mi? Din Allah’tandır ve kusursuzdur, mimari ise pekâlâ kusurlu olabilir, dolayısıyla ikisinin birlikte anılması doğru olmaz. Aksi takdirde bir beşer olarak bizim mimari anlayış ve tasarımlarımızda olası hatalarımızın dine/İslâm’a mâl edilme tehlikesi ortaya çıkar ki bu da kabul edilebilir değildir. Diğer yandan dinler tabi ki ahlâk ve değerler yoluyla mimariyi ve şehirleri biçimlendirir, pek çok binada ve şehirde bu etkinin izleri görülebilir. Ancak günümüzde kentler dinî değerler tarafından değil din dışı / din karşıtı değerler (büyüklük, ihtişam, ihtiras, rant, lüks, gösteriş, konfor, keyif… gibi) tarafından biçimlendirilmektedir. İklim değişikliği başta olmak üzere diğer birçok problemin kaynağı da zaten bu mimari ve kent suçları.
GÖÇ, YATIRIM YAPMAYARAK ÖNLENİR
İstanbul için neler söylemek istersiniz? Bu saatten sonra geriye dönüş mümkün mü?
İstanbul, Tekirdağ Ereğlisi’nden Kocaeli Gebzesi’ne kesintisiz 160 km. uzunluğunda, üç ana otoban aksı (üç köprü) ve bu akslar arası milyonlarca bina ile dolu azman bir metropol kent haline geldi. Kenti terk etmenin bile 3 saati aldığı İstanbul, bu haliyle beni çok korkutuyor. İstanbul deyince artık aklıma 70’li yıllarını hatırladığım o efsane güzellikleri gelmiyor, aklıma bina, beton, hafriyat, asfalt, otomobil, trafik, yoğunluk, karmaşa ve kargaşa geliyor. İstanbul’da beni ümitlendirecek ve bana yaşama azmi verecek bir icraat göremiyorum. Bu kentin sorunları daha çok köprü, daha çok otoban, daha çok metro daha çok bina yapılarak çözülemez. Köprüler, havaalanları, tüneller, metro, Kanal İstanbul gibi projeler İstanbul’un yararına değil. İstanbul için yapılabilecek en hayırlı iş kentin cazibe merkezi olmaktan çıkarılmasıdır. Göç; vize koyarak değil, yatırım yapmayarak önlenebilir. Bu konuda pek çok tedbir alınabilir.
Bir örnek verebilir misiniz?
En basiti İstanbul’a bir daha yeni üniversite açılmamalı, bir daha yeni alışveriş merkezi yapılmamalı, sırf para getiriyorlar diye zengin yabancılara bina satışı yapılmamalı. Yine meselâ tersanelerin Karadeniz’de bir kıyı kasabasına taşınmasıyla İstanbul nüfusunun azaltılması yoluna gidilebilir…
Başka?
Ben şehirlerimizin geleceği ile ilgili daha kalıcı bir teklifte bulunmak istiyorum.
KARAR ALMA YETKİSİ BELEDİYELERİN ELİNDEN ALINMALI!
Nasıl?
İstanbul başta olmak üzere bütün tarihî şehirlerimizle ilgili karar alma yetkisi hükümetlerin ve yerel yönetimlerin (belediye) elinden alınmalıdır. Bu ancak devlet/aydınlar/uzmanlar…gibi farklı kesimlerin ortak kararı ile bir uzlaşma şeklinde gerçekleşebilecek bir olay elbette. Şehirler geleceğe taşınacaksa mutlaka iktidarların ve belediyelerin tasallutundan kurtarılmalıdır. Aksi takdirde ihanetlerin sonu gelmeyecek, her gelen şehre ihanet edecek ve çekip gidecek. Şimdi size sorarım binlerce yıllık mâzisi olan bir şehrin idaresi tesadüfen iktidara gelmiş bir figüre veya bir belediye reisine bırakılabilir mi? Meselâ Roma’nın başına eski Esenyurt Belediye Başkanı’nın seçildiğini bir düşünün, bu adam 3000 yıllık Roma’nın canına okumaz mı? Hangi aklı başında bir ülke bizim gibi tarihî/kadim şehirlerini hoyratça harcamıştır, lütfen söyler misiniz? Bakın Osmanlı’da mahalleler muhtar/özerk bölgelerdi, ne padişah ne sadrazam mahalleye/şehre karışabilirdi. Osmanlı’da mahallenin idaresi mahalleliye bırakılırdı. Bu bugün de pekâlâ mümkündür. Çağdaş dünyada zaten böyle bir uygulama var. Geçenlerde bir etkinlikte bir konuşmacı mimar şunları anlattı; Fransa’da Besançon kentini ziyarete gitmişler. Gezi esnasında yaşlı bir hanım kendilerine rehberlik ediyormuş. Türk gezi grubu yaşlı rehbere kentin ortaçağ gravürleri ile güncel fotoğrafları karşılaştırıldığında görünümün hiç değişmediğini ve kenti koruma konusunda belediye başkanlarının ne kadar duyarlı olduklarını söylediğinde rehber istihza dolu şöyle bir cevap vermiş; “Kentimizin kaderini bir belediye başkanının iki dudağı arasına teslim edemeyiz, biz o kadar cahil birine böyle bir yetkiyi veremeyiz” Batı’da birçok tarihî kent böyle uzmanlar/aydınlar heyeti tarafından yönetiliyor. Meselâ Besançon’da kent ile ilgili kararlar o kentte doğan ve 70 yaşını aşmış 19 kişilik bir heyet tarafından oybirliğiyle alınıyormuş. Belediye sadece temizlik, çöp ve altyapı gibi işlerden sorumluymuş.
Hangi başkan buna razı gelir?
Kim razı gelir kim gelmez bilmem. Ancak ülkemizde böylesi bir karar, ancak kendi aklı ve gücüne (ego’suna) güvenmeyip bu işi ehline bırakacak idrâkte ileri görüşlü bir devlet adamı tarafından alınabilir. Böyle bir karar alacak lider de elbette bu yüksek kavrayış ve idâreciliği ile tarihin altın sayfalarında yerini alır. Kanunî Sultan Süleyman’ı büyük yapan husus da her işe kendi karar vermesi değil her işe ehlini bularak görevi ona vermesi değil midir? İstanbul’un, Bursa’nın, İzmir’in… Yönetimi ancak Sadrettin Ökten veya İlber Ortaylı ayarında kültür adamlarına ve bu kentte doğmuş yaşamış ve yüksek niteliklere sahip bir heyete teslim edilmelidir. Elbette seçilecek bu isimlerin sicillerinin çok temiz olması gerekir. Bunun dışında belediyeler imar yetkisi haricinde diğer görevlerine devam edebilir.
Bir başka konu var, geçen sene dikey yerine yatay mimâri yönünde bir karar alınmıştı.
Evet bu sadece bir karardı, o kadar. Yüksek yapılaşma hız kesmeden devam ettiğine göre demek ki her karar uygulanmak üzere alınmıyor, bunu öğrenmiş olduk. Bu itirazları sönümlemeye yani gaz almaya yönelik bir karadı zaten, bir süre sonra unutulup gidecektir.
Yatay mimari çözüm olabilir mi?
Yatay, düşey, bunlar şehirle ilgili aslî meselelerimiz değil bizim.
ŞEHİR ÖNCE BİR AHLAK MESELEDİR
Aslî mesele ile neyi kastediyorsunuz?
Benim şehir kavramı üzerine düşüncelerim Kur’an’ın konu hakkındaki ayetlerini inceledikten sonra biraz değişti. Şöyle ki, Kur’an’ı Kerim’de anlatılan şehrin binalar, yollar ile yani biçim ve suret ile hiçbir ilgisi yok. Şehir doğrudan din ve ahkâmla ilgili bir tanım. Bir beldede ahkâm yani şeriat yaşanıyorsa Kur’an oraya şehir (medine) diyor, yaşanmıyorsa karye(kent) diyor. Bir beldede ahlâk hâkim ana unsur ise orası şehirdir. Şehir insanların birbiri ile yardımlaşma ve dayanışma içerisinde yaşadıkları yer demek. Şimdi bir beldede faiz/banka/kredi gibi bir takım günahlar yasal halde ise yine bir beldede kadın bedeni satılıyor ve bu yasal ise o beldede zulüm hâkimdir ve artık orası şehir olmaktan çıkmıştır… Yıllar boyu şehir şöyle olmalı böyle olmalı, az katlı mı olsun çok katlı mı, yatay mı olsun düşey mi falan çok konuştuk durduk. Bunlar hep şehrin fizikî yapısı ile ilgiliydi. Oysa anladım ki şehir önce bir ahlâk meselesi imiş.
Siz şehir ve kenti ayırıyorsunuz?
Evet sadece şehir ve kenti değil, medeniyet ve uygarlığı da birbirinden ayırıyorum. Bunların etimolojileri bile birbirinden farklıdır. Müslüman dünyanın öncelikle bu ayrımı fark etmesi gerekiyor. Bizim kent düşüncesi yerine şehir düşüncesine yönelmemiz lâzım. Bütün peygamberler şehir kurmak davası ile hareket etmişlerdir. Peygamberimiz Yesrib’e şehir kurmak veya Yesrib’i şehir kılmak üzere hicret etmiştir. Şehri inşa eden birçok parametre var, ancak bu konu uzun, sayfamız yetmez.
Kur’an şehir(medine) saymadığı yerlere karye(kent) diyor demiştim biraz önce. Kur’an’da karye kelimesi 43 yerde geçiyor ve bunların 22’sinde karye ve helâk (yok oluş) kelimeleri birlikte anılmış. Neden? Çünkü dinî değerlerden uzaklaşan kentler zulmün ve ahlâksızlığın mekânı hale geliyorlar. Nekropol diye bir şey duydunuz mu? “Ölü Kent” demek. Yani helâk olmuş, yok edilmiş kentleri ifade etmek üzere kullanılıyor. Aslında kentler helâk olmak üzere inşa edilir, bunu anlamamız lazım, Kur’an bize bunu anlatıyor. Yıkılmış binlerce kent kalıntısı zaten bunun kanıtı değil mi? Şu Anadolu bile helâke uğramış bir kentler mezarlığından başka nedir ki?
Bütün kent/uygarlıklar eninde sonunda yıkılacak. Müslümanlar bu yıkımdan kurtulmak istiyorlarsa şehre yönelmelidir yani ahlâka. Harisler, yalancılar, rantçılar, emanete ihanet edenler, sözünde durmayanlar asla şehir kuramazlar…
RANT İÇİN HERŞEY FEDA EDİLİYOR
Ulaştırma Bakanı Kanal İstanbul için bir başlangıç tarihi verdi. Kanal İstanbul ile ne amaçlanıyor, İstanbul’u nasıl etkiler?
Öncelikle insanın böyle bir işe nasıl cü’ret ve cesaret edebildiği sorusuna cevap vermek isterim. Modern insan(devlet) kendini tabiatın bir parçası olarak görmek yerine onun efendisi olarak görme eğilimindedir. Modernite, zaten bu ön kabul ile başladı. Oysa tabiat Ortaçağ sonlarına kadar aşkın/kutsal bir varlık olarak görülür, insanlar saygı ve huşu duyarak tabiata yaklaşırlardı. Meselâ Amerika yerlileri saban ile tarım yapmazlardı, çünkü onlar için tabiat/toprak bir ana gibi kutsal bir varlıktı ve ananın yani toprağın karnı saban ile yarılmazdı. Bugünün modern insanının böyle yüksek düşüncelere aldırdığı yok, anlamaz da zaten.
16-17. yüzyılda Dekart ve Bacon ile tabiatın kutsallığı düşüncesi yerle bir edildi. “Efendisi ve sahibi olma” düşüncesi insana tabiata istediği gibi tasarruf etme imkânı verdi. Zaten uygarlık tarihinin son 400 yılı tabiatın efendisi insanın onu katletmesinin ve yok etmesinin de tarihi değil midir? Tabiatı mahvettik, tabiat da bize iklim değişikliği ile feci bir şekilde cevap vermeye başladı.
Ancak bu efendi/sahip olma düşüncesi sadece ortaya çıktığı Batı’da değil, İslâm dünyasında da mâkes buldu. Tabiatın kutsallığı Müslümanlar için de anlamını yitirdi. Artık onlar da tabiata istediği gibi müdahale etme hakkını kendilerinde görüyorlar.
Artık Müslümanların tanıdığı ve itaat ettiği tek bir değer var, para. Ucunda para varsa her şey onun uğruna feda edilir. Tabiatın kutsal olduğuna inanmayan bir insanı hangi tasavvur/düşünce onu tabiatı hovardaca harcamaktan alıkoyabilir? Eğer para varsa karaları yarar deniz geçirir, denizleri doldurur kara yapar, sahillere binlerce kilometre asfalt döker otoyol yapar, kanal da açar, yeri de deler, gökleri de deler, Kâbe’nin dibine 55 katlı bina da diker…
Kanal İstanbul’un amacı nedir?
Boğazdaki gemi trafiğini rahatlatmak amacıyla yapıldığı söyleniyor, tabi buna kimse inanmıyor. Meselenin dile getirilmeyen tarafı ekonomik gerekçeler. Bakın Türkiye’nin üretimde Dünya ile Çin, Kore, Singapur ve Almanya ile rekâbet edebilme şansı yok. Dünyaya ihraç edebileceğimiz hiçbir ürün yok. Çin 15 günde 4 bin km. öteden hem de sadece 1 liraya telefonunuzun kırılan kapağını getiriyor, bunlarla başa çıkabilir miyiz biz? Mümkün değil. Sanayileşme mümkün değil, geriye hizmet sektörü ve inşaat kalıyor.
Hükümet bir süre daha ayakta kalmak ve meydana getirdiği çarkı döndürebilmek için inşaattan başka bir çıkış yolu olmadığını görüyor. Türkiye’nin bütün projeleri ranta yönelik inşaat ve hafriyat projeleridir. Rant üretemezsek bitiğiz. Kanal İstanbul’u yapanlar da onun ihtiyaç olmadığını gayet iyi biliyorlar. Ama kanal sayesinde ortaya çıkacak ranta çok ihtiyaçları var.
Kanal için kazmayı vur para, toprağı kaldır para, indir para, kanal çevresini müteahhitlere aç para, kanala onlarca köprü lazım para, marina yap para. Para para para… İnşaatların en az 20-30 yıl devam edeceği düşünülürse paranın varın bir hesabını yapın.
EKONOMİK BÜYÜME UĞRUNA TABİATIN CANINA OKUYORUZ
İyi değil mi?
Şimdi biz para olmaksızın yaşayamayacağımız bir düzen kurmuşuz ne yazık ki. Bunun adı kapitalizm, bu düzende para yoksa kriz çıkıyor, kaos başlıyor. Ben ise rant üretmeden yaşayamayacaksak hemen şimdi ölelim diyorum, yaşamanın ne anlamı var? Yüksek refah seviyesi, dünyanın en büyük ekonomileri arasına girmek, büyümek, kalkınmak… gibi hedefler dinî hedefler ile çelişiyor. Niçin hayatı yarış haline getiriyoruz? Niçin ekonomik büyüme uğruna tabiatın canına okuyoruz? Tabiatı yıkıp yok edersek, coğrafyayı değiştirirsek haddimizi aşmış oluruz, sonra boyumuzun ölçüsünü alacağız.
“Kitap” bize dünyada rızkın bazen bollaşıp daralabileceğini, bazen rahat bazen korku hissi içinde olabileceğimizi, bazen bolluk bazen darlık çekeceğimizi, bazen mallardan, canlardan, ürünlerden eksilme olacağını… Yani tüm bunlarla imtihan edileceğimizi söylüyor. Biz ise hiç problem çıkmasın istiyoruz, hep refah, hep bolluk içinde olalım istiyoruz. Peki, o zaman sabrı ne zaman göstereceğiz?
Son sözlerinizi alalım…
Modern devlet kendini âdeta tanrı yerine koyuyor. Devlet istihdam “yaratmaya”, vatandaşa iş bulmaya, rızık dağıtmaya çalışıyor. Buna gerek yok, devlet aslî işini yapsın yeter, kimse aç kalmaz, açıkta kalmaz. Devletin olmadığı yüzbinlerce yıllık eski devirlerde insanlar aç mı kaldı, yerlerde mi süründü? Hayır…
Kalkınma, büyüme hedefi şirketlerin ve hükümetin hedefi, halkın derdi ise geçim. Devlet karışmazsa halk bir şekilde geçimini temin eder, kimse merak etmesin. Devlet görevine dönse hayat da normale dönecek.
Tabiatı mahvedenler, ekolojiyi bozanlar, savaş çıkaranlar, kitlesel katliam yapanlar, havayı/suyu/toprağı kirletenler… Şirketler ve devletlerden başka kimse değil. Hiçbir fert devletin tabiata verdiği zararı kendi başına veremez.
İngiliz tarihçi John Acton ne demişti, “Güç bozar, mutlak güç mutlaka bozar.”
|
|
|
|
|
|
|
*** SİZİ KUTLUYORUZ *** BUGÜN 2030962 ziyaretçi (4454589 klik) MİSAFİRİMİZ OLDUNUZ *** |
|
|
|
|