Allâme Muhammed Ebu Zehra’nın Beyan Yayınları tarafından -editörlüğünü üstlendiğim “İki Dil Bir Kitap” serisi içinde- Mayıs 2017 tarihinde basılan ve Türkiye Diyanet Vakfı’nın Beyazıt Meydanı’nda düzenlemiş olduğu 36. Kitap ve Kültür Fuarı’nda okuyucuyla buluşan “En Büyük Mucize Kur’an’ın Hukuk Sistemi” isimli eserinden bazı pasajları sizlerle paylaşarak ‘kitab’ın ehemmiyetine dikkatlerinizi çekmek istiyorum:
Çağdaş insanın ve toplumun hastalıklarına şifa sunabilmek
“Allah her bir peygamberi, aklı hayrete düşürecek ve insan gücünü çaresiz bırakacak bir mucize ile göndermiştir. Nitekim insanlar bunun benzerini getirmekten aciz kalırlar. Allah’ın basiretlerini aydınlattığı kulları bunlara boyun eğer, teslim olur, iman ederek mutmain olurlar. Her mucize, peygamberin gönderildiği asra uygunluk taşır ve o dönem insanlarının algılayış biçimleriyle uyum sağlar. Mucizelerde insan gücünün sınırlarını aşan bir yapı vardır ve her bir mucize kendisine şahit olan kavmin kendisinden muzdarip olduğu manevi hastalıklara bir tedavi sunar (s.7).
Âlimlerin Kur’an’ın icazına sebep olarak gösterdikleri her bir maddenin hiç şüphesiz doğru olduğunu görürüz. Ancak bir madde daha vardır ki bunun hiçbir âlim tarafından zikredildiğine şahit olmamışızdır. Oysa bizim açımızdan bu madde Kur’an’ın icazının sebeplerinden en güçlüsüdür. Bu madde ile Kur’an yalnızca Arap ırkı veya belirli bir nesil için değil tüm insanlık ve tüm nesiller için mu’ciz (aciz bırakan eşsiz bir kitap) olur. İşte bu madde Kur’an-ı Kerim’in şeriatıdır (s.17).
Kur’an’ın aile, toplum ve uluslararası ilişkilerle ilgili tüm hükümleri daha önce hiçbir şeriatta benzerine rastlanmamış eşsiz hükümlerdir. Sonradan çıkmış olan hiçbir hukuk sistemi, onun ulaştığı seviyeye ulaşamaz. O hâlde tüm bunların okuma yazma bilmeyen, kalem ve kâğıt ile muhatap olmamış, bir âlimin dizi dibinde oturup ondan ilim tahsil etmemiş ve tecrübe ve seyahatler aracılığıyla bir bilgiye ulaşmamış ümmi bir kimsenin ağzından çıkmış olması… İşte sebebini anlamaya çalışırken aklı şaşkına çevirecek asıl icaz budur. Bu erişilmez mucize ancak ve ancak yüce ve hikmet sahibi olan Allah katından gelmiş olabilir.” (s.19).
İnsanların kanun önünde eşit olduğuna gerçekten inanmak
“Kur’an-ı Kerim’in içerdiği kanunlarla ondan önce veya onunla çağdaş olarak gelmiş olan hukuk sistemlerinin içeriği hangi açıdan kıyaslanırsa kıyaslansın manevi yücelik ve insani ahlak farkı açıkça görülür. Tüm insanların kanunlar önünde eşit olması açısından bakıldığında ise Kur’an’ın getirdiği şeriat, bu konuda en üst düzeye ulaşmışken, onunla eş zamanlı olarak ortaya çıkan diğer sistemlerin bunu kabul etmediğine şahit oluruz.
Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim şöyle buyurur: “Ey insanlık! Elbet sizi bir erkekle bir dişiden yaratan Biziz; derken sizi kavimler ve kabileler hâline getirdik ki tanışabilesiniz. Elbet Allah katında en üstününüz, O’na karşı sorumluluk bilinci en güçlü olanınızdır; şüphe yok ki Allah her şeyi bilir, her şeyden haberdardır.” (Hucurât 49:13). Ondan önce gelen veya onunla aynı dönemlerde var olan hukuki sistemler ise ırklar ve ten renkleri arasındaki bu eşitliği tanımazlar. Dahası, tek bir milletin mensupları arasında dahi eşitliği kabul etmemektedirler (s.23).
Kur’an şeriatına yönelik âdil bir bakış, onun yaklaşımının açıklığını hemen fark eder. Zira verilen cezaların şahısların konumlarına göre azalan değil artan bir yapıda olması icap eder. Böylece seçkin biri suç işlediğinde toplumda örneklik oluşturması bakımından daha şiddetli bir cezayı hak etmiş olur. Düşük birinin ise cezası daha hafif olur… Nitekim bir kimse kendini küçük ve değersiz gördüğü oranda hataya düşmesi ve suç işlemesi daha kolay olur. Bu da cezalandırmada hafifletmeyi gerektirir. Kişinin toplum gözünde değeri arttıkça işlediği suça verilecek ceza da bu kişinin büyüklüğü oranında artar. Onun işlemiş olduğu küçük suçlar dahi büyük birer suç gibi görülür ve iki kat cezayı hak eder. Şöhret, servet ve diğer yücelik nedenleri cezalardan kurtulmak için birer araç değil bilakis bunların çokluğu oranında cezaların katlanacağı birer özelliktir (s.25).
Bu doğrultuda işlemeyip aksi yönde hükmeden Roma hukuku gibi sistemler ise zalim sistemlerdir. Nasıl mı? Bunun nedeni bu sistemlerin mantıklarını toplumda galip olan güçten almalarıdır. Böylece suç işleyen kimsenin sahip olduğu makam ve mertebe oranında cezası azalır. Zayıf düşürülmüş kişilerden olması oranında da cezası artar. O hâlde bu kanun yüce ve şerefli görülen kimseleri korurken zayıf olanları korumaz. Kur’an bu tavrı cahiliye hükmü olarak isimlendirmiştir:
“Yoksa onlar cahiliye yasasını mı istiyorlar? Aklı başında bir toplum için, Allah’tan daha iyi kanun koyucu olabilir mi?” (Mâide 5:50).
Nebi (s) şöyle buyurur: “Sizden öncekilerin helâk olmalarının sebebi, aralarından soylu, kuvvetli kimseler çaldıklarında, onlara ceza uygulamamaları, zayıf biri çaldığında ise ona hemen haddi uygulamalarıydı. Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fatıma çalmış olsaydı onun da elini keserdim.” (s.27).
Dezavantajlı kesimlerin haklarını yönetimin ya da zenginin lütfu sanmamak
“İslam gelip zekât ahkâmını vazedinceye dek zayıf olan kimseler yitik ve yenik, fakirler ise umutsuz ve açtılar. İslam zekâtı, zenginin malında fakirler ve muhtaçlar için belirlenmiş bir hak hâline getirdi. Zengin bir kimse bu sorumluluktan ancak zekâtını verdikten sonra kurtulur. İmam Şafii’ye göre zengin kimse sahip olduğu malın belli bir kısmını zekât vermesi farz olduğunda, bu kısma tekabül eden mal üzerinde tasarrufta bulunamaz. Eğer bu malı elinden çıkarmadan onun hakkında bir tasarrufta bulunursa bu tasarrufu bâtıl olur. Kendisine farz olan zekâtı veremeden ölürse bu miktar mirasının içinden alınır. Sonra da diğer borçları ödenir.
İslam zekâtı düşkün kimselere bir iyilik olarak görmez. Bilakis bunu zenginler üzerine bir farz kılar. Buna göre o dönemin yöneticisi olan kişi, fakirler adına bu malı zenginden alır ve ihtiyaçlarına göre fakir ve muhtaçlara dağıtır (s.29).
Oysa Roma hukuku borçlunun borcunu ödemekten aciz kaldığı bazı durumlarda alacaklıya borçluyu köleleştirme hakkını vermiştir! Ümmi Nebi’nin (s) aktardığı Allah katından indirilmiş Kur’an-ı Kerim ise bu konuda hükmünü şöyle verir:
Eğer borçlu kimseler borçlarını ödemek hususunda acze düşerlerse hükümet onlar adına borçlarını öder. Bunda önemli olan borcun israf sayılacak bir konuda alınmış olmamasıdır. Çünkü fazilet sahibi kimselerin insanların arasını düzeltmek gibi toplumsal gerekçelerle üstlenmiş oldukları borçların ödenmesi, dönemin yöneticileri üzerinde bir borçtur. Borç almış olan kimseler bunu ödemekten tam manasıyla aciz olmasalar da durum değişmez. Tüm bunlar Kur’an-ı Kerim’de de geçtiği üzere zekât malından ödenir.
Ben şahsen bunun hiçbir beşerî hukukun ulaşamayacağı yüce bir örnek olduğu düşüncesindeyim. O hâlde böylesi bir hükmü getirenin, okuma yazma bilmeyen, hiçbir eğitim almamış bir adam olması, bu hükmün yüce ve kudret sahibi Allah katından olduğuna delil teşkil etmez mi?” (s.31).
Kur’an’da köleliği mubah kılan tek bir ayet olmadığını idrak etmek
“Kölelik sistemi, Yunan filozoflarınca da onaylanan geçerli ve gerekli bir gerçeklik olarak kabul edilir. Bunu genel ve adaletli bir sistem olarak görürler. Onlara göre kölelik sistemi hiçbir zulüm ve zorbalık içermemektedir. Hiçbir hukuk sistemi bu görüşü reddetmez. Aristo, köleliğin yaratılışa uygun bir düzen olduğunu, çünkü bazı insanların ancak köle olarak bazılarının da ancak hür kimseler olarak yaşayabileceklerini söyler. Daha sonra okuma yazma bilmeyen bir peygamber geldi ve şöyle dedi:
“Tüm insanlar bir tarağın dişleri gibi eşittirler.”
“Hepiniz Âdem’densiniz, Âdem ise topraktandır.”
Kur’an’ın apaçık olan muhkem ayetleri, köleliği onaylamaz bilakis köleleri özgürleştirmeyi emreder (s.31).
Kur’an-ı Kerim’de köleliği mubah kılan tek bir nassa rastlamak mümkün değildir. Aksine tüm Kur’an nasları köle azat etmeyi zorunlu kılar. İslam’ın âdil savaşlarında dahi durum böyledir. Kur’an, savaş esirlerinin köleleştirilmesini de istemez. Aksine şöyle buyurur:
“Sonunda onlara üstün geldiğinizde onları esir alın; savaş sona erince onları ya karşılıksız ya da fidye ile salıverin.” (Muhammed 47:4). Görüldüğü üzere esirler konusunda ‘esirlerin karşılıksız olarak veya kavmi fidye ödeyebilecek güçte ise fidye ile salıverilmesi’ dışında bir seçenek zikredilmemiştir. Kur’an-ı Kerim esir ve köleleri azat etmeye götüren birçok sebep oluşturmuş ve insani özgürlük kapılarını ardına kadar açmıştır.
Müslümanlar köle veya esirleri, gayrimüslim dahi olsalar özgürlüklerine kavuşturmanın Allah’a yakınlaştıran bir ibadet olduğuna inanırlar. Zira Kur’an-ı Kerim; “Fakat o, (ucunda cennet olan) sarp yokuşu tırmanmak için hiçbir bedel ödemedi. Bilir misin nedir o sarp yokuş? Bir kişiyi daha (kölelik) zincirlerinden kurtarmaktır…” (Beled 90:11-13) buyurmakta ve ramazan ayında orucunu kasten bozana, yemin edip yemininden dönene, ağzından karısını kendi öz annesine benzetecek bir ifade çıkana ve yanlışlıkla bir mümini öldürene köle azat etmeyi farz kılmaktadır (s.33).
Eğer bir köle kendi ücretini ödeyerek serbest bırakılmayı istese, sahibiyle bir anlaşma yapabilir. Sonra sahibi bu bedeli kazanabilmesi için ona izin verir. Kimin cariyesi, kendisinden bir çocuk doğurmuşsa, o cariye sahibinin vefatından sonra hür olur. Her kim de kölesine haksız yere vurursa bunun kefareti o köleyi azat etmektir. Köle azat etmeye götüren etkenler bu kadar çoktur. Bu etkenlerin tamamı hayata geçirilse İslam ülkelerinde tek bir yıl içerisinde kölelik tamamen ortadan kalkar. Tüm bu hükümlerin insan hak ve hürriyetlerinin büsbütün göz ardı edildiği bir zaman diliminde geldiği unutulmamalıdır (s.35).
Eğer Kur’an’ın içermekte olduğu hükümler, Kur’an’ın nazil olduğu dönemde insanların içinde bulunduğu hâl ile kıyaslanacak olsa bu hükümlerden yalnızca biri bile Kur’an-ı Kerim’in Allah katından geldiğine delil olarak yeterlidir. Bilakis bugün insanların içinde yaşadıkları şartlarla karşılaştırıldığında Kur’ani hükümlerin bugün dahi yeniliğini ve geçerliliğini koruduğu görülür. Bu sistemler ile Kur’an şeriatı arasında yapılan karşılaştırma, Kur’an’ın getirmiş olduğu hukuk sisteminin beşerî sistemlerin kat be kat üzerinde olduğunu ortaya koyar. Her ne kadar insan aklı yargısal ve pratik tecrübelerle ve aklın meyvelerinden ve felsefe ve bilimin ortaya koyduğu sonuçlardan faydalanmak suretiyle ulaştıkları hukuk sistemleri konusunda büyük bir açılım gerçekleştirmiş olsa da ümmi bir peygamber olan Muhammed (s)’in diliyle gelmiş olan Kur’an’ın düzeyine hiçbir zaman ulaşamayacaklardır. Çünkü insan elinden çıkmış olan bir iş, harcanan güç ve çaba ne boyutta olursa olsun eksik kalmaya mahkûmdur (s.37).
Bu karşılaştırma hangi açıdan yapılırsa yapılsın Son Nebi’nin (s) getirdiği sistemin öne çıkışı ve on dört asır geçmiş olmasına rağmen onun yerleştirdiği ve belirlediği düzeye hiç kimsenin ulaşamayışını gösteren kesin bir hükümle sonuçlanır. İnsanlar yalnızca onun yaymakta olduğu nurun bir kısmını kendilerine almakta, onun getirmiş olduğu hidayeti sahiplenmekte ve onun kaynağından yudumlamaktadırlar. Zira Kur’an, onların ulaşamayacakları hikmetleri ve hitabet gücünü bünyesinde barındırmaktadır…” (s.39).
Kaynak:
Muhammed Ebu Zehra. (2017). En Büyük Mucize Kur’an’ın Hukuk Sistemi, çev. R.G. Ömün, “İki Dil Bir Kitap” serisi içinde, Arapça-Türkçe, İstanbul: Beyan Yayınları, 240 s.