Önce ordu inançlı subaylardan ve astsubaylardan temizlendi. Namaz kılan ve eşi tesettürlü olan herkes "disiplinsizlik" bahanesiyle ordudan atıldı; sorgusuz sualsiz, mahkemesiz savunmasız. Son yüzyılın en kapsamlı yargısız infazına kurban gitti 3.000'i aşkın YAŞ'zede.
"Disiplinsiz" diye ordudan atılanlar, TSK'nın en disiplinli unsurlarıydı. Bunu, tek tek onları dinleyince, haklarında yazılan başarı hikâyelerini okuyunca, aldıkları üstün hizmet ödüllerini ve başarı sertifikalarını görünce anlıyordunuz. Hele bu insanları tanıyıp onların ahlak, gayret, liyakat ve ehliyetlerine vakıf olunca, kendi kendinize şöyle demeden edemiyordunuz: "Bu yalnızca bu insanlara haksızlık değil, bu ülkenin altını oymaktır".
Ne oldu da halkı Müslüman olan bu ülkenin ordusunda İslam dinini yaşamak sorgusuz sualsiz kapı önüne konulmayı gerektiren bir suç oldu? 28 Şubat müdahalesiyle hızlanan bu yargısız infaz süreci, sistematik bir temizleme operasyonuydu. Pirincin içinden taşı ayıklama değil, taşın içinden pirinci ayıklama operasyonu...
YAŞ'a başkanlık eden Başbakan Gül ve Erdoğan, yargısız infaza karşı çıktıkları için kararların altına muhalefet şerhi düştüler. Bu bile sakil bir görüntüydü. Ortada bir haksızlık vardı, fakat ülkenin başbakanının bu haksız kararları engellemeye gücü yetmiyordu. Dahası, katılmadığı kararların altına imza atmak zorunda bırakılıyordu.
Askeri vesayet rejimi dedikleri tam da bu olsa gerekti. Ve ülke bu sakil durumdan kurtulduğu gün, askeri vesayet rejimi olmaktan da kurtulacaktı anlaşılan.
Yaşzede subay ve astsubaylar, inançlarından dolayı atılmaktan muztar olmadılar. Zira başarılı, ehliyetli ve liyakatli insanlardı zaten. Çoğu birkaç dil bilen, alanında iyi yetişmiş, altın kuyusuna düşse üstüne bir tanesi yapışmayacak kadar dürüst, çalışkan ve başarılı bu insanlar özel sektörde havada kapılırdı. Öyle de oldu. Fakaaat…
Onları yargısız infazla kapı önüne bırakanlar, bununla teskin olmamışlardı anlaşılan. Oysaki yargısız infaza tabi tutulan bu insanlar, o güne kadar verdikleri hizmet karşılığında elde etmeleri gereken sosyal güvenceden mahrum bırakılıyorlardı. Mesela, müzmin hastalığı olan çocuğunu ve eşini tedavi ettiremiyordu. Bunlara öyle bir fatura çıkarılıyordu ki, bunun anlamı "Sizi diri diri gömeceğiz"den başkası değildi.
Bununla da yetinmedi sürek avcıları. Bu insanlar sivil hayatta birer iş buldular. Geldiler, onları işe alan özel ve tüzel kişilere baskı yaptılar. Onları işten çıkarmalarını istediler. İşverenlerin çoğu korktu. Zaten mağdur olan bu insanları bir daha mağdur ettiler. Bu arada ailesini geçindiremediği için ailesi parçalananlar oldu. Tedavi ettiremediği için ailesinin bir ferdini kaybedenler oldu. Hatta cinnet geçirerek intihar edenler oldu.
Bu, insanı öldürmekle teskin olmayıp, cesedinin üzerinde zıplamaya benziyordu.
Örnek mi istiyorsunuz? Örnek çok, cidden çok. Ben sadece Muttalip Binbaşı'ya yapılan zulmün kısa hikâyesini anlatayım:
Muttalip Binbaşı'yı ta üsteğmenliğinden beri tanırdım. Dört dörtlük bir hanımefendi olan eşi ve dünyalar güzeli çocuklarıyla mutlu bir aile reisiydi. Vatanseverlikte ordu içinde onun gibi kaç tane çıkar, bilmiyorum. Mütedeyyin bir Anadolu evladıydı. Namazında niyazında bir insandı. Eşi tesettürlüydü. Tüm suçu buydu. YAŞ kararıyla emekliliğine ramak kala ona bile fırsat vermeden kapı önüne koydular. Bir çırpıda 20 yıla yakın hizmetinin üzerini çizdiler.
Son görev yeri olan ilde önce belediyede kendine bir iş buldu. Onu yargısız infazla kapı önüne bırakanlar, bunu yeterli bulmamışlardı. Belediyeye baskı yaptılar. Yapılan bu baskının hikayesini hem bu baskıların yapıldığı yetkililerden, hem de merhumun kendisinden dinlemiştim. Gerçekten hiçbir insafa, vicdana, izana sığmazdı.
Baskılara dayanamayan belediye, Muttalip Binbaşı'yı ikinci kez kapının önüne koydu. Bu kez de özel sektörde iş buldu. Anlaşılan o ki, birileri onu açlıktan öldürmeden bırakmayacaklardı. Girdiği özel sektörde de rahat vermeyip işverenini 'uyardılar'. İşveren içi kanaya kanaya kapı önüne koymak zorunda kaldı Muttalip Binbaşıyı. Bu kadar zulme kimin psikolojisi dayanırdı ki onunki dayansın. Sonunda cansız cesedini yerde buldular.
YAŞ mağdurlarının her birinin acı bir hikâyesi var. "İrtica" dosyalarıyla karartılan hayatların her biri bir ayrı dram. Bu mağdurların milletin vicdanında ne derin yaralar açtığının çetelesini kim tutabilir?
Asıl soru şu: PKK'yı birinci tehdit olmaktan çıkarıp yerine İslam'ın kod adı gibi kullanılan "irtica"yı koyanlar veya koyduranlar, bunu bu günleri hazırlamak için mi yaptılar? Ordunun savaş kabiliyetini bunun için mi yok ettiler?
YAŞ kararlarıyla açılan yaralar, haber yasaklarıyla tedavi edilir mi dersiniz? Dahası, 24 yıl görev yapmış ilk genelkurmay başkanı beş vakit namazlı biri olan Cumhuriyet ordusunda, namaz kılmayı yargısız infaza tabi bir suç haline getirenler, şimdi kime hizmet etmiş oldular?
Ben Muttalip Binbaşı ile askerliğimi yaptığım dönmede tanışmıştım.O zaman Üsteğmendi. Gayet efendi birisiydi. Sevilen sayılan bir subaydı. Genç olmasına rağmen taşkın hiç bir davranışı yoktu. Kimseye dini telkinde bulunduğuna tanık olmamıştım. Sadece devre arkadaşları dinci falan diye takılırlardı. Banada içki içmediğim için Humeynici derlerdi . İthamdan öte şakalaşmaydı bu sözler. Neyse ben terhis oldum,aradan 10 yıl geçmişti.
Duydum ki Muttalip Binbaşı Ordudan atılmış, Sonra bir belediyemizde işe girmişti. Peşini bırakmamışlar , belediye'ye baskı yapmışlar.İşten attırmışlar.Evliyidi Çocukları vardı. Sonra özel sektörden bir işyerine girdi. Ekip peşini bırakmamş Muttalip binbaşının , firma sahibini tehdit etmişler,ordan da işten atılmıştı,açlığa mahkum edilmişti eşi ve çocuklarıyla birlikte. Bir gün gezetelerde Muttalip Binbaşının betona çakılmış haberirni okudum..Bunalıma girip canına kıymıştı.
Orhan Kınık
Pzr 29 Hzr 2008, 01:24
İrticadan kasıt nedir? Bugüne kadar irtica adı altında dindar insanlar rahatsız edilmiştir. Bugüne kadar iritca söyleminde bulunan insanların amaçlarını biliyoruz. İslama direk saldırma cesaretinde bulunamayanlar ''irtica'' kılıfına sarılmaktadır.
Müretci dedikleri insanlar hiç bir zaman bu devlete silah çekmemiş, kurşun atmamıştır.. Hiç bir anarjik olayda rol almamıştır. İrticacı dediğiniz insanların çocukları her gün şehit düşüyor bu topraklar için.
Hayali bir irtica avına çıkanlar, illizyon yapıyor. 28 şubat sürecinde irtica avına çıkanlar hortumcu bankaların yönetimine girmişti. Şu İrtica nedir bir tarif edinde bizde bilelim.
.Muttalip binbaşıyı duydunuz mu hiç siz? Muttalip binbaşı ile aynı kışlada Günaydoğuda görev yaptım ben. Kışlada en küçük bir siyasal duruş sergilediğini görmedim. Namazını düzenli olarak kılan eşi tesettürlü birisiydi. Tek suçu da bu idi. Ordudan atıldı. BELEDİYEYE GİRDİ ORDANDA ATTIRDILAR. Özel sektörde iş buldu orayı da tehdit ettiler oradan da attırdılar. En son canına kıydı
İlk ve orta öğrenimimi Gaziantep merkezde yaptıktan sonra 1988-92 Bursa-Işıklar Askeri Lisesini, 1992-96 Ankara-Kara Harp Okulu nu bitirdikten sonra evlendim ve 14 Haftalık Eğirdir Komando Temel Kursu dahil bir yıllık Tuzla Piyade Okulu’nda Subay Temel Kursunu başarıyla bitirdikten sonra kur’a ile Doğubeyazıt/Ağrı ya tayin edildim. İki yıllık görev süremde yazları Ağrı ve Tendürek Dağlarında, kışları Erzurum, Bingöl-Genç ve Kiğı, Diyarbakır-Lice ilçelerinde tim komutanı ve vekaleten bölük komutanı olarak yaz ve kış operasyonlarına katıldım. Sayısız çatışmalarda bulundum. Bu kısa süredeki tüm görevlerde üstlerim tarafından tercih ve takdir edildim. Dosyamdaki takdir ve başarı belgeleri bunlardan kağıda dökülmüş olan sadece birkaçı.. Görev süremin tamamını arazide geçirdim, ilk iki çocuğumun doğumunda ve eşimin yanında bulunamadım. 1999 Ağustos unda Y.A.Ş. nın ayırma kararı geldiğinde yine Ağrı Dağı’nda operasyondaydım. Kaderin garip bir cilvesi olarak ilişik keserek ayrılışım 17 Ağustos 1999 a tevafuk etti.
Harp Okulunda namaz kılanlar olarak baskı altına alınmıştık. Namaz kılanlar olarak kaşının üstünde gözün var kabilinden eften püften sebeplerle bazan da yalan ve iftiralarla cezalar alıyorduk. Aylarca hafta sonunu oda hapislerinde geçirip izin yüzü görmediğimiz oldu. İçerde ve dışarıda izleniyor devamlı baskı altında tutuluyor değişime zorlanıyorduk. Bir kısmımız namazı terk etti. Terk etmeyen bizler de okuldan itibaren atılmaya başlandık. Mezun olmayı başarabilenler her altı ayda bir YAŞ larda atılmaya devam edildi. Hayatımız altı aylık depresyonel dilimlere bölünmüştü. Antidepresanlarla o zamandan beri tanışıyoruz.
Bazı arkadaşlar atılmamak için uzun yıllar evlenmedi. Ben mezun olur olmaz evlendim. Kapalı bir bayanla, severek. Çilemiz de katmerlendi.
Tuzla Piyade Okulu’ndayken ilk oğlum dünyaya geldi. İçmelerde kiralık evde oturuyorduk. Birliğime bildiremediğimden izin alamadım, eşimle yeteri kadar ilgilenemedim. Hastahaneyekomşu götürüp getirdi.
Doğubeyazıt daki ilk yılımda yine korkumdan eşimi gösteremedim, evli olduğumu söyleyemedim, Kışladan uzakta kiralık ev tuttum. Eşimi yeni doğmuş çocuğumuzla bıraktım bir başına, yabancı bir halk içine, terör bölgesinde.
Anamızdan emdiğimiz sütü fitil fitil getirdiler burnumuzdan. Bl,Tb ve Tug K.larım markaja aldılar beni. Değiştirme ve dönüştürme seanslarına başladılar. İnanç ve hayatımızla, en çok da hanımımın başörtüsüyle alay ettiler, dalga geçtiler, aşağıladılar, gerici, yobaz, mürteci, sıkmabaş.. dediler.
Başörtülü diye eşimle beraber gittiğimiz askeri piknik yerlerinden kovulduk. Yanımızda misafirimiz vardı, hanımı da açıktı. Eşim de ordu evinde başı açık arkadaşının yanında çaybahçesinden kovuldu göz yaşları içerisinde. Bizim açıklarla bir problemimiz yoktu ama vicdanı kapalıların bizimle vardı demek ki.
En nihaye “Ya İşin ya Eşin” dediler. Bu süreçte tüm zor ve uzak operasyon görevlerine beni gönderdiler. Dinlendirmeden abartısız diğerlerinden 2-3 kat fazla görevlendirdiler. Başkasının yerine defalarca ölüme sundular beni ölüm tehlikeli bölgelere..
Yazları Ağrı dağından on beş günde bir iner orduevinde elbisemi değişir gizli giderdim evime, en fazla bir geceliğine.
Kışları Bingöl, Diyarbakır arazilerinde kış operasyonlarında geçirirdim. Yağmur ve kar, bazan şimşekler bazan da çığlar düşerdi etrafımıza. Bazan da kendi helikopterlerimiz bombalardı yanlışlıkla. Pusuya düştük, çatışmalara girdik, günlerce aç susuz kaldık, ıslak elbiselerle titredik soğuk gecelerde. Nice arkadaşları şehit verdik.
Aylar sonra birlik değişiminde gelir hazır dinlenmiş birlikle geri giderdim. Yıkanan çorabım kurumazdı “hazırlan yine gidiyorsun” haberi gelene kadar. Değil dinlenmek başkasının yerine ölüme gönderilmenin haberini bile çok görürlerdi bize, ona göre hazırlanalım diye; eşim memleketteyse dönüşe geçtiğimizde, gel dediysem eğer, birkaç gün sonra yeni gidişimle yine kalakalırdı bir başına.
Biiznillah başarısızlık yüzü görmedim. Atışta, sporda, eğitimde, operasyonlarda.. Gözümde korku gören de olmadı elhamdulillah.
Doğubeyazıt kışlada tüm tugay sb-astsb ın koşu denetlemesinde, en önde paşa nın makam aracı, hemen arkasında bir tğm, askerlerin binasını geçerken geride başka gözüken yok, “bir teğmen mersedesi kovalıyor” deniliyordu.
Ağrı Dağı’nda timimle pusuya düştük zayiatsız çıktık. 2-3 gün aç ve susuz kaldık. Çantamda ton balığı vardı da yiyememiştim susuzluktan. Bulunca da deliler gibi içmiştik kokan kuyudan.
Bir kurban bayramı günü gece silahıyla nöbetten kaçan ve hainlerle buluşmaya çalışan terör yanlısı askeri, Tendürek dağlarında tüm tugay birlikleri içinden timimle biz yakaladık.
Kiğı arazilerinde en tehlikeli yerlerde görevlendirildim. Askerlerimin cevapsız kalan sorularıydı “Niye hep biz” Bölgedeki timlerden 1 Ütğm 11 asker çığ altında şehit oldu. Bir askerin şehit olup bir Ütğm in yaralandığı yerde timimle ben de vardım; bölüğümün en ilerisinde. Hainlerden 6 sağ 30 ölü. İki Ütğm ni bir yana ben Tğm olarak bir yanaydım bölük komutanımın gözünde. Şimdi de onlar bir yana ben başka bir yana.. “ER” olma yolunda, olabilirsem eğer, mevlam nasib ederse..
İkinci yılın başında öğrendiler evli ve bir çocuğum olduğunu ve kirada oturduğunu. Öğrenmişlerdi ben Kiğı arazilerinde ölüm gezerken de kışla dışına içme suyu servisi yapmışlardı kiradaki uzman çavuşların evlerine varıncaya kadar, kapısını çalıp bir ihtiyacınız var mı diye soran olmamıştı evimin bir subay evi olarak.
Lojmana gireceksiniz diye emir verdiler girdik. Bu arada kızım dünyaya geldi. Ya eşini açıp baloya kokteyle getir ya da boşan dediler. Yapmadık. Çilemiz katlandı.
Lojmanı boşaltıp eşyayı ve ailemi memlekete gönderdim. Yalnız baskılara dayanamayıp depresyona girdim. Geri gidip sadece ailemi getirdim, gece yolda aracımla takla attık, ölmedik. Her gün binlerce kez ölürken bir kere ölemedik. Ailemi orduevi otel odasına yerleştirdim gizlice, hapis hayatına. Haftada bir gizli dışarı çıkar yiyecek bir şeyler alır girerdi hapse. Ben de 20 gün hapis yattım Tugay Tutuk Evinde. Pencerelerimiz birbirine bakardı.
Altı ay sonra bir YAŞ kararıyla çıkardılar bizi hapisten. Daha doğrusu öyle sandık, hapisten kurtuluyoruz zannettik. Meğer başka bir hapse nakilmiş bizimkisi, sahipsizlik, yalnızlık hapsine..
Karar geldiğinde Yine Ağrı Dağı’ nda operasyondaydım, mehmetcikle nöbette, gözler hedefte, iman yürekte. Beklerken vatanı ayırdetmedik kapalı olanla olmayanı. Ama bizi ayırdılar, nöbetten, mehmet den.
Araziden indirdiler, beylik silahımı, kimliğimi, sağlık karnelerimizi alıp kapı önüne koydular. Birkaç gün sonra Ütğm rütbesi takacağım Ağustos ayında elime “Er” olarak terhis edilmiştir” diye bir belge tutuşturdular. “Er” liğin manasından bihaber.
Oyak kesintilerimi 3 yıl dolmamış diye vermediler. (15 gün kalmıştı)
Dedeme anlatamadım peygamber ocağının namaz ve başörtüsünden dolayı ihraç edebileceğini, öz babam sofrasından ve evinden kovdu…Vebalıymışız gibi herkes uzaklaştı..
Asgari ücretle çalışırken öğrenim masraflarımı icra edip faiziyle beraber tahsil ettiler.
Büyük çocuğu annemlere bırakmıştık geri dönerken, bakkala gönderip kandırarak. Geri döndüğümüzde bizi tanımadı. Yılların iyi edemeyeceği yaralar açıldı onda da bizde de.
İstanbul da Antep te firma firma iş ararken bilmiyorduk form doldurup cv verdiğimizde “biz sizi ararız” cevabının anlamını. Nihayet bir fabrika işe aldı; Beraber başladığımız lisans mezunları seviyeli başlarken ben asgari ücretten başlatıldım ve hep gerilerden takip ettim onları. Farkı kapatmak için de hep gayret, performans yükselttim, fazla mesai yaptım, ing.-bilgisayar.. çalıştım, tüm boş vakitlerimde.
Evimin hastane alışveriş dahil tüm işleri 2 çocukla hanımın üstüneydi yıllarca. Hastane yollarında, ssk ilaç kuyruklarında yalnızdı, defalarca ameliyat oldu yalnızdı. Ben denenmedeydim çünkü, rızkımızı kazanmak için kendimi ıspat etmem gerekiyordu. Askeri diploma, başarı ve kurs belgelerim bir anlam ifade etmiyordu özel sektörde. Referans, torpil de olmadı.
İlk ayrıldığımız sıralarda hanım bileklerinden “carpal tunnel” denilen sinir sıkışmasına yakalanmıştı. Önce sağlık güvencemiz yoktu, olduğunda damasrafları karşılayana kadar ameliyat olamadı aylarca. Geceleri ellerini oğuşturup ağlarken uyanırdım, için için.
Bu veballeri yüklenenler hesabını verebilirler mi hiç! Çektirdikleri ıstıraplar neyle nasıl tazmin edilebilir!
Ey sevgili silahım, beylik tabancam, belimdeki kılıcım, 16’lı Barettam; mecbur kalmasaydım satmazdım seni. G36438Z Geri aldıktan sonra, bir sürü masraf ederek, Konya-İst. a giderek, hanımın üstüne devredek; terörden daha tehlikeliyim diye bana vermedikleri için.
Bazen başarılı bazen başarısız şu ana kadar 1999-2011 13 yılda toplam 13 işyeri fakat 15-20 iş, meslek veya pozisyonda çalıştım, denendim, bazılarında başarılı bazılarında başarısız oldum, her birinde belirsiz maaş ve deneme süreciyle “SIFIR” dan başlatılarak. Yeni bir patron, yeni iş, yeni ortam, belirsiz şartlar, arada işsiz, maaşsız ve sağlık güvencesiz aylar, takla atan ev ekonomisi yeni kemer sıkma politikaları.
Elektrik İşçiliği-İnşaat (Telsim Baz istasyon Montajı), İşletme Md,Kablo Pazarlama, Sevkiyat Şefi: El Terminali ile Ürün Sevki,Depo Sorumlusu: Stok Takip, Logo Unity irsaliye girişi, İSO, İade Sorumlusu: Kalite Kontrol-Muhasebe, M.Axess Depo Prg,Muh. Ve Per. Md.,Logo lks-2 İmplementasyon, El terminali ile Girdi Kontrol,Şube Merkezi Yönetim Otomasyonu, Vegawin İmplementasyon, Bilg.Donanım&Vegawin Teknik Servis, Bilg.Satış&Teknik Servis,Züccaciye Dükkanı, Şoförlük , Hisse/Dönem Pazarlama, Girdi Kontrol, Logo-Go, Büfe/tost,çiftçilik,Muh. Ve Per. Md. Denediğim/denendiğim/yaptığım iş-meslek çeşitleri.
Yıllar böyle geçti, ailemi ihmal ederek, çocuklarım sevmeye fırsatım olmadan büyüdü. Bazen geçimimiz genişledi bazen daraldı. Bir ev ve bir araba sahibi olduk ama aylarca evimizin et görmediği, 2,5 tl spor parasını veremediği için utancından kızımın 2 ay beden dersine giremediği, işsiz günlerde eve gidemeyip geceyi sokaklarda geçirdiğim günler oldu.
Ve özel sektöre uyum sağlayamama başarısızlığımla ben hala “SIFIR” ım. “Her bilim dalından biraz bilsin”mantığıyla verilen Harp Okulu nun genel yönetici yetiştirme programı olan “Sistem Mühendisliği” lisansıma uygun hareket ettim; her işten biraz yaptım, hiçbir işte yıllanmış mütehassıs olamadım ve hala mesleğimin adı yok, çocuğum forma yazmak için sorduğunda verecek cevap bulamıyorum. Her yeni iş teşebbüsümde hemen yeni dal ve ortamda belirsiz maaş ve akibetle “sıfır” dan denenmeye alınıyorum, emsallerim Kd. Yzb –Bnb rütbelerinde makam odaları, makam arabalarında gelecek kaygısı çekmezken…
11 Yıl Silahlı Kuvvetlerde her türlü atış, eğitim, sporda komutanlarım denemedi mi? Bu kadar dosyamdaki diploma, kurs, başarı belgelerim neyin nesi? Kıtada zor ve zorlaştırılmış görevlerde yeteri kadar denenmedik mi? Yaz ve kış şartları, hain terör ve pusu, patlayan mermiler, açlık, susuzluk ve uykusuzluk yeteri kadar denemedi mi bizi? Sivilde 12 yılda 13 işyeri yirmiye yakın meslek, dal ve branşta yeteri kadar denemedi mi bizi patronlarımız?
Ey sevgili milletim ve onun yüce meclisi! Ne olur karar verin artık, ne olduğumuza, notumuza, hakkımıza.. Sınavdan çıkarın da bizi biriken hastalıklarımızla ilgilenelim hala çekmekte olduğumuz kış ve yaz operasyonlarından kalan, soğuk ve mikrobik ortamlardan kaptığımız.
Hep antidepresan ilaçlar mı tedavi edecek stresimizi, sine-i milletin merhemi kanayan yaramıza ne zaman sürülecek.
AHMET DOĞAN
YAŞZEDE
Dersimli Orgeneral!...
O bir Dersim Alevi’siydi.
İsmail Hakkı Karadayı.28 Şubat’ın kudretli Genelkurmay başkanı. Postmodern darbenin en önemli organizatörü. Nüfus kütüğüne göre Çankırılı. Aslen ise katliamın yaşandığı bir bölgenin insanı.
Karadayı’nın ifade vermek üzere Ankara’ya götürüldüğü gün bu köşede satır arasında bu bilgiyi yazdım. Karadayı, kamuoyunda Çankırılı olarak bilinse de aslında1930 Dersim Pülümür katliamı sürgünüydü. Yanio bir Dersim Alevi’siydi.
Bu gerçeği yıllarca silah arkadaşları dâhil kamuoyundan özenle sakladı. Tıpkı 28 Şubat öncesi kimliğini saklaması gibi.
Karadayı’yla ilgili bu yazının ardından birileri kimlik siyaseti yaptığımı iddia edecektir. Bu tür iddiaları çok da dikkate almadığımı hemen belirteyim. Bu ülkede Genelkurmay başkanlığı koltuğuna oturmuş bir kişinin, yıllarca kimliği dâhil siyasi görüşlerini neden sakladığının çok daha önemli olduğunu düşünürüm.
Karadayı gerçeğini yazmamın ardından Dersimli öğretmen-gazeteciMehmet Yürek’ten önce telefon sonra da mail aldım. Yürek, Karadayı’nın Dersimli olduğu gerçeğini kendisinin de bildiğini söyleyip başından geçen bir anısını benimle paylaştı.
Sözü önce Yürek’e bırakıyorum:“İsmail Hakkı Karadayı, M. Kemal’in bilgi, emir ve direktifleriyle Kazım Orbay kumandasında gerçekleştirilen 1930 Dersim-Pülümür tedip ve tenkilinin(katliam)sürgünü bir ailenin çocuğudur. Sürgün yeri Çankırı ilidir.
Karadayı ailesinin kendilerini ve çocuklarını koruma refleksiyle Sünni mezhebinin vecibelerini ve gereklerini yerine getirdikleri doğrudur. Bu durum tamamıyla takiyyedir.
Bu bilgiyi emekli Cumhuriyet Savcısı- yazar(Türk Pen Kulübü Yöneticisi veCumhuriyetgazetesi yazarlarından)İsmet Kemal Karadayı vasıtasıyla öğrendim. İsmet Abi, 12 Eylül öncesi İstanbul Şile’de birlikte çalıştığımız, samimi bir hemşerim ve dostumdu. O, savcı, ben öğretmendim.
Şile’den Kadıköy C. Başsavcı Yardımcılığı’na atandı. Bir öğle üzeri Kadıköy’deki makamında kendisini ziyaret ettim. Makamına girdiğimde ayaktaydı ve elinde de şemsiyesi vardı. ‘Hayrola abi, çıkıyorsun galiba. Ben ziyareti başka bir güne erteleyeyim’ dedim. O da ‘Telefon edince seni bekledim, Hadi beraber gidiyoruz’ dedi. ‘Nereye’ dedim. ‘Asker karavanası yemeye’ dedi.
‘Olmaz abi, askere(rütbelilere)ne kadar soğuk olduğumu biliyorsun, askerlik dahi yapmamış bu adamı asker karavanasına götürüyorsun. Paran yoksa ben burada sana öğle yemeği yedirebilirim’ dedim. O da tekrar bana dönüp ‘Gevezelik etme, düş önüme. Askerler jeeple kapıda bizi bekliyor’ dedi ve kolumdan tutarak beni yürüttü. Kapıdan çıkarken bana ‘Bu öyle, böyle askerlerden değil, bizim can bir hemşerimiz. Ama gidip dönünceye kadar bu konuda tek bir kelime etmeyeceksin. Dönüşte ben burada sana her şeyi anlatırım’ dedi.
Anlaştık ve bir teğmen ile şoförlük yapan bir erin topuk selamıyla askerî jeepin arka koltuklarına kurulduk. Tuzla tarafında bir askerî birliğe gittik. Komutan odasına girdik. Masa üzerindeki isimlikte İsmail Hakkı Karadayı yazıyordu. Bunu görünce kaş gözle İsmet abiye işaret ettim. Alttan ayağıyla bana dürterek sus işareti yaptı. Sonra beraber yemek yedik ve tekrar Kadıköy’e döndük.
Adliyeye gelince İsmet abi anlatmaya başladı. ‘Ben 1975’te Bilecik savcısı iken TÖB-DER tarafından yılın hukukçusu seçilmiştim. İsmail Hakkı Karadayı bunu basından öğreniyor. Beni buldu. Meğer benim 1926 Pülümür tedibinde öldürülüp toplu gömüldüğünü sandığımız, ama öyle olmayıp Çankırı’ya sürülen amcamın oğluymuş. Bunun kesinlikle gizli kalması gerektiğini, aksi halde askerlik hayatının biteceğini, zaten ailenin kendisini korumak için ramazan orucu tutup namaz kıldıklarını anlattı.’
Sevgili Baransu kardeşim. Köşende yazdığın bilgi doğru. İsmail Hakkı Karadayı, köken olarak bir Dersim Alevisidir. Kemalist ittihat terakki rejimi, Dersim’de yalnız fiziki soykırım yapmadı. Kalanları da din, dil, kültürel soykırıma tabi tutarak, kimliksizleştirdi. Kişiliksizleştirerek cellatlarının aşıkları olarak düzene entegre etti.”
Yürek’in mektubu böyle.
28 Şubat bu ülkenin muhafazakâr ve dindar kesime adeta “terör” estirmişti. Faillerin en tepesindeki isim de yıllarca kendi kimliğini ve siyasi görüşünü toplumdan saklayan Karadayı’dan başkası değildi.
Özal döneminde “namaz” kıldı. Bazı generallerin seccadesini yere serdi. ANAP, kendisini muhafazakâr zannedip,“Suyun öteki yakasından ilk kez dindar bir Genelkurmay başkanı geliyor”hatasına düştü. Özal, Karadayı’nın Genelkurmay başkanlığı engellenir diye darbe yanlısı Doğu Aktulga ekibini emekliye sevketmedi.
Aynı zamanda Encümeni Daniş üyesi olan Karadayı, Genelkurmay başkanı olunca da gerçek yüzünü tüm topluma gösterdi. 28 Şubat sürecinde medyanın ortaya attığı “takiyye” yalanının da mimarıydı. İddiaya göre “cemaatler, dindarlar” devlet içine sızmak için takiyye yapıyor ve kendilerini gizliyorlardı. Medya bunu günlerce manşet yaptı.
Ancak bugün ortaya çıkıyor ki bu ülkede yüz yıllardır takiyye yapanlar dindarlar değil, başkaları.
Önce başörtülü görev yaptığı okuldan atıldı. Şimdi de aynı okulda börek satıyor. 28 Şubat mağduru Ünzile Yücel'in yaşadıkları ise kelimenin tam anlamıyla işkence!
23 Nisan 2012 Pazartesi - 00:47
28 Şubat soruşturması sürerken mağdurların yaşadıkları da birer birer gün yüzüne çıkıyor. Başörtülü görev yaptığı okuldan atılan ardından da aynı okulda börek satan Ünzile Yücel, binlerce mağdurdan sadece biri. Yücel'in yaşadıkları ise kelimenin tam anlamıyla işkence!
Çevik Bir ve Erol Özkasnak gibi dönemin önemli paşalarıyla birlikte 26 kişinin tutuklandığı 28 Şubat soruşturması, o süreçte yaşanan acıları da yeniden gündeme getirdi.
Binlerce öğretmen mesleğini kaybetti. Sınıf öğretmeni Ünzile Yücel, bu isimlerin başında geliyor.
GEREKÇE HEP AYNI: KURUMUN DÜZENİNİ BOZMAK
Başörtülü olduğu için gittiği her okuldan sürülen Yücel, en sonunda 'kurumun düzenini bozmak' gerekçesiyle memuriyetten atılır. Ardından eşinden ayrılır. Ailesinden de destek görmeyince geçimini, evde yaptığı pasta-böreklerle sağlamak zorunda kalır. Öyle ki, bir zamanlar öğretmen olduğu okulda arkadaşlarına börek satar duruma gelir. Yücel, yaşadıklarını anlatırken, başlatılan soruşturmanın 'intikam duygusu' ile yorumlanmasını haksızlık olarak görüyor.
"SUÇ İŞLEYENLER CEZALANDIRILSIN"
Ünzile Yücel, üniversiteye başörtülü girişler yasaklandığında henüz biyoloji ikinci sınıf öğrencisidir. Başını üçüncü sınıftan itibaren açmamaya kararlı olan Yücel okulundan mezun olur. Biyoloji öğretmeni olarak Aksaray ilinin Boğazköy kasabasında başlar. 1994 yılında 2 aylık stajyer öğretmenken başörtülü olduğu gerekçesiyle ilk soruşturmasını geçirir. Müfettişin anlayışı soruşturmanın büyümeden kapanmasına yardımcı olur. Başörtüsünün sorun olmayacağı bir yerde çalışmak isteyen mağdur öğretmen, 1997 yılında tayinini Ankara Mamak İmam Hatip Lisesi'ne aldırır. Gittiği her yerde teftiş için gelen müfettişler burada da rahat bırakmaz.
EŞİ DE AİLESİ DE ARKASINI DÖNER!
Mağdur öğretmen, sürgün ve teftişlerin sonunda 2001 yılında "kurumun düzenini bozmak" suçundan memuriyetten ihraç edilir. Yaşadığı stres, mesleğinden ihraç edilmesi ve başka sebepler sonucu eşinden boşanır. Boşanmayı kabullenemeyen ailesi de yardımını esirgeyince yaşamını devam ettirmek için yaptığı pasta ve börekleri satarak geçimini sağlar. Önce öğretmelik yaptığı okulda öğretmen arkadaşlarına yaptığı börekleri satar. Arkadaşının yardımıyla bir hastanenin bilgi işlem servisinde iş bulur. 2006 yılında çıkan af yasasına kadar da geçimini böyle devam ettirir. Başvurusunu yapar ve mesleğe tekrar adım atar.
BAKIN ŞU ŞAŞIRTICI BEZELİĞE
FRANSA JÖNTÜRKLERDEN -TÜRKÇÜLÜĞE-OSMANLI ÇÖKÜŞÜ,
FRANSADAN TSK DA İNANÇ DÜŞMANLIĞINA - MHP YE TBMMYE
e.tugg. Kürşat atılgan kimdir
27 Ağustos 1956 Osmaniye
Kürşat Atılgan, 27 Ağustos 1956 tarihinde Osmaniye’nin Kadirli ilçesinde doğdu. Babasının adı Mehmet Hakkı, annesinin adı Medine’dir. Hava Pilot Tuğgeneral; 1976 yılında Hava Harp Okulu’ndan mezun oldu. HavaHarp Okulu’ndan mezun olduktan sonra 1983′e kadar pilot olarak değişik birimlerde görev yaptı. 1985 yılında kurmay subay oldu. 1989′da Fransız Hava Akademisi’nden ve hemen sonrasında 1990 yılında Fransız Silahlı Kuvvetler Akademisi’nden mezun oldu. 2000 yılında da Türk Silahlı Kuvvetler Akademisi’ni bitirerek 2001 yılında general rütbesi aldı. 2002 yılında Millî Güvenlik Akademisi’ni bitirdi. 2006 yılında Türk Hava Kuvvetleri Komutanlığı’ndan emekli olmadan evvel, Ordu’da bazı görevleri başarıyla yerine getirdi. 23. Dönem’de NATO Parlamenter Asamblesi Türk Grubu Üyesi oldu. Orta derecede İngilizce ve çok iyi derecede Fransızca bilen Atılgan, evli ve 2 çocuk babasıdır.
F-4 uçağı Aksa Camii`nin minaresinin ucundaki aleme (hilal) çarptı. Hilalle birlikte uçaktan küçük parçalar da caminin avlusuna düştü. Yaşanan vahim olayda büyük bir facianın eşiğinden dönüldü. Çünkü uçuşlar öğle ezanının okunmasına beş dakika kala caminin etrafının kalabalık olduğu bir sırada yapılmıştı
O F-4 PİLOTU KÜRŞAT ATILGAN MIYDI..?İnternet haber portalı cafesiyaset.com’un iddiasına göre o gün minareye çarpan pilot MHP Adana Milletvekili ve Emekli Hava Pilot Tuğ General ve Hava Kuvvetleri İstihbarat Başkanı Kürşat ATILGAN’dı. O iddiada şu konulara yer veriliyordu.
Bu haber TSK yı yıpratma haberi değildir. MHP ye gönül vermiş insanları kırmak,amaç edinilmemiştir.Bu haberin amacı yıllarca Kürşat atılgan gibi kendini kaf dagının en üstünde gören,Assubaylara hak etmediği hakaretlerde
bulunan,küfreden,fişleyen,namuslarına kadar dil uzatan,kendilerini Türkiye Cumhuriyeti Devletinden,Anayasasından,Kanunlarından,Atatürk ilke ve inkılaplarından üstün gören,bir takım insanların ,insanlık suçu sayılabilecek bu hakaretlerinin kamuoyunu tarafından bilinmesi,yaptıklarının yanlarına kar kalmaması için yapılmıştır
O bir Mhp li,O bir Milletvekili,O bir e.tuggeneral,O bir subay,O bir Astsubay düşmanı,O 1'inci Ana Jet Üs Komutanı İKEN Assubaylarını hakir ve hor gören mit ajanı gibi Assubayları sürekli takip edip( sırf üst komuta kademesine yaranmak için,terfi etmek için)..
yaşantılarından,davranışlarından,hareketlerinden dolayı,Assubayın eşi türbanlımı tokalaşıyormu içki içiyormu diye inançlarına saygı göztermeyip fişleyen,irticacı yaftası yapıştıran,
O “öcalan'la aynıcaddede oturmuş olabiliriz” diye beyanet veren,O 2003 yılında Başbakanın evinin yakınındaki Aksa Camisi minaresine çarpan F-4 savaş uçağını kullanan ( inkar etsede yakında uçuş manifostası internete düşer) Kürşat atılgan.
Kürşat atılgan daki zihniyetinde,2009 yılında Assubaylara agza alınmayacak küfürler eden Merzifon 5. Ana Jet Üssü 152. Filo Komutanı Yarbay Güney Baran ile aynı zihniyetin mahsulü oldukları düşüncesindeyim.Kürşat atılgan;Görevi süresince Assubayları bir böcek gibi gören zat-ımuhterem,Milletvekilliği süresi boyunca,Assubayların haklarını savunması asla ama asla düşünülemez,Assubayların haklarının verilmesi konusunda bir tane bile çalışmasını göremezsiniz,zaten bu durum kürşat beyin tabiatına aykırıdır...
Kürşat atılganın imzası bulunan kanun teklifleri indirmek içinTIKLAYIN
Kürşat atılganın verdiği yazılı soru önergelerini indirmek içinTIKLAYIN
Hava kuvvetlerinde görevli e.tugg Kürşat atılganla çalışan hergün onlarca Astsubay kardeşim beni arıyor, şahsın bilinmeyen yönlerini bana aktarıyorlar söylediklerini ,Assubaylara karşı kimse tarafından bilinmeyen insanlık dışı tutum ve davranışlarını haber yapmamı ve Assubaylara karşı yaptıklarının yanına kar kalmamasını istiyorlar.Haklısınız dostlarım hemde yerden göğe kadar bu haberlerin yapılmasını istemekte haklısınız,ama takdir edersiniz ki, bildiklerimizi,sizin söylediklerinizi yazarak birilerinin menfaat ugruna,terfi ugruna,tayin ugruna sattığı gibi bizde TSK yı satmayalım degilmi.
Mutlaka her arkadaşımın bir siyasi düşüncesi vardır.Tekrar Tekrar söylüyorum Assubayların menfaatleri söz konusu olunca bütün siyasi düşüncelerimizi bir kenera bırakıp ortak hareket etmemiz gerektiğini hepimiz biliyoruz.Kanaatimce; kadrolarında emekli general milletvekili adayı bulunduran bütün siyasi partiler çok iyi analiz edilmeli, daha çok Assubayları milletvekili adayı gösteren siyasi partiler tercih edilmeli,Antalyada Sayın Emekli Astsubay Ahmet ÖZTAŞ beyefendiyi dinlemeyip arkasını dönen giden kukla MSB bakanı gibi yapan partilere oy verirken bir kez daha düşünülmelidir.
VE HUZURLARINIZ DA E.TUGG KÜRŞAT ATILGAN TOP 10
e.tugg. Kürşat atılgan kimdir
27 Ağustos 1956 Osmaniye
Kürşat Atılgan, 27 Ağustos 1956 tarihinde Osmaniye’nin Kadirli ilçesinde doğdu. Babasının adı Mehmet Hakkı, annesinin adı Medine’dir. Hava Pilot Tuğgeneral; 1976 yılında Hava Harp Okulu’ndan mezun oldu. HavaHarp Okulu’ndan mezun olduktan sonra 1983′e kadar pilot olarak değişik birimlerde görev yaptı. 1985 yılında kurmay subay oldu. 1989′da Fransız Hava Akademisi’nden ve hemen sonrasında 1990 yılında Fransız Silahlı Kuvvetler Akademisi’nden mezun oldu. 2000 yılında da Türk Silahlı Kuvvetler Akademisi’ni bitirerek 2001 yılında general rütbesi aldı. 2002 yılında Millî Güvenlik Akademisi’ni bitirdi. 2006 yılında Türk Hava Kuvvetleri Komutanlığı’ndan emekli olmadan evvel, Ordu’da bazı görevleri başarıyla yerine getirdi. 23. Dönem’de NATO Parlamenter Asamblesi Türk Grubu Üyesi oldu. Orta derecede İngilizce ve çok iyi derecede Fransızca bilen Atılgan, evli ve 2 çocuk babasıdır.
MHP MİLLETVEKİLİ KÜRŞAT ATILGAN İLE İLGİLİ ŞOK BİR BELGE ORTAYA ÇIKTI.
MHP Milletvekili Atılgan, evine başörtülü misafir gelen Astsubay'ı 3 ay askeri istihbarata adım adım izlettirmiş. Atılgan, Astsubay'ı 'alkol'den 'el sıkışma'ya kadar bazı testlerden de geçirtmiş.
MHP MilletvekiliKürşat Atılgan'ın Tuğgeneral olduğu dönemde,Renault Flashmarka bir otomobilin arka koltuğundaki "türbanlı"nın peşine düştüğü ortaya çıktı. Teröristbaşı Abdullah Öcalan'la Şam'da aynı binada oturduğu ve MİT'in Öcalan'a yönelik operasyonunu deşifre eden telefon konuşmasını yaptığı iddiaları ile gündemde olanMHP'li emekli TuğgeneralKürşat Atılgan'la ilgili şok bir belge daha ortaya çıktı.
ESKİŞEHİR'DEKİ ALBAY'DA YAKALANDI
MHP'li Atılgan'ın başörtü tahammülsüzlüğünü ortaya koyan belge bir ihbar sonucu Eskişehir'deki evinden Balyoz Darbe Planı ile ilgili yeni belgeler çıkan ve tutuklanan emekli AlbayHakan Büyük'ün evinden çıktı. 22 Kasım 2004 tarihli veKürşat Atılgan imzalı belge,MHPMilletvekili Atılgan'ın, evine başörtülü misafir gelen TSK personelini bile aylarca takip ettirdiğini ortaya koyuyor. Askeri İstihbarat 3 ay 'türban' çalıştı
Olay, 25 Temmuz 2004 Pazar günü Yıldıztepe Alarm İskan Tesisleri Nizamiyesi'nden içeriRenault Flashmarka bir otomobilin girmesiyle başlıyor. Otomobilin arka koltuğunda türbanlı bir bayanın oturduğunun tespit edilmesi üzerine 3 ay sürecek geniş kapsamlı operasyona start veriliyor. Türbanlı bayanın araçtan indikten sonra girdiği lojmanın Başçavuş Mehmet İffet Töre'ye ait olduğu tespit edildikten sonra türbanlı bir bayanın içinde oturduğu aracın da plakasından (05 DV 638) sahibinin kim olduğu araştırılıyor. Aracın Başçavuşun kardeşi Ferhat Töre'ye ait olduğunu tespit eden askeri istihbarat, aracı "türbanlıyı taşıma anında" diğer erkek kardeş Rafet Töre'nin kullandığını büyük bir başarıyla tespit ediyor.
'EŞİ TÜRBANLI MI' - 'TOKALAŞIYOR MU'
3 ay süren takibin belgesinde, izlemenin "personelin durumunun netleştirilmesi" amacıyla yapıldığı iddia ediliyor. Bu çerçevede Başçavuş Töre'nin birlik içi yaşantısı, arkadaş ilişkileri ve davranışlarının yakın takibe alındığı belirtiliyor. İlk inceleme Töre'nin eşi üzerine yoğunlaştırılıyor ve "başının açık, giyim kuşamıyla modern" biri olduğu tespit ediliyor. Daha sonra el sıkıp sıkmadığına bakılıyor. Başçavuş'un eşi bu testten geçince, evinde "dini içerikli süs eşyası" aranıyor.
YETMEDİ 'ALKOL' VE 'İSİM' TESTİ YAP
Bu tip bir süs eşyası da tespit edilemeyince en zor aşamaya geçiliyor: Alkol Testi... Bunun için geriye dönük araştırma yapılıyor ve Başçavuş'un 2004 Şubat'ına ait görüntüleri bulunuyor. Üniteler Komutanlığı'nın gecesinde Başçavuş Töre'nin eşiyle dans ettiği ve alkol kullandığı kamera görüntülerinden tespit ediliyor. Bu görüntülerden 13 adet fotoğraf karesi çıkartılıp dosyaya konuyor. Başçavuş ve ailesi alkol testinden geçtikten sonra sıra çocuklarına geliyor. Çocuklarının isimleri ve okulları "tespit" edilerek belgeye ekleniyor.
MHP'NİN YENİ PAŞASI ALAN DA TÜRBAN FİŞÇİSİ
MHP'nin tartışmalı biçimde aday yaptığı Balyoz Davası tutuklu sanığı emekli Korgeneral Engin Alan'ın da benzer bir çalışması ortaya çıkmıştı. Engin Alan'ın Kolordu Komutanı olarak imzaladığı 24 Aralık 2002 tarihli 'Kişiye Özel' damgalı 'Kategorili Personel İşlemleri ve İrticai Faaliyetler' başlıklı yazıda, 2002 seçimleri sonrasında irticai faaliyetlerde artış olduğunu savunularak "Resmi bayram, bayramlaşma ve yemekli toplantılara eşleri ile birlikte katılmaktan kaçınan personel üzerindeki takip ve kontrolün yoğunlaştırılması", "TSK personelinin takip edilmesi ve ev ziyaretleri adı altında fişleme ziyaretleri yapılması", "Milli Güvenlik Dersi hocaları aracılığıyla İmam Hatip Liselerinde okuyan kız çocuklarının türban takıp takmadıklarının takip edilmesi" emri veriliyordu. Belgede, Alan, kesinlikle müsamaha gösterilmemesini emrediyordu.
1. ANA JET ÜS KOMUTANI OLARAK İMZALAMIŞ
ARKA koltuktaki türbanlı misafir nedeniyle başlayan 3 aylık araştırma sonucu üç maddede özetleniyor; Personelin eşinin başının açık olması, alkol kullanması ve sicil amirlerinin olumsuz görüş beyan etmemesi. Bu üç madde nedeniyle personelin takibinin bırakılmasına, kontrol altında bulundurulmasına gerek olmadığına karar veriliyor.Kürşat Atılgan, hazırladığı belgeyi 1'inci Ana Jet Üs Komutanı Hava Pilot Tuğgeneral sıfatıyla imzalıyor ve personelin alkol aldığını gösterir 13 fotoğrafla birlikte, 1'inci Hava Kuvveti Komutanlığı'na gönderiyor.
KORGENERAL SANER'LE ALBAY ATILGAN KONUŞTU
ABDULLAH Öcalan'a 1997 yılında MİT tarafından düzenlenen operasyonun deşifre edilmesiyle ilgili tartışmalar yeniden alevlendi. Genelkurmay İstihbarat Başkanı Korgeneral Çetin Saner'in telefonda, Şam Askeri Ateşe'ye operasyonu telefonda anlatması üzerine Suriye İstihbaratı El Muhaberat'ın operasyonu deşifre ettiği ortaya çıkmıştı. O dönem Askeri Ateşe'ninMHP'liKürşat Atılganolduğu ortaya çıktı. Atılgan "konuşmadım" demişti.
ÖCALAN'LA AYNI CADDEDE OTURMUŞ OLABİLİRİZ
MHP'li Atılgan'ın Şam'da Öcalan'la komşu olduğu iddia edildi. İlk gün "Öcalan'la aynı binada oturmadığını, belki kendisinden önceki Askeri Ateşe'nin oturmuş olabileceğini" açıklayan Atılgan bir gün sonra geri adım atıp "Şam'da 3 katlı villanın ilk katında oturdum. O bölgede apartman ve villalar vardı. Sanıyorum o (Öcalan) apartmanların birinde kalmıştır'' dedi.
Star Gazetesi-Cevheri Güven
ÖCALAN'LA GÖRÜŞEN ATEŞE MHP'DE VEKİLLİK YAPIYOR
AK Parti Gaziantep milletvekili adayı Şamil Tayyar, Abdullah Öcalan'ın Şam'da iken görüştüğü askeri ateşenin MHP milletvekili Kürşat Atılgan olduğunu iddia etti.
Ülke TV'de yayınlana "Gazeteci Milleti" programının konuklarından birisi olan AK Parti milletvekili adayı Şamil Tayyar, MHP'nin asker kökenli milletvekili Kürşat Atılgan'la ilgili çok çarpıcı bir iddiada bulundu.Son günlerde Öcalan'ın yakalanmadan önce Şam'da kaldığı evin Türk askeri ateşe ile komşu olduğu iddiaları gündeme gelmişti.Ayrıca Öcalan'la görüşen Askeri Ateşenin Ergenekon sanığı Hasan Atilla Uğur olduğu iddia ediliyordu. Tayyar, Öcalan'ın Şam'da görüştüğü Askeri Ateşe'nin Hasan Atilla Uğur değil, 2007'de MHP'den milletvekili olan Kürşat Atılgan olduğunu açıkladı.
"Öcalan'ın Şam'da kaldığı evde görüştüğü Askeri Ateşe'nin Hasan Atilla Uğur olduğu yazıldı çizildi. Öcalan'ın da görüştüğünü teyit ettiği kişi MHP milletvekili olan Kürşat Atılgan. Bir mercedes operasyonu vardı. MİT'in düzenlediği bir operasyon. O operasyonun birileri tarafından engellendiği hep konuşuldu. Ankara'dan Şam'ı arayarak operasyonu bilgi verenin İstihbarat Dairesi Başkanı Korgeneral Çetin Saner olduğu konuşuluyor.
Konuştuğu kişinin de Kürşat Atılgan olup olmadığının ortaya çıkmasını istiyorum"Atılgan'dan yalanlama: O askeri ateşe ben değilimMHP Adana Milletvekili Kürşat Atılgan, terörist başı ile aynı apartmanda kalan askeri ataşenin kendisi olmadığını söyledi.Atılgan, "O kişi ben değildim, kim olduğunu da gerçekten bilmiyorum."dedi. Özel bir televizyon kanalındaki programda konuyla ilgili AK Parti Gaziantep Milletvekili Adayı Şamil Tayyar'ın sorduğu soruları yazılı cevaplayan Atılgan, Gazeteci Muammer Elveren'in 29 Nisan 2011'de Suriye eski Cumhurbaşkanı Yardımcısı sürgündeki Abdülhalim Haddam'la yapmış olduğu röportajı hatırlattı.
Haddam'ın bu röportajda "Terörist başı Apo'nun Suriye deki Türk askeri ateşe ile aynı apartmanda kaldığını" açıkladığını belirten Atılgan, Gazeteci Şamil Tayyar'ın " terörist başı ile aynı apartmanda oturan 1994-97 yılları arasında askeri ataşelik yapan Adana Milletvekili Kürşat Atılgan mıydı?" diye sorduğunu bildirdi. O askeri ataşenin kendisi olmadığını ve kim olduğunu da bilmediğini ifade eden Atılgan,"Neden ben değildim, derseniz... Ataşelik görevimin büyük bir bölümünü üç katlı bir villanın, bahçe katında kiracı olarak geçirdim. Üzerimde eski bir bakan ev sahibi, onun da üzerin de yine ev sahibi olan Suriyeli bir işadamı vardı. Dolayısıyla bu kadar az kişi oturan bir apartmanda terörist başının oturması mümkün değildir."şeklinde konuştu.
Atılgan, terörist başına yapılacak suikastla ilgili, "O zaman ki Genelkurmay İstihbarat Başkanı'nın kendisine haber verdiği" iddiasını da kabul etmedi. Askeri ataşelerin, bulundukları ülkelerde bu tür görevlerinin bulunmadığını savunan Atılgan, söz konusu hususlarda askeri ataşelere asla haber verilmeyeceğini vurguladı.
Atılgan, şunları söyledi: "Eğer herhangi bir iş yapılacaksa, işi yapacaklarla, emri verenlerin haricinde kimse bilmez. Askeri ataşenin görevi, bulunduğu ülkede, Türkiye Cumhuriyeti Genelkurmay Başkanı'nın temsilcisidir. Sicil amiri de Genel Kurmay İstihbarat Başkanıdır. Büyük oranda askeri ataşenin görevi temsil görevidir. İlgili ülke ile askeri ilişkileri ve dostluk ilişkilerini geliştirmektir. Benim de görevim esnasında en büyük gayretim bu doğrultu da olmuştur.
Askeri ataşenin, haber kaynakları daha çok açık haber kaynaklarıdır. Yani ilgili ülkenin basının da çıkan haberlerdir. Ayrıca diğer ülkelerin askeri ataşeleri ve diplomatik çevrelerle yapmış olduğu temaslarda elde ettiği bilgilerdir. Ayrıca, askeri ataşelerin bulunduğu ülke servisleri tarafından neredeyse hayatları 24 saat kontrol altındadır, telefonları dinleme altındadır. O nedenle; gizli bir iş yapması mümkün değildir. Esasen böyle bir görevi de yoktur." Şamil Tayyar'ın şahsına yöneltmiş olduğu bu iki soruyu "kafaları bulandırmaya dönük bir propaganda" olarak değerlendirdiğini aktaran Atılgan," Şamil Tayyar'a ilan ediyorum: Bu tür polisiye romanlarını andıran, daha aklında ne kadar soru varsa, kendisinin ayarlayacağı bir programa çıkarak, tartışabiliriz." açıklamasını yaptı.
"ÖCALAN İLE AYNI APARTMANDA DEĞİL AYNI CADDEDE OTURMUŞ OLABİLİRİM"
MHP Adana milletvekili emekli tuğgeneral Kürşat Atılgan, Suriye'de görev yaparken "Öcalan'la aynı apartmanda oturduğu" iddialarına cevap verdi
MHPAdana Milletvekili, emekli TuğgeneralKürşat Atılgan, gazeteci ve AK Parti Gaziantep milletvekili adayıŞamil Tayyar'ın 'Suriye'de Öcalan ile aynı apartmanda oturduğu' yönündeki iddialara cevap verdi. Atılgan, Öcalan ile aynı apartmanda oturmadığını ancak Öcalan'ın kendisinin ikamet ettiği aynı caddedeki bir apartmanda oturmuş olabileceğini söyledi.
Tayyar'ın, 'Suriye'de teröristbaşı ile aynı apartmanda oturan, 1994-97 yılları arasında askeri ataşelik yapan Adana MilletvekiliKürşat Atılganmıydı?' şeklindeki sorusuna, Atılgan, "O kişi ben değilim, kim olduğunu da gerçekten bilmiyorum. Öcalan ile hiçbir görüşmem de olmadı." cevabını vermişti.
Ancak yeni iddialar konusunda konuyla ilgili TBMM'de bir basın toplantısı düzenleyen Atılgan, hakkındaki iddialar konusunda verdiği cevabı yineledi. Atılgan, "Görevde bulunduğum dönemde mensup olduğum Kuvvet komutanının ve Genelkurmay Başkanlığı'nın verdiği görevler dışında iddia edildiği gibi ne terörist başı ile ne de buna benzer kişilerle herhangi bir görüşmem olmamıştır. Herhangi bir operasyonu önlemem de kesinlikle söz konusu değildir. Ben Şam'da TSK adına askeri ataşeydim ve kanunlarla belirlenmiş görevleri vardır. Bu görev iddia edildiği gibi bu görev alanı dışında kişilerle görüşmem söz konusu değildir." diye konuştu.
Atılgan,Şamil Tayyar'ı iddialarını ispat etmek üzere TV programına çıkmaya davet etti, aksi takdirde kendisini müfteri ilan edeceğini söyledi. Atılgan, TSK'yı ve partisini yıpratmaya yönelik iddialar olduğunu ileri sürdü.Kürşat Atılgan, hukuki alanda mücadelesini sürdüreceğini belirtti.
Toplantıda gazetecilerin sorularını da cevaplayan Atılgan, iddialarla ilgili askeri cenahtan şu ana kadar herhangi bir açıklamanın gelmediğini, çünkü bu tür iddiaların ciddiye alınmadığını savundu. Atılgan, kendisinden önce görev yapanların 'Öcalan ile görüşmüş olabileceği' yönünde yaptığı açıklamasının hatırlatılması üzerine "Öcalan, 1980 ile 98 yılları arasında Şam'da bulunuyor. Benim bulunduğum süre zarfında hiçbir askeri ataşenin Öcalan ile karşılaşmaya muhatap olmadığını söyledim. Çünkü olsa haberim olurdu. Ama ben 14 seneyi bilemem. Benden önceki olup olmadığını bilmiyorum." dedi.
Atılgan, bir başka gazetenin köşe yazarının 'Askeri ataşenin asansörde Apo ile karşılaştığı, ataşenin bunu daha sonra Alparslan Türkeş ile paylaştığı, Türkeş'in 'neden tabancanızı çıkarıp vurmadınız?' şeklinde sorduğu' yönündeki iddiasının sorulması üzerine "Benim söylediklerim doğrultusunda devletin arşivlerinde böyle bir şey varsa zaten yer alır.
Dolayısıyla benim dışımda olan bir konuyu benimle irtibatlandıran bir müfteri çok merak ediyor ve bilgi almak istiyorsa devletin ilgili kurumlarına sorar. Onlar da ellerinde ne tür bilgi varsa bildikleri ölçüde verirler. Öcalan ile görüşen ben değilim diyorum. Ben Ağustos 2004'te Şam'da göreve baladım. Benim orada bulunmadığım bir dönemde olduysa bilemem. Türkeş ile babamın ilçe başkanı olduğu ortaokul çağım dışında hiçbir zaman ve yerde karşılaşmadım. Çünkü Kadirli'ye gelince bazen bizde kalırdı" cevabını verdi.
Atılgan, 'Abdullah Öcalan, sizin de oturduğunuz üç katlı villada ikamet eden Suriyeli eski bir bakanın kaldığı eve zaman zaman gelip gitmiş olabilir mi?' sorusuna "Hayır, o çok eski bir bakan ve yönetime ters biri. O caddede çok katlı apartmanlar var. O cadde büyük bir caddedir. Merkezde, yaklaşık 25-30 villa var. Sanırım o çok katlı apartmanların birinde kalmıştır. Zaten adreslerin bir kısmı vardır" ifadelerini kullandı.
Cihan
F-4 SAVAŞ UÇAĞIYLA MİNAREYE ÇARPAN KİMDİ?
2003 yılında hazırlandığı iddia edilen Balyoz Operasyonunun yankıları daha bitmeden, 2003 yılında Başbakanın evinin yakınındaki Aksa Camisi minaresine çarpan F-4 savaş uçağını MHP Adana Milletvekili Kürşat ATILGAN’ın kullandığı iddia edildi.
Zaman Gazetesinin haberine göre, 5-7 Mart 2003 tarihli darbe planının içinde yer alan Oraj hava harekât planı kapsamında hükümetin sıkıyönetim ilan etmesi sağlanıncaya kadar faaliyetlere aralıksız devam edilmesi öngörülüyor. Altında dönemin Harp Akademileri Komutanı İbrahim Fırtına`nın imzasının bulunduğu planda, "Meclis`in sıkıyönetim ilan etmesi için gerekli oy oranı yakalanamazsa, Ankara Ticaret Odası`nın davetlisi olarak Ankara üzerinde hava gösterileri yapılacak, TBMM`nin çalıştığı gün üzerinden alçak uçuşlar yapılarak TSK`nın varlığı hissettirilecektir." ifadeleri yer alıyor.
Kirli oyunların yapıldığı tarihin akabinde yaşanan gelişmeler planın bir bir uygulama safhasına konulduğunu gösteriyor. Bu olaylardan biri de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan`ın Subayevleri Mahallesi`ndeki evinin üzerinde yapılan `alçak uçuş`lardı. 27 Ekim 2004 tarihinde gerçekleşen olayda Başbakan Erdoğan`ın evinde olduğu sırada jetler konutun üzerinden alçak uçuş yaptı. Uçuşlar o kadar alçaktı ki Başbakan`ın mahallesinde paniğe neden oldu.
Eylemde bir F-4 uçağı Başbakan`ın evinin yaklaşık 200 metre yakınında bulunan Aksa Camii`nin minaresinin ucundaki aleme (hilal) çarptı. Hilalle birlikte uçaktan küçük parçalar da caminin avlusuna düştü. Yaşanan vahim olayda büyük bir facianın eşiğinden dönüldü. Çünkü uçuşlar öğle ezanının okunmasına beş dakika kala caminin etrafının kalabalık olduğu bir sırada yapılmıştı.
Olayda iki kişi de yaralanmıştı. Çarpmadan kısa bir süre sonra Milli Güvenlik Kurulu toplantısına gitmek için evden ayrıldığı sırada caminin önündeki kalabalığı görerek olay yerine gelen Başbakan Erdoğan, vatandaşlarla konuşarak bilgi almıştı. Minareden ve uçaktan düşen parçalardan bir kısmını yanına alan Erdoğan`ın, "Biraz sonra zaten toplantıya gidiyorum. Orada bunları teslim ederim." dediği kaydedilmişti. O F-4 PİLOTU KÜRŞAT ATILGAN MIYDI..?
İnternet haber portalı cafesiyaset.com’un iddiasına göre o gün minareye çarpan pilot MHP Adana Milletvekili ve Emekli Hava Pilot Tuğ General ve Hava Kuvvetleri İstihbarat Başkanı Kürşat ATILGAN’dı. O iddiada şu konulara yer veriliyordu.
KÜRŞAT ATILGAN KİMDİR?
27 Ekim 2004 tarihinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan`ın oturduğu Keçiören Subayevler Mahallesi`ndeki Aksa Camii Minaresinin `Alem`ine çarpan uçağın kol komutanın MHP Adana Milletvekili Kürşat Atılgan olduğu belirtiliyor.
Hatırlanacağı üzere 2004 yılında Cumhuriyet Bayramı nedeniyle Hipodrom`da düzenlenecek törenler için üçlü kolda prova uçuşu yapan F - 4 savaş uçağı, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan`ın evine 200 metre uzaklıkta bulunan Keçiören Subayevleri`n deki Aksa Camii`nin minaresine temas etmiş, minarenin `alemi` yırtılmıştı.
Başbakan Erdoğan da bu sırada MGK toplantısına katılmak üzere evinden ayrılık hazırlığı yapmaktaydı. Evinden çıkarken meydana gelen kaza sonrası olay yerine ilk giden başbakan Recep Tayyip Erdoğan oldu. Çarpma sonrası minareden ve uçaktan parçalar düşmüş, büyük bir sans eseri uçak düşmekten kıl payı kurtulmuştu. Büyük bir facianın atlatıldığı o gün, minareye çarpan uçakla birlikte başka iki uçak daha vardı. Bu tür uçuşlarda uçuş ekibinde kol komutanı da bulunuyor. İşte diğer uçaklardan birinin pilotu ve Kol Komutanı`nın, şimdi MHP Adana milletvekili emekli Tuğgenaral Kürşat Atılgan olduğu ileri sürülüyor...
ERTESİ GÜN BASIN NİÇİN SESSİZ KALDI?
Kazanın hemen ardından Hava Kuvvetleri Komutanlığı Genel Sekreterliği olayla ilgili bir açıklama yaparak, "Ankara`da icra edilen Cumhuriyet Bayramı tören provaları esnasında pasaj geçişi yapan F-4 uçaklarından biri, Subayevleri Aksa Camii minaresine istem dışı temas etmişir. Temas sonucu cami minaresi aleminde hafif hasar oluşmuş uçak salimen üssüne dönmüşür.` denildi.
Ertesi günkü medyada olayla ilgili çok detaylı haberlere rastlanmazken istisnai olarak konuya ilişkin bilgiler Barkın Şık`ın Milliyet te çıkan haberinde yer alıyordu: "Dün 12.35`te Eskişhir 1. Ana Jet Üs Komutanlıına bağılı F-4 uçakları üçlü kolda 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı törenleri için prova uçuşu yaparken, Aksa Camii`nin minaresine temas etti. Üçlü kolda 300 feet (100 metre) yüksekten uçması planlanan F-4`lerden en soldaki savaş uçağı caminin minarasine çarptıktan sonra kol uçuşundan ayrılarak üsse döndü. Uçağın kanat darbesiyle caminin iki minaresinden birinin aleminin parçaları çevreye dağıldı.
GÖRGÜ TANIKLARI NE DEMİŞTİ?
Görgü tanıkları aleme çarpan uçağın kanadından parçaların yere düştüğünü söyledi. Görgü tanıkları MGK toplantısı için evinden saat 13.00`de çıkan Erdoğan`ın olay yerine gelerek incelemelerde bulunduğu, düşen uçak parçalarınıda arabasının bagajına koyarak yanında götürdüğünü iddia etti.
Askeri uçaklar normal şartlar altında meskun mahal üzerinde 2000 feet (yaklaşk 700 metre) yüksekliğinin altında uçuş gerçekleşirmezken, tören geçişlerinde bu irtifanın 300 feet (100 metre) olarak belirlenmesinin bu olayı meydana gelmesinde etkili olduğu kaydedildi. "
ATILGAN LİSTEYE NASIL GİRDİ?
Cami minaresine çarpan uçağın kol komutanı (E) Tuğgeneral Kürşat Atılgan, 2006 yılında kadrosuzluktan emekli edildi. Aldığı başarılardan dolayı devrelerinden önce paşa olan ve Hava Kuvvetleri Komutanlığı bünyesinde efsane olan, `Süper General` olarak anılan Kürşat Atılgan aynı zamanda Hava Kuvvetleri Komutanlığı İstihbarat Başkanlığı görevini sürdürüyordu.
`Geleceğin Hava Kuvvetleri Komutanı` gözü ile bakılan Kürşat Atılgan geçtiğimiz yıl terfi edemeyerek emekli oldu. Zaten 2005 Ağustos`un da yükselememiş, görev süresi bir yıl uzatılanlar arasında açıklanmıştı. MHP Lideri Devlet Bahçeli`nin hemşehrisi olan Kürşat Atılgan, 2006 yılında emekliye ayrıldı. Seçim süreci başlayınca Osmaniye`den aday adaylığını koydu. 4 Haziran`da listeler açıklandığında listeye giremeyen asker kökenli aday adaylarından biri oldu.
Fakat YSK`nın dosyalar üzerinden yaptığı incelemelr sonrası Adana 2. sıra adayı ve Devlet Bahçeli`nin yakın arkadaşı ve sırdaşı olarak bilinen Ali Halaman`ın 30 yıl önceki bir davasından dolayı aldığı sicilin silinmemesinden dolayı adaylığı red edilince Emekli Tuğgeneral Kürşat Atılgan Halaman`ın yerine konuldu.
YARBAYDAN ASSUBAYLARA KARETLER,KÜFÜRLER
2009 yılında Merzifon 5. Ana Jet Üssü 152. Filo Komutanı Yarbay Güney Baran`a ait olduğu iddia edilen ses kaydında Assubaylara karşı agıza alınmayacak,Atatürkün mezun olduğu okuldan mezun olan,Harbiyeli bir Türk subayına yakışmayacak küfürler duymuştuk.Hafızalarımızı tazelemek için haberi bir kez daha okuyalım.
İnternet sitesine düşen bir ses kaydındaTürk Silahlı Kuvvetlerininbelkemiği olan astsubay ve uzman çavuşlara ağza alınmayacak hakaretlerde bulunuluyor. Üstelik bu hakaretlerin bir yarbay tarafından yapıldığı dile getiriliyor.
Bir paylaşım sitesinde yayınlanan veMerzifon5.Ana Jet Üssü152. Filo Komutanı YarbayGüney Baran`a ait olduğu iddia edilen ses kaydında,TSKbünyesinde gecesini gündüzüne katarak hizmet veren cefakâr astsubaylara ağza alınmayacak küfürler ediliyor. Ordu içerisindeki belli bir zümrenin astsubaylara ve uzman çavuşlara bakış açısını açıkça ortaya koyan 8 dakikalık ses kaydında, Havacı Yarbay Güney Baran olduğu belirtilen kişi, yanında bulunan komutanlara kendi görev alanında bulunan astsubaylara uyguladığı eziyetleri bol küfürlü bir dille izah ederken TSK`ya da ağır hakaret ediyor.
ASSUBAYLARA ÇAPA BİLE YAPTIRMIŞ
İnternete düşen 5.Ana Jet Üs Komutanlığındagörevli 152. Filo Komutanı Yarbay Güney Baran olduğu belirtilen ses kaydındaki kişi `Benim babam da emekli havacı, emekli astsubay. Diyorum ki, var ya sizi askere alanın a…k...` şeklinde hakaret ederken, uyguladığı eziyeti ise yanındakilere şöyle anlatıyor: Valla bilmiyorum arkadaşım ya alayının a...k… nefret ediyorum ya. Buradakilere de eziyet ediyorum zaten, çok fena it gibi kırıtıyorlar zaten, korkuyorlar. Orada bi bizim gececi kaloriferci kaval bir çavuş var ya ona eziyet ettim iyice şimdi beni görünce şeyi değişiyor… Aprondan geliyorlar ya hava kararmış, kafada güneş gözlüğü yeşil gözlü Bahadır diye bir o…çocuğunun teki var. Tam o..çocuğunun teki onu da bir kere disiplin mahkemesine verdim 8 gün hapse attırdım onu. Ben şimdi nöbete gidince astsubaylar taarruza geçiyor onlar da panikliyorlar. Gecenin üçünde, dördünde zile basıyorum gelip, bakalım kalkacaklar mı diye. Don dolak koşturanlar ama maraton şeye kadar Tel Kır kapısına kadar sonra bağırıyorum gelin geri gelin.`
İnternete düşen ses kaydından sonra harekete geçenTürkiye Emekli Astsubaylar Derneği(TEMAD) ise Yarbay Güney Baran hakkındaAnkara Cumhuriyet Başsavcılığınasuç duyurusunda bulundu. Yarbay Güney Baran`ın bütün astsubayların şeref ve saygınlığına sövdüğünü, görev alanında bulunan astsubaylara eziyet ettiği belirtilen suç duyurusunda, kamu davası açılması talep edildi. TEMAD`ın internet sitesinde de Yarbay Güney Baran`a tepki mesajları yağıyor.
Benim babam da emekli havacı, emekli astsubay diyorum ki `var ya sizi askere alanın a…k...` 79`da emekli babam. Emekliliği hizmetini geçti herifin. O da dayanamamış kaçmış. Valla bilmiyorum arkadaşım ya alayının a..k.. nefret ediyorum ya.
`İT GİBİ KIRITIYORLAR`
Buradakilere de eziyet ediyorum zaten, çok fena it gibi kırıtıyorlar zaten, korkuyorlar
Hatta bir tanesi ben sizden korkuyorum beni değiştirir misiniz dedi. O da kim biliyor musun gececi kaloriferci kaval bir çavuş var ya, ona eziyet ettim iyice şimdi beni görünce şeyi değişiyor.
Ben şimdi nöbete gidince astsubaylar taarruza geçiyor onlar da panikliyorlar. Gecenin üçünde dördünde zile basıyorum gelip, bakalım kalkacaklar mı diye. Don dolak koşturanlar ama maraton şeye kadar Tel Kır kapısına kadar sonra bağırıyorum gelin geri gelin.
Bak arkada çapa bile yapıyorlar, alıştırdım herifleri bak kaç gündür uğraşıyorlar.
`8 GÜN HAPSE ATTIRDIM`
- Aprondan geliyorlar ya hava kararmış kafada güneş gözlüğü. Yeşil gözlü bir Bahadır diye bir o…çocuğunun teki var. Tam o..çocuğunun teki onu da bir kere disiplin mahkemesine verdim 8 gün hapse attırdım onu.
- Arası iyidir komutanlarla onun malzeme komutanı geldi, sizi de mahkemeye veririm dedim korktu o da. İki defa disiplin mahkemesine çıktı burada 8 gün toplamda hapis cezası yedi. Karargâhın oraya gelmiş artist önü açık, boyun
bağı, gözlük burada, şapka böyle gelmiş `ne haber binbaşım` sadece bunu dediği için. O yüzden hiç affetmiyorum.
MESAİ SAATİ DIŞINDA DA TAKİPTE
Zaman zaman mesai değilken minibüste selam vermeyen astsubaylar var geliyor gözümün içine bakıyor arabayı durdurup adını soyadını alıp direkt yazıyorum mahkeme dilekçesini hiç kimseyi zorla asker yapmıyoruz, eşek oğlu eşekler nizamiyede mülakatlara girerken, `Allahım inşallah girerim` diye analarına babalarına ağladıkları günleri unutuyor bunlar ondan bu hale geliyor bunlar. Tabii bir sebebi de var biz müdahale etmemizden `aman benden bilmesin` hep bu muhabbet vardır bizde. Bende de yoktur tam tersi yani normalde hiç kimsenin fark etmeyeceği abuk subuk işleri yaptıklarında patır patır savunma verdiriyorum hepsine. Benim Yalçın`dan aldığım savunmanın haddi hesabı yoktur.
yaw arkadaşlar adam açıkça babamda emekli hava astsubayıydıdıyor anlamadınızmı,,sevgili meslektaşımız yengehanım bu yarbaya hamıle iken boş durmamış yanı ara vermemiş..eee kafasına kafasına astsubay yar.....ğı değmiş bi yarbaydanda bu sözler beklenır...ne diyelim ..
bu haber ilk çıktığında da yazmıştım; kimse kusura bakmasın,bu orospu çocukluğuna bizim astsb. arkadaşlar sesini çıkarmıyorsa,onlarda da bişeyler var. (sicil,yurt dışı,herhangi bir beklenti) ben a.q. sicilininde,mesleğininde,benim onurumu zedeleyecek, beni ezecek ve ben susacam...babası kaç yaşında,kaçlı bilmiyorum ama kendimi yakma pahasına ben o arkadaşı nirvana ya ulaştırırım.
Astsbın egitimi ve bilgisi varda agzını açabiliyormu.Yeni disiplin kanununa göre anında üstü tarafından ordudan atılma korkusu var.Mahkeme yerine üstünün iki dudagından çıkan kelimeye bakılıyor.
Ben oyumu HEPAR a atacağım osman pamukoğluyla çalıştım bazı arkadaşlar generaller bizi zanci görür gibi ifadeler gönderdiler oysaki imza için gittiğimizde sorusunun cevabını bilmeyen 3 albayı dışarı çıkardığını ve benim evrakımı imzaladığını ben yaşadım.. depotmudur evet ama adaletlidirde bu sb bu asb diye ayrımı yoktur işini yapana saygı duyar zaten işini doğru yapıyorsan saygı görürsün.. çalışacağına yatıp yatıp laf duyanlar sadece kin duyarlar bu kin ilede herzamanki yanlışlarına devam ederler.. allah ıslah etsin.. mühürlü kalpleri açılsın diliyorum..
Alıntılandı Eyüp Dane:
Ben oyumu HEPAR a atacağım osman pamukoğluyla çalıştım bazı arkadaşlar generaller bizi zanci görür gibi ifadeler gönderdiler oysaki imza için gittiğimizde sorusunun cevabını bilmeyen 3 albayı dışarı çıkardığını ve benim evrakımı imzaladığını ben yaşadım.. depotmudur evet ama adaletlidirde bu sb bu asb diye ayrımı yoktur işini yapana saygı duyar zaten işini doğru yapıyorsan saygı görürsün.. çalışacağına yatıp yatıp laf duyanlar sadece kin duyarlar bu kin ilede herzamanki yanlışlarına devam ederler.. allah ıslah etsin.. mühürlü kalpleri açılsın diliyorum..
Eğer benim bildiğim, İstanbulHasdal daki Eyüp DANE isen beni çok ama çok şaşırttın.Seni yanlış tanıdım yada zamanla insanlar çok değişebiliyor.
Ses kaydı deşifresinden anladığım kadarıyla Babasının emekli Assubay olmasını hazmedememesini; Annesinin Bir Assubay tarafından nikahlı eşi olarak resmen de olsa cinsel birliktelik yaşamasını hazmedemeyişi olarak değerlendirebiliriz.
+4#58bazı güzel değerler arkasına sığınan kişiler. — gnkur15-05-2012 11:56
Türkiye Cumhuriyetinin sahibi olarak kendilerini görür, Atatürkçülüğün ve milliyetçiliğin arkasına saklanıp altındakilere zulmeden (Astsubayı sinek sivilleri sivrisinek) gözüyle gören bu şahıslardan bu beklenir; vatanı sevdiklerinden değil sadece çıkarları ve mutlu yaşantıları bozulmasın diye atatürkçülük arkasına sığınan kişilerdir, bana devlet en iyi yaşantıyı sağlamak zorunda diye bunu kendilerine hak olarak gören pervassız kişilerdir. Toprağın altında gidince hesabınız daha zor olacak rütbe makamın işe yaramadığı yerde hakkımızı fazlasıyla alacağız acıyorum sizin gibi zavallılara.
İstanbul Ticaret Üniversitesi Öğretim Üyesi olan Prof. Dr. Mim Kemal Öke'yle 28 Şubat süreci ve devamında yaşadığı zor günleri konuştuk.
28 Şubat'ın etkisinin uzun süre devam ettiğini söyleyen Mim Kemal Öke; Tercüman gazetesi, Boğaziçi Üniversitesi ve TRT'den bu nedenle gönderildiğini belirtiyor. Öke, AK Parti'yi kapatma davası iddianamesine bile girmiş!
28 Şubat sürecinde neler yapıyordunuz?
STV'de Milletin Meclisi'ni yapıyorduk. Bu programda da demokratikleşmenin ne kadar önemli olduğunu anlatıyorduk. Çok da başarılı bir programdı, çok sevilirdi. O sırada Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nda danışmanlık yapıyordum. Vakıfta da çok ağır baskılar altında kalmıştı arkadaşlar.
Ne gibi baskılar?
Her yaptığımız batıyordu. Bütün camia tehdit altındaydı. Dolayısıyla çok sıkıntılı günlerdi. Programımız dahi ağır baskılar altında durdurulmak zorunda kalacaktı.
Bu baskıların devamı geldi mi?
28 Şubat'ı belli bir dönemle sınırlamak yanlış olur. Bu süreç, AK Parti iktidara geldikten sonra da darbe planları, açılan kapatma davalarıyla devam etti. Ben o dönemde Tercüman'da bir operasyonun kurbanı oldum. 28 kişi, kapının önüne konduk, yazar kadrosundan.
Tercüman kimindi, o sırada?
Mehmet Emin Karamehmet'indi. Ben gazeteyi okumadığım için yazımı göndermeye devam ediyorum... Yazar arkadaşım Osman Özsoy, "Üç gündür bizim yazımız çıkmıyor Kemal Hoca. Sen biliyor musun sebebini?" dedi. "Haberim yok." dedim. "Ya hoca, sen de amma safsın ya!" dedi. Meğerse kapının önüne konmuşuz!
Yönetime bunun sebebini sormadınız mı?
Genel yayın yönetmeni de gitmişti.
Ya sonra?
Bir tek Boğaziçi Üniversitesi'nden part-time maaşım vardı. Bunlar olunca, full-time hocalığa geçeyim diye düşündüm. Atatürk Enstitüsü'ndeydim, o sırada. "Full-time da istemiyoruz seni, part-time da istemiyoruz." dediler. İçlerinde doçentliğine, profesörlüğüne imza attığım kişiler vardı. Bir gerekçe bile sunamadılar. Akademisyen arkadaşlarımdan biri "Hocam, İdare Mahkemesi'ne gidelim." dedi. Eşim de "Mahkemeye gidelim, bari tazminatını kurtar." dedi. Ben ekmeğini yediğim yere ihanet edemezdim. Tazminatımı almadan istifa etmek mecburiyetinde bırakıldım. Burada böyle bir adamın durması gerekmiyor dediler, herhalde... Ben de şaşırdım.
Boğaziçi Üniversitesi'nde rektör kimdi?
Prof. Dr. Sabih Tansal'dı. Gittim odasına... "Ben bu kadar sene bu üniversiteye hizmet vermişim. Bunu bana nasıl yapabilirsiniz?" dedim. Gıkını çıkartamadı. Güvenliği içeriye çağırdı. O kadar sene tanıdığım, birlikte çay-kahve içtiğim görevliler, kollarımdan tutup beni dışarı attılar. Ondan sonra evimin telefonu sustu. Kimse ne arıyor, ne soruyordu. Selamlar, sabahlar kesildi. Ben bu kadar telefonumun kesik olduğu, parasız kaldığım ve sıkıntı içinde olduğum bir dönem hatırlamıyorum.
Nasıl geçindiniz?
Bir süre ailemin birikimiyle. Arkadaşlarıma telefon edip "Ben açım, bana iş verin." diyordum. "Ben açım." dedim ya, "Açım." dedim. Bir dairem vardı, satmak zorunda kaldım. (Öfkeleniyor)
Kitap yazarlığınız devam etmiyor mu o sırada?
'Din-Ordu Gerilimi' diye kitap yazmıştım. Bu kitap 2002'de çıktığında AK Parti daha iktidar olmamıştı. Dünya üzerinde, cuntalarla cemaatler arasındaki çekişmeyi küresel bazda işleyen bir kitaptır. O kitap iki baskı yaptı da, bir tek gazete ve dergide yer almadı. O gün yazdığım kitapta dedim ki: "Dinsel kurumlarla askerî kurumlar arasındaki bir çatışma, mutlaka askerî kurumların yenilgisiyle sonuçlanır. Bütün dünyada böyle olmuştur." Bir uzlaşmaya varılması için gerekenleri anlattım. Orduların, 21. yüzyılda sivil otoriteye nasıl bağlanması gerektiğini içeren öneriler de vardı kitapta. Türkiye yoktu içinde. Ama baştan sona kitabı okuyan biri, bu kitabın Türkiye için yazıldığını anlayabilir. Bu da benim 28 Şubat'a karşı tepkimdi. Sonra 'Derviş ve Komutan'ı yazdım. Derviş ve Komutan da Türkiye'deki bölümüydü. O kitap da üç baskı yaptı.
Ne zamana kadar sürdü, o kötü günler?
28 Şubat süreci, AK Parti iktidar olduktan sonra da, onunla boğuşarak devam ettirildi. 2005'te TRT'den program teklifi aldım. TRT'de 'Düşünce İklimi'ni yapmaya başladık. 'Laikçi' çevreler, bu programı hedefe koydular. Hatta öyle ki, Hayrettin Karaman Hoca'yı çok severim, bir programda miras hukukuna girmişti. "Miras hukukunun 21. yüzyılda İslam akidelerinin bozulmadan yeniden yorumlanmasında yarar var." dedi, sonra uuufff! 'Miras hukukunu getirmek istiyorlar' diye manşet attılar, aleyhimize.
Hangi gazete attı bu manşeti?
Vatan gazetesi. Mustafa Mutlu köşesinde bizi hedefe aldı. Ramazan'a denk geldiği için programın konusu da Ramazan'la ilgili olmuştu. Tabii Ramazan olduğu için İslamî konular konuşuluyordu, ne konuşulabilirdi ki başka? O battı işte, "Oooo, TRT'de irticai programlar yapıyorlar." diye... TRT'nin o zamanki müdürü Ali Güney hiç sahip çıkmadı. "Ben bunları yapan adamları, kulağından tutup atarım." dedi. Yani beni kast ediyor. Ben de "Buna gerek yok. Ben istifa etmeyi bilirim." dedim.
Yüzünüze mi söyledi bunu?
Gazeteye söyledi. Ramazan olduğu için programda ilahiler söyleniyor... Zara'yı da çok severim. O sırada bir ilahi albümü vardı. Programda "Kadınlar ilahi söyler mi hocam?" diye sordum. Hayrettin Karaman Bey de "Güzel sesli olduktan sonra tabii ki söyler." dedi. Bunu televizyon kanalları "Hayrettin Karaman, kadınların ilahi okuyamayacağını söyledi." diye tam tersine verdi! Hele Mehmet Ali Birand... Gözlerime, kulaklarıma inanamadım ya! Hayrettin Karaman, miras hukukunun yeniden yorumlanmasını söylüyor. Vaaay, irticayı getiriyorlar! TRT içinde soruşturma başlattılar hakkımda. Onunla yetinmediler, CHP'nin milletvekili çıktı, suç duyurusunda bulundu.
Sebep?
İrticayı getirmek istiyormuşuz Türkiye'ye!
Kimdi o milletvekili?
İzmir milletvekili Enver Öktem'di. Bizim o programda konuştuklarımız; Vatan gazetesinin manşetinin ve CHP'lilerin suç duyurusunun ardından, Abdurrahman Yalçınkaya tarafından AK Parti'yi kapatma davasının iddianamesine alındı. Düşünebiliyor musunuz, Türkiye'ye irticayı getirmeyi düşünüyormuşuz!
Tayyip Bey bakanlık teklif etti; ama siyasete girmek istemedim
Boğaziçi Üniversitesi'nde ne kadar süre görev yaptınız?
23 sene. Emekliliğimi alamadan, istifa etmek zorunda bırakıldım. Tazminatımı da yaktım! O zaman bana 'Fethullahçı' diyenlere bakıyorum da şimdi bu camiaya yanaşmak için elinden geleni yapıyor. Benim derdim iktidar değildi. İktidarda olmak da istemedim.
Nasıl istemediniz?
Tayyip Bey de AK Parti kurulmadan bana "Kurucu üye ol. İktidar olursak, seni Eğitim Bakanı yapmak isteriz." dedi. Ben, "Hayır, teşekkür ederim. Siyaseti düşünmüyorum." dedim.
Tüm bunlar yaşanırken, askerle bir diyaloğunuz oldu mu?
Benim 'Din-Ordu Gerilimi' kitabım çıkmıştı. Ankara'da bir toplantıda, o dönem Genelkurmay Başkanı olan Hilmi Özkök'e yakın paşalardan biri, yanıma yaklaşmak istedi. Geldi, "Mim Kemal Bey, son kitabınızı okudum." dedi. Ben de "Hangisi?" diye sordum. 'Din-Ordu Gerilimi. Kitabınızın pek çok yerinin altını çizdim. Defalarca okudum." dedi. Ben de "Aman, benim üstümü çizmeyin de!" dedim, gülüştük. "Yazdığınızın yüzde 90'ına katılıyorum. Mim Kemal Bey, Türkiye Cumhuriyeti size minnettardır. Siz bu ülkeye çok hizmette bulundunuz." dedi. İşte o, iade-i itibardı. Bir yerde, 28 Şubat'tan dolayı özür dilemeleriydi.
Hilmi Özkök dönemi...
Evet. Bu davranışın da Hilmi Paşa'dan bağımsız yapılmış olması, bence mümkün değildi.
28 Şubat Operasyonu başladığında ne hissettiniz?
"Allahüekber" dedim. Sevinmedim; ama beşer olarak üzülmedim de! Ama insanların kibrinin, mütekebbir olmalarının Allah tarafından hiç hoş karşılanmayacağını bir kez daha görmüş olduk. "İşte ilahi adalet tecelli etti." dedim.
O günler geldi mi aklınıza?
Ya o günleri unuttum, ben. Ama insanları şimdi gülerek izliyorum. 'İrticacı' deyip, üniversiteden atılmama sebep olanlar; şimdi Kadir Gecesi'nde mesaj çekiyorlar, 'Kadir Geceniz kutlu olsun' diye... "Allah Allah" diyorum. İyi, hidayete ermişlerse güzel, buna sadece seviniriz. Bir intikam peşinde değilim; ama Allah mütekebbir olandan hoşlanmıyor. Ben hakkımı helal ettim.
Şevki Yılmaz son yazısında YAŞzede subayları köşesine taşıdı ve 'Yeter! Bu zulüm bitsin' dedi! işte detayl
12 Eylül tarihi referandumunda “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” gayesiyle halkoyuna sunulan anayasal düzenlemelerin maddeleşerek kanuna dönüşmesini heyecan ve merakla bekliyoruz... Her biri diğerinden önemli olan bu değişikliklerin en can alıcılarından biri de kuşkusuz, Yüksek Askeri Şura (YAŞ) kararları ile “İrticai(!) görüş ve yaşam tarzını benimsedikleri” iddiasıyla sorgusuz sualsiz Türk Silahlı Kuvvetleri’nden ilişikleri kesilen “disiplinsizlikten” ordudan “re’sen emekli edilen” (Emekli edilen deyince; emekli maaşı bağlanmış, sağlık karnesi cebinde sanılıyor. Ne emekli maaşları, ne de sağlık karneleri var... YAŞZEDELER, silahına, kimliğine, sağlık karnesine el konulmuş, geleceği karartılmış insanlar oldular...) mağdur ve mazlum subaylarımızdır...
Göğsünde, sırtında, ayağında birer şeref madalyası gibi duran kurşun yaralarını bu milletin huzuru için halen bedenlerinde taşıyan, hakları gasp edilen mağdur subaylarımıza haklarını derhal ve şartsız iade etmek, insani ve vicdani sorumluluğumuzdur.
Kamuoyunun da yakinen bildiği gibi yapılan Anayasa değişikliğine istinaden Meclis’ten çıkacak olan söz konusu kanunla YAŞ kararları yargıya açılacak. Ve hakları gaspedilen 1665 adedi irticacı(!), 3000’e yakın YAŞzede askerimiz altmış gün içinde mahkemeye başvurabilecek.
Ne acıdır ki; namaz kılıyor, eşinin, annesinin ve yakınlarının başları örtülü diye peygamber ocağı bildiğimiz asker ocağından sorgusuz sualsiz hiçbir adil yargılamaya tabi tutulmadan atılan mağdur ve mazlum subaylarımız, Mao’nun Komünist Çin’inde bile formalite de olsa hakim önüne çıkartılan Doğu Türkistan’lı mazlum kardeşlerimizden daha şanssız ve adaletten yoksun bırakılmışlardır.
Unutmayalım ki, YAŞzede subaylarımızı ordudan atmakla kalmadıkları gibi, kendilerine kamu kurumlarında ve özel sektörde iş verilmesi bile yasaklandı. Bu zulümlerle tatmin olmayanlar, subay kardeşlerimizin 1. derece akrabalarına dahi iş verilmesini engellediler. Kendilerine iş verenler de tehdit edildiler. Bu yüzden aşından, işinden olanlardan bazıları, eşlerinden de oldular. Hayatları darmadağın edildi. Maddi ve manevi sıkıntılar sebebiyle intihar edenler bile oldu...
Yaşzede mağdurlarından bir subay kurduğu internet sitesinden: “Bölücübaşı, bebek katili APO’ya tanıdığınız kadar yargılanma ve kendini savunma hakkını, bu vatan için göğsünü mermilere siper eden Mehmetçiğe de ‘lütfedin’” diyerek haykırıyor...
Bizler bu çığlığa kayıtsız kalamayız! “Zalime meyletmeyin yoksa ateş size de dokunur” ayetini mihenk taşı yapacak bir dikkat gerekiyor.
YAŞzedelerin mağduriyeti, bu ülkenin ayıbıdır. Bu kanuni düzenlemede, YAŞ mağduru askerlerimizin adeta ‘kuzunun kurda teslim edilmesini’ anımsatan bir duruma sürüklenme tehlikesine karşı daha dikkatli ve özverili bir şekilde hareket edilmelidir. Yaşzedeler yaş tahtaya bastırılmamalıdır. Adil ve hakkaniyete dayalı bir yasayla mağduriyetleri tamamen ortadan kaldırılmalıdır.
İlk defa Abdullah Gül’ün Başbakanlığı döneminde başlayan ve daha sonra Başbakan Erdoğan’la devam eden YAŞ kararlarına şerh düşülerek “yaşanan zulme ve haksızlığa ortak olmama” kararlılığı her türlü takdir ve tebrike şayandır.
İnancım odur ki; TBMM ve hükümet, bu mazlumlara sahip çıkmaya devam edecektir. Bu konuda tam “hâkim” teminatının sağlandığı gerekli yasal düzenlemelerin bir an evvel yapılması, mahkeme üyelerinin İnsan Hakları Sözleşmesi’ne uygun, yargı bağımsızlığının teminat altına alındığı üyelerden oluşacak bir yapının oluşturulması lüzumu vardır. Bu görev de TBMM’nin ve hükümetin asli görevidir. Çıkarılacak kanun maddesiyle YAŞzede subaylarımızın geriye dönük tüm özlük hakları, maddi kayıpları ile birlikte tazmin edilmelidir, aksi halde verilen bunca emek ve gayret karşılıksız kalacak, YAŞzede kardeşlerimizin vatan için yedikleri kurşundan daha da acı verebilecek yanlış hukuki düzenlemeler ‘kaş yapayım derken göz çıkartmaya’ sebep olacaktır. Bu ayıbın ve zulmün ortadan kaldırılması milletin, devletine olan güvenini arttıracaktır...
Bizim için canını vermeye namzet YAŞzede subay kardeşlerimize hep birlikte omuz verelim ki; vatanımızın ve milletimizin huzuru ve refahı için, kardeşlik ve barış yolunda yürüyenlerin sayısı artsın!
Yüzünüzden tebessüm, dilinizden dua eksilmesin.
Adalet Platformu Başkanı Adem Çevik, ikna odaları nedeniyle İstanbul Üniversitesi eski Rektörü Kemal Alemdaroğlu ve yardımcısı Nur Serter'e ilk davayı açan kişi oldu.
Nöbetçidavacı Adem Çevik!
FATMA TURAN - 14.11.2010
Birçok kişi ülke adına alınan kararlardan memnun değildir ancak sessiz kalmayı tercih eder. Öyle bir isim var ki tek başına dava açıyor, ilginç eylemlerde bulunuyor.
Hem de açtığı davalar sıradan değil, Türkiye'nin gündemine oturan önemli meseleler. Haftada bir ya da iki kez suç duyurusunda bulunuyor, bugüne kadar açtığı davaların sayısını kendisi de unutmuş.
Ülkemizde çeşitli sebeplerle sıklıkla eylemler düzenleniyor, gidişattan memnun olmayanlar tepkilerini bu şekilde gösteriyor. Ancak bir kişi var ki çoğu kez, ülke adına doğru bulmadıklarını tek başına protesto ediyor. Üstelik eylem biçimleri çok ilginç. Emekli Orgeneral İlker Başbuğ'a soba borusu gönderiyor, Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı seçilmesine 'Ben bunu hazmedemem' diyen Deniz Baykal'a hazımsızlığı gideren 'Talcid'... Sözünü ettiğimiz kişi Adalet Platformu Başkanı Adem Çevik.
Kendisi avukat değil, dış ticaretle uğraşıyor. Bir haksızlık ya da adaletsizlik karşısında hemen dava açıyor. Üstelik sıradan davalar değil. Türkiye'nin gündemine oturan önemli meseleler. Öyle ki haftada bir ya da iki kez adliyede. Bugüne kadar açtığı davaların sayısını kendisi bile unutmuş. Tam sayı veremese de bir yılda 70 kez davacı oluyor.
Buluştuğumuzda da elinde dava dilekçeleri vardı. Röportaja gelmeden önce Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya hakkında suç duyurusunda bulunmuş. 25 Kasım Şapka ve Kıyafet Devrimi'nin yıldönümü ve aslında herkesin şapka takması lazım. Başsavcı Yalçınkaya'ya, devrim ilkelerinden söz ettiği ancak kendisinin de bu devrimi uygulamadığı için dava açmış. Dilekçeye şöyle yazmış: "Türkiye'mizin şapka takmayarak geri kalmışlığına sebebiyet veren, efendi, bey, paşa, hanımefendi, hacı, hoca gibi unvan ve lakapların yasak olmasına rağmen bunu uygulattıran ve buna göz yuman başta devrim bekçisi Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya olmak üzere tüm yetkililer suçludur."
Adem Çevik'in önemli suç duyurularından biri de Nur Serter ve ikna odaları hakkında. Eski İstanbul Üniversitesi Rektör Yardımcısı Nur Serter'in "İkna odalarında başörtülü 198 öğrenciyle görüştük ve kayda aldık." şeklindeki açıklamasının ardından hem Nur Serter'e hem de İstanbul Üniversitesi eski Rektörü Kemal Alemdaroğlu hakkında suç duyurusunda bulundu. Üstelik davayı açan ilk kişi unvanını kazanarak.
Çevik'in ilklerinden biri de Anayasa Mahkemesi'ne 50 yıldır ilk kez bir dilekçe kabul ettirmesi. Mahkemenin önünde eylem yapıp dört kişi (Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç ve üyeler Fulya Kantarcıoğlu, Osman Paksüt, Serdar Özgüldür) hakkında suç duyurusunda bulunmuş. Anayasa Mahkemesi üyelerinin bazı kesimlerce baskı altına alınmaya çalışıldığını düşünen Çevik, eylemini maket uçak, tank, silah ve kafeslerle yapmış.
Açtığı davalardan sonuç çıkmasa dahi kamuoyu tepkisi oluştuğunu düşünen Çevik'in hakkında açılmış sekiz dava var, ayrıca birçok kez gözaltına alınmış. Ona göre zulüm nereden gelirse gelsin karşı çıkmak gerekiyor. Mahkemelerin Türk milleti adına karar verdiğini ve milletin hakkını araması gerektiğini hatırlatıyor.
Çevik'in başkanı olduğu Adalet Platformu, üç yıldır faaliyette ve 140 üyesi bulunuyor. O ise eylemlerini çoğu kez yalnız yapıyor. "Ben kendimi hiçbir zaman küçük görmüyorum. Bir taş parçası koca bir treni durdurabiliyor. Yaşanan zulümleri iki satırlık bir dilekçe engelleyebilir." diyor. Onu 'milletin avukatı' diye tanıyorlar. Aynı zamanda insan haklarıyla ilgili 30'a yakın derneğin üyesi.
Çevik, savcılarla zaman zaman tartışma yaşadığını söylüyor. En son verdiği dilekçeyi savcı almak istememiş. "Sen kim oluyorsun da Başsavcı'yı (Abdurrahman Yalçınkaya) şikâyet ediyorsun? Bu hakkı, bu cesareti nereden buluyorsun?" diye kızmış.
Adem Çevik'in ilginç suç duyurularından bazıları
İlker Başbuğ'a soba borusu göndermiş: Eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral İlker Başbuğ, Poyrazköy'de LAW silahlarının bulunması üzerine, "Silah değil boru bunlar." açıklamasında bulunmuştu. Ergenekon'u sahiplendiğini düşünen platform, Başbuğ'a soba borusu göndermiş. Kargoyla gönderilen soba boruları, genel müdürlükten geri dönmüş.
Deniz Baykal'a hazımsızlık için Talcid: Abdullah Gül cumhurbaşkanı seçildiği zaman eski CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, "Ben bunu hazmedemem." demişti. Bunun üzerine doktora giden Çevik, hazımsızlığa iyi gelen 'Talcid' yazdırmak ister. Doktora hasta kısmına Deniz Baykal yazar mısınız? der. Doktor, "Senin adın Deniz Baykal mı?" diye sorar. "Hayır" cevabını verince doktor ilacı yazmaz. Pes etmeyen Çevik, bir şekilde reçete bulur, kendisi yazar ve imzalar. 'Hazımsızlığa iyi gelir' notuyla ilacı gönderir.
oyuncakçıdan aldığı 'üç maymun'la basın açıklaması yaparken gözaltına alınmış: Adem Çevik, internette yayınlanan ve iki Yargıtay üyesinin Erzurum'daki Ergenekon davasına müdahalede bulunduklarına dair konuşmaları içerdiği öne sürülen ses kaydıyla ilgili suç duyurusunda bulunmuş. Yaşanan gelişmeler karşısında üç maymun oynandığı düşüncesinde olan Çevik, basın açıklamasını oyuncak maymunlarla yapmış. Maymunlardan birinin ağzını, birinin gözlerini, diğerinin de kulaklarını bantlamış. Sonrasında yaşananları şöyle anlatıyor: "Üç maymunu oynamak serbest ama üç maymunu oynuyorsun demek yasakmış gibi beni gözaltına aldılar. Güvenlik Şube'de beş saat sorguladılar. Sonra da hakaret davası açtılar."
AYİM'in "3 general" kararı tartışılıyor
CİHAN - 24.12.2010 - 15:53
Askeri Yüksek İdare Mahkemesi'nin (AYİM),3 generalin bir üst rütbeye terfi ettirilmeme işleminin iptali için açtığı davada işlemin iptaline karar verdi. Hukukçular kararın uygulanabilir olmadığına dikkat çekerken AK Parti'li Bozdağ, "anayasa ihlalidir" açıklamasını yaptı.
AYİM, "Bir üst rütbeye terfi ettirilmeme işleminin iptali" için açılan davayı bugün esastan görüştü. AYİM Daireler Kurulu'nda ele alınan başvuru karara bağlandı. Mahkeme, askerlerin başvurusunu yerinde gördü ve bir üst rütbeye terfi işleminin durdurulması işlemini iptal etti.
Tümgeneral Kaya, Jandarma Tümgeneral Helvacıoğlu ve Tuğamiral Gavremoğlu'nun haklarında devam eden soruşturma dolayısıyla Yüksek Askeri Şura kararları çerçevesinde bir üst rütbeye yükselmeleri uygun görülmemiş, komutanlar bulundukları rütbeleriyle yeni görevlerine vekaleten atanmışlardı. İstanbul 11'inci Ağır Ceza Mahkemesi'nin, 6 Ağustos'ta yakalama müzekkerelerinin kaldırılmasına karar vermesi üzerine, Genelkurmay Başkanlığı komutanların terfi ve atama kararnamelerini, 12 Ağustos'ta Milli Savunma Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığına göndermişti. Ancak terfi kararnameleri imzalanmamıştı. Bunun üzerine komutanlar tarafından AYİM'e "Bir üst rütbeye terfi ettirilmeme işleminin iptali" için yürütmeyi durdurma istemli olarak 24 Ağustos'ta dava açılmıştı. AYİM, 27 Eylül'de "bir üst rütbeye terfi ettirilmeme işleminde" yürütmenin durdurulması kararı vermişti.
Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül ile İçişleri Bakanı Beşir Atalay ise komutanları görevden almıştı.
KARARIN UYGULANABİLİRLİĞİ YOK
Askeri Yüksek İdare Mahkemesi(AYİM)'nin 30 Ağustos'ta terfi ettirilmeyen üç generalin terfi ettirilmeleri yönündeki kararının uygulanabilir olmadığı ortaya çıktı.
Askeri Personel Kanunu'nun 65. maddesinde, devam eden davaları veya haklarında kovuşturma bulunan personelin terfi ve kademe ilerlemelerinin yapılmayacağı belirtiliyor. Bu üç generalin geçtiğimiz günlerde ilk duruşması yapılan Balyoz davası kapsamında yargılamaları halen devam ediyor.
Davaları devam eden askeri personelle ilgili olarak Askeri Personel Kanunu'nda şu ifade yer alıyor:
"1. Açıkta bulunanlar,
2. Türk Silahlı Kuvvetleri'nden ilişkilerinin kesilmesini gerektirmeyecek şekilde hürriyeti bağlayıcı bir cezaya mahkum olmaları nedeniyle veya (c) bendinin (2) numaralı alt bendine göre açıkları kaldırılmış olup da henüz hükümleri kesinleşmemiş olanların,
3. Tutuklu bulunan ya da tahliye edilmekle beraber kovuşturma veya duruşması devam eden veya hakkında verilen hüküm henüz kesinleşmemiş bulunanların,
4. Kısa süreli kaçma ve izin süresini geçirme hariç, firar veya izin tecavüzünde bulunmuş olanlar ile firar veya izin tecavüzüne devam edenlerin terfileri ve kademe ilerlemeleri yapılmaz."
AK PARTİ'DEN SERT TEPKİ
Askeri Yüksek İdare Mahkemesi'nin (AYİM) Balyoz davasında sanık oldukları için açığa alınan üç generalin terfi ettirilmesi gerektiğine karar vermesine ilk tepki, AK Parti Grup Başkanvekili Bekir Bozdağ'dan geldi. Bozdağ, "Bu karar anayasa ihlalidir" dedi.
Bozdağ tepkisini şu sözlerle dile getirdi; "Askeri Yüksek İdari Mahkemesi'nin verdiği karar açıkça Anyasa ihlalidir. Anayasa'nın 125. maddesi YAŞ'ın terfi kararlarına karşı yargı yolunu kapalı olduğunu belirtir.
En son YAŞ'ta sanık generaller hakkında bir terfi kararı çıkmadı. Oradaki bir ön işlemi YAŞ kararı gibi görmek Anayasa ve yasaya aykırıdır. YAŞ'ta bu generalller için terfi kararı çıkmamıştır. Bu kabul edilemez.
Ön incelemede bu konunun dava edilemeyeceğinin ortaya çıkması gerekirdi. Bu nedenle usulden reddetmesi gerekirdi ama etmedi. Esastan görüşülürken bu sebepten davanın düşmesi gerekirdi, bu da yapılmayıp davanın Anayasa ve yasaları yorumlayarak kararı vermesi doğru değildir."
ATALAY:KARARLILIĞIMIZ SÜRÜYOR
İçişleri Bakanı Beşir Atalay, Balyoz sanığı iki general ve bir amiral hakkında Askeri Yüksek İdare Mahkemesi'nin (AYİM) verdiği karar ile ilgili, "Kararı ajansların geçtiği haberlerden öğrendim. Henüz görmedim. Daha önce bir açıklamamız vardı. Bu konuda kararlılığımızı ifade ettik. Yasal düzenleme de dahil gerekeni yapacağız." ifadesini kullandı.
Çırağan Sarayı'nda düzenlenen üçlü zirve sonrası basın mensuplarının sorularını yanıtlayan İçişleri Bakanı Atalay, "Ben henüz kararı görmedim. Bilgi olarak ajansların geçtiği bilgiyi telefon mesajından gördüm. Size detay bir açıklama vermeyeceğim; ama neticede olay şu: Bakanlığımızın personeli ile ilgili biz bir işlem yapmışız. O da idari yargıya gitmiş. İdari yargı da o konuda bir karar veriyor. Büyütülecek bir olay değil. Ayrıca incelemedim ama bilgi alacağım o konuda. Ayrıca bizim diğer kararımız var. Açığa alma kararımız. Biz daha önce açıklama yaptık. Bu konuda, bu süreci yürütmede kararlılığımızı ifade ettik. O kararlılığımız sürüyor ve sürecek. Gereken her neyse o konuda gerekeni yapacağız. Yasal düzenleme de dahil buna." ifadelerini kullandı.
YORUM
hiziracil.tr
1987de kardeşim mardinde,1sb3er şehit,kardeşimle 8er yaralandı.6ay tedavi sürdü.prosedür gereği,mah. başvurup,haklılığımızı ispat edip,yaralanma tazminatı almak için dava açtık.Ayimde ogünün parası1.500 tl tazminat hesaplandı.kardeşim bankdan130tl aldı diye,AYİM itiraz davmızı red etti.İyileşemedide
***YILMAZ BİR ADALET SAVAŞÇISI:
***AVUKAT OKAN.
Kimden
fidel okan<avfidelokan@hotmail.com>
kime
tugra113@gmail.com
tarih
28 Aralık 2010 16:23
konu
RE: KUTLAMA
gönderen
hotmail.com
Sayın Başkan ilginize teşekkür ederim.
24.12.2010 tarihinde AYİM de tarihi bir kararın aldına imza atıldı.
Bu karar herkesin takip ettiği 3 General Kararı değildi.AYİM Genel Kurulu o gün mahkemdeki tüm hakimlerle (22 Hakim) toplanarak 16 Yıl aradan sonra İçtihadı Birleştirme Kararı verdi.
Bu karar 10 gün içerisinde Resmi Gazetede yayınlanacak. AYİM bu kararla açtığım binlerce davayı bana karşı güttükleri bir savaşa çevirdiklerini ispatlamış oldu.
İçtihatlar OY Çokluğu ie Uzman Çavuşların aleyhine değiştirildi. Mahkeme 1,5 yıl içerisinde bu son kararı ile 6 faklı karara imza atmış oldu. Şimdi gelinen noktada Üzülerek Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesine gitmek zorunda kalacağım. Ancak Binlerce dava nedeniyle Türkiye Sıralamada aleyhine en çok dava açılan ülkeler arasında birinci sıraya yerleşecek. Bunun müsebbibi adalete, hukuka göre değil, iş yoğunluğuna ve kişisel egolarına göre karar veren bu Kararsız Mahkemedir. Konuyu takip etmiş olmanızdan dolayı size bu bilgileri de vermek istedim. İlginize Teşekkür eder, Çalışmalarınızda başarılar dilerim. Saygılarımla. Av.Fidel OKAN
****AYİM DEN ÇOK İLGİNÇ KARAR****
****500 TL almak için dava açan herkesi
****2000 TL avukatlık ücretine mahkum etti.
UZMAN ÇAVUŞLAR İLE AYİM ARASINDAKİ BİLEK GÜREŞİ
06.12.2010
Uzman çavuşlara yol harcırahı verilmemesi üzerine, binin üzerinde uzman çavuş adına, AYİM'de açılan dava aradan geçen sürede avukatla hakimler arasında bilek güreşine döndü.
Askeri Yüksek İdare Mahkemesinde yaşanan olaylar zinciri sonunda, uzman
çavuşların avukatı Fidel Okan tarafından, mahkeme üyeleri hakkında tazminat davası açılması ile Yargıtay Hukuk Genel Kuruluna taşındı.
Ankara Barosu Yönetim Kurulu, bir hukuk davasında yaşananların bilek güreşine dönmesi üzerine, Fidel Okan'a ait davalara ilişkin duruşmalardaki hukuka aykırılıkları tutanak altına alarak olaylara dahil oldu. Bu arada Okan TBMM ve Başbakanlığa başvurarak iki kurumu da harekete geçirdi.
AYİM'de yılan hikayesine dönen ve kanunun değişmesine yol açan ancak mahkemenin bu konuda henüz net bir karara varamadığı dava zinciri şu şekilde başladı;
375 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede belirtilen Yol Harcırahı tazminatının 500 TL olarak belirtilmesine rağmen uzman çavuşlara bu tazminatın verilmemesi üzerine avukat Okan idareye müracaat ederek bu tazminatların ödenmesini talep etti. Ancak Milli Savunma ve İçişleri Bakanlığı bu tazminatları ödemedi.
Bunun üzerine AYİM 3. mahkemesi 2008 yılında açılan konuya ilişkin ilk davalarda davanın AYİM Kanunun 35 maddesi kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini, kişinin 60 gün içerisinde idari müracaatta bulunması yada dava açması gerekirken, bu süre geçtikten sonra idari müracaatta bulunduğu gerekçesi ile davanın süre aşımı nedeniyle reddine karar vererek terhis tarihini İdari İşlem tarihi olarak kabul etti. Bunun üzerine avukat Okan tüm davaları 60 gün içerisinde açarak Mahkemenin istediği koşulu yerine getirdi.
3. AYİM'si açılan tüm davalarda önce bu tazminatın ödenmesine karar vermiş olmasına rağmen açılan davaların artması üzerine yeni davalarda idareye müracaat edilmediği gerekçesi ile "Dilekçenin Reddine" karar verdi.
MAHKEME BAŞKANI İLE YAŞANAN TARTIŞMA Verilen ret kararından sonra yapılan ilk duruşmada Fidel Okan ile 3 Daire Başkanı Abdullah Arslan arasında yaşanan tartışma başkanın reddine ilişkin bir dilekçenin verilmesine neden oldu.
Fidel Okan 3. AYİM Başkanına aynı konuda mahkemenin iki farklı karar vermesinin hukuka uygun olmadığını, mahkemenin istikrarsız kararlar vermesinin hukukla bağdaşmayacağını belirtti. Bunun üzerine Mahkeme Başkanı Arslan "Dün bizim için geçmiştir. Daha Önceki Kararlarda da müracaat olmalı demiştik" dedi. Bu söz üzerine Okan kesinleşen yargı kararlarını başkana vermesi üzerine "İş yoğunluğumuz çok fazla. Ağlamayana meme vermezler. Meselan benim benim Ahmet'den alacağım varsa ona durumu söylemeden bu borcu geri alamazsın" diyerek duruşmayı sonlandırdı.
Bu gelişme üzerine aynı gün mahkemeye verdiği dilekçe ile "Başkanın tarafsızlığını yitirdiğini, idareye müracaat edilmeyen dosyaların reddedileceğini ayan beyan açıkladığını, dolayısı ile davam eden dosyalarla ilgili aynı konuda daha önce verdiği kararlara zıt bir şekilde davanın reddi yönünde oy kullanacağının ortaya çıktığını, Başkanın Reddine ilişkin dilekçeyi kişilerin Anayasaya, kamu düzenine, hukuka ve hakkaniyete olan güvenlerinin kaybetmemesi için olduğunu belirterek Başkan hakkında karar verilmesini" istedi.
TALEP REDDEDİLDİ BAŞKAN GÖRÜŞ DEĞİŞTİRDİ Başkanın Reddine ilişkin yapılan başvuruyu değerlendiren 3. Daire üyeleri duruşmada Arslan tarafından sarf edilen sözlerin �Kanunen İcap etmeyen yerde söylenen sözler� olduğu gerekçesi ile "Hakimin Reddi" talebinin "Reddine" karar verdi.
MAHKEMEYİ DAVAYA BOĞDU Mahkemenin son kararından sonra, idareye müracaat eden avukat Fidel Okan idarenin başvurulara olumlu yanıt vermemesi üzerine, bu işlemlerin iptali için AYİM'de yeni davalar açtı. Mahkemenin iş yoğunluğu bu sefer 10 katına çıktı. AYİM 3. Dairesi 500'ün üzerinde davada işlemin iptaline hükmederek davaların kabulüne karar verdi.
YASA DEĞİŞTİRİLDİ Açılan yoğun davalardan sonra, 375 Sayılı Kanun Hükmündeki Kararnamede belirtilen tazminatın terhis olan uzman çavuşlara verilmesi için Mecliste 6000 Sayılı Kanunla 2010 Haziran ayında değişiklik yapıldı.
AYİM BAŞKANI OLDU KURMAYLAR FİKİR DEĞİŞTİRDİ MSB'NIN başvurulara Kanuna rağmen olumlu yanıt vermemesi üzerine binlerce dava açan avukat Fidel Okan, mahkemenin iş yoğunluğunu görülmemiş bir noktaya taşıdı. Avukat Okan tarafından açılan dosyalarda mahkemenin "İptal" kararı vermeye devam etmesinden sonra, Ağustos ayındaki YAŞ krizi nedeniyle 3 generalin açtığı davada 3.Daire, idarenin hareketsiz kalmasını idari işlem sayıp "oybirliği" ile "Yürütmenin durdurulmasına" karar verdi. YAŞ Kararı ile 3. Daire Başkanı tuğgeneralliğe terfi ederek AYİM Başkanı oldu. 3. Daire Başkanlığına Genel Sekreter Getirildi. Başkanın değişmesi ile görüş değiştiren kurmay üyeler eylül ayında yapılan duruşmalarda davalarda süre aşımı var diyerek bir kez daha görüş değiştirdi. "Oy çokluğu" ile ile ilk kararına geri dönen AYİM bu kararlarla birlikte, 375 Sayılı KHK da belirtilen 500 TL almak için dava açan herkesi 2000 TL avukatlık ücretine mahkum etti.
KURMAY ÜYELERE YHGK de TAZMİNAT DAVASI Kurmay Üyelerin 300 karara imza atıp bir anda yeni davalarda görüş değiştirmesi üzerine uzman çavuşların avukatı, bu üyeler aleyhine Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'n'da 100.000 TL'lik tazminat davası açtı. avukat Okan, bu kararı veren hakimlerin "Bangalor Yargı etiği" hükümlerini ihlal ettiklerini belirterek bu kişilerin Anayasaya ve kanuna göre değil iş yoğunluğuna göre karar verdiklerini dile getirdi. Bu kararı veren hakimlere tazminat davası açan Okan, AYİM�e de müracaat ederek, bu kararı veren hakimlerin tarafsızlıklarını yitirdiklerini, özgür iradeleri ile karar veremeyeceklerini, dolayısıyle açılan davalardan çekilmelerini, ilk duruşmada bu hakimlerin çekilmemesi halinde durumu basına şikayet edeceğini yazarak hakimleri kendi davalarından çekilmeye zorladı.
HAKİMLER ÇEKİLDİ Avukat Okan tarafından verilen dilekçeden üç gün sonra İki Kurmay Üye AYİM Başkanlığına başvurarak Fidel Okan�a ait davalardan çekilmek istediklerini bildirdi. AYİM hakimlerin çekilme isteğini oy çokluğu ile kabul ederek bir ilke imza attı.
MAHKEME KARIŞTI Heyete başka bir daireden kurmay üyenin gelmesi üzerine Fidel Okan mahkemenin AYİM Kanunu uygulamadığını, bu üyenin katılımına itiraz ettiğini, heyete 3. dairenin diğer üyelerinin katılması gerektiğini belirtti. Yapılan oylamada 2 üye Fidel Okan'ın lehine, 2 üye ise aleyhine karar verdi. Heyete katılan yeni kurmay üyenin de olumsuz oy kullanması üzerine davalarda bu sefer Olumsuz karar 3 e karşı 2 oyla alındı.
ANKARA BAROSU TUTANAK TUTTU Her Perşembe AYİM'de aynı konuya ilişkin yüzlerce duruşmaya giren avukat Okan, hukuksuzlukların belgelenmesi için Ankara Barosuna müracaat etti. Bunun üzerine Ankara Barosu davalara müdahil olarak yaşanan her gelişmeyi zabıt altına aldı.
DURUŞMADA MAHKEMEYE AĞIR SÖZLER 04. Kasım tarihindeki duruşmada Fidel Okan'ın sarf ettiği ağır eleştiriler Ankara Barosu tarafından tutanak altına alındı. Okan Mahkemeye; "Elinden değirmenini almaya kalkan Prusya Kralı II. Frederic� e karşı, ihtiyar değirmenci Sans Souci'ye "Berlin' de hakimler var" sözünü söyleten güç, hakimlerin ve yargının yansızlığına karşı duyulan güvendir. İşte Siz verdiğiniz kararlarla bu güveni yok ettiniz. Artık Türkiye� de özlük hakları idarece verilmeyen hiçbir uzman çavuş, Ankara'da Askeri Yüksek İdare Mahkemesi var diyemeyecektir. Tarih sizin verdiğiniz bu kararları, elbette sorgulayacaktır� diyerek tepkisini dile getirdi.
AYİM BAŞKANI MÜDAHALE ETTİ AYİM Başkanı Tuğgeneral Abdullah Arslan, 3. Dairenin verdiği çelişkili kararlar nedeniyle AYİM Başsavcılığından "İçtihat Aykırılıklarını" düzeltmek amacıyla görüş istedi.
Verilecek içtihatı birleştirme kararları merakla bekleniyor.
"..Komisyonumuzun çalışmaları sırasında vatandaşın yukarıda da belirtildiği gibi sessiz, çaresiz ve tepkisiz hali tespit edilmiş ve bu konularla ilgili gerçekleri tesbit edip bunları meclise sunmak isteyen komisyonumuzun çalışmaları bir takım gizli örgüt denebilecek oluşumlar tarafından engellenmiştir. Bu gizli örgüt tabiriyle istihbarat örgütleri kastedilmemektedir. Devletin anayasa ile sınırları çizilmiş yetki ve görev ayrımına rağmen, hukuk kurallarını tanımayan ve istedikleri zaman istedikleri kuralları uygulayan kişiler ve bir takım kurumlar kastedilmektedir.
Komisyonumuz görev yaparken birbirleriyle her haliyle bağlı oldukları dıştan bakıldığında bile belli olan bir takım odaklar, tanığın adresinin tesbitini istememize rağmen bu tanığı önce televizyona çıkartıp, yalancı tanık olarak mahkum ettikten sonra komisyonumuza bırakmış, bu konuda yazmış olduğumuz yazılara yetkili makamlar sürekli olarak başka cevaplar vermiş, çok önemli soruşturmaların evrakları hukuk gereği olmasına rağmen Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Başsavcısının yaptığı gibi komisyonumuza gönderilmemiş, araştırmayı hızlandırmak için helikopter isteyen komisyonumuza 20'den fazla helikopter boş olarak bekletilmesine rağmen tahsis edilmemiştir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ancak bir merkezden yönetiliyormuşcasına gizli örgüt şeklinde örgütlenen bu oluşumların devletin seçimle işbaşına gelmiş organlarınca denetlenemedikleridir. Bu örgütler hakkında ne zaman kamuoyunda haberler çıkmakta ise de; nedeni bilinmez bir şekilde bunlar hakkındaki iddialar hiçbir zaman soruşturmaya konu olmamaktadır. Örneğin; MHP Genel Başkanı Alpaslan Türkeş hatıralarını anlatırken "Ağca'yı askeri cezaevinden kaçıran bir devlet örgütü" olduğunu belirtmiş, ancak bu iddiası üzerine herhangi bir soruşturma açılmadığı gibi hiçbir savcı da Alpaslan Türkeş'e bu sözleriniz ile neyi kastediyorsunuz diye sormamıştır. (Umur Talu-Dipsiz Kuyu- Bir Devlet Örgütü, Milliyet 2 Mart 1995) Devletin seçimle işbaşına gelmiş organlarınca denetlenemeyen ve yargı organlarınca da soru sorulamayan bu örgütler istedikleri gibi devlet idaresindeki organlara hakim olmakta ve devleti her türlü emellerine alet edebilmektedirler."(8. Bölüm 3. Sh)
"(Tavsiye-) 25- Gazetelerde ve kitaplarda bir çok faili meçhul siyasal cinayet ve diğer iddialarla ilgili olarak haberler yeralmasına rağmen cumhuriyet savcılıkları tarafından bu konularda herhangi bir işlem yapılmadığı, adeta normal vatandaş gibi bu iddiaların cumhuriyet savcıları tarafından da okunduğu görülmektedir. Bu nedenle raporun bir örneğinin adalet bakanlığına tevdi edilerek cumhuriyet savcılarının kamuoyunda çıkan haberlere karşı daha duyarlı olmalarının sağlanmasına..." (8. Bölüm 9. Sh)
ŞOK MECLİS RAPORU: TERÖR VE KIŞKIRTMALAR ÖZEL HARP'İN İŞİ
OCAK 2010
Özel Harp Dairesi'ne (ÖHD) bağlı Ankara Seferberlik Bölge Başkanlığı’ndaki kozmik oda aramasıyla başlayan tartışma üzerine TBMM Araştırma Merkezi de şok bir 'kontrgerilla' raporu hazırladı. Meclis uzmanlarının araştırması, 'Seferberlik Tetkik Kurulu, Özel Harp Dairesi ve Özel Kuvvetler Komutanlığı' başlığıyla milletvekillerine kaynak olarak sunuldu. Raporda Türkiye'yi geçmiş yıllarda sarsan çok sayıda terör ve kışkırtma olaylarının Özel Harp Dairesi'nin işi olduğu iddia ediliyor: 6-7 Eylül. 23 Eylül 1969’da Taylan Özgür’ün öldürülmesi. 13 Nisan 1970’de tabip yedek subay Necdet Güçlü’nün öldürülmesi. 27 Kasım 1970’de Kültür Sarayı’nın yakılması. Mahir Çayan ve arkadaşlarının öldürüldüğü Kızıldere operasyonu. 1 Mayıs 1977 Taksim olayları. 29 Mayıs 1977 İzmir-Çiğli’de Bülent Ecevit’e suikast girişimi. 1977 yılında darbe girişimi. 24 Mart 1977’de Savcı Doğan Öz’ün öldürülmesi. 16 Mart 1978 katliamı. Mehmet Ali Ağca’nın askeri cezaevinden kaçırılması.
Özel Harp Dairesi'ne (ÖHD) bağlı Ankara Seferberlik Bölge Başkanlığı’ndaki kozmik oda aramasıyla başlayan tartışma üzerine TBMM Araştırma Merkezi de bir “kontrgerilla” raporu hazırladı. Meclis uzmanlarının araştırması, “Seferberlik Tetkik Kurulu, Özel Harp Dairesi ve Özel Kuvvetler Komutanlığı” başlığıyla milletvekillerine kaynak olarak sunuldu. Raporun girişinde, “NATO’ya üyeliği kabul edilen Türkiye’de de 1952 yılında Seferberlik Tetkik Kurulu (STK) adıyla gizli bir teşkilat kurulmuştur. 1961 Anayasası ile beraber ülkede meydana gelen değişiklikler karşısında yeniden düzenlenerek Özel Harp Dairesi’ne (ÖHD) dönüştürülmüştür” denildi.
Şok Kontrgerilla raporundan bazı bölümler şöyle:
• 1990’lara gelirken komünizm tehditleri yerini ABD için radikal İslam’a, Türkiye içinse radikal İslam’la beraber bölücü teröre bırakmıştır. Buna paralel olarak dairenin adı Özel Kuvvetler Komutanlığı (ÖKK) olarak değiştirilmiştir. STK dönemi (1952?1965). ÖHD dönemi (1965?1991). ÖKK (1991-..)
• Kontrgerilla örgütleri ABD’nin desteğiyle sosyal, ekonomik, politik, kültürel yapıya ve halkın bilinç düzeyine göre asıl amacı dışında çeşitli işlevleri yürütmektedir. Sosyal uyanışı ve bilinçlenmeyi geciktirici önlemler almaktadır. Yerli işbirlikçi ağını yaygınlaştırmakta, gerektiğinde terör ve siyasi cinayetlerle askeri darbelere ortam hazırlamaktadır.
• ÖHD’nin karıştığı iddia edilen olaylar: 6-7 Eylül. 23 Eylül 1969’da Taylan Özgür’ün öldürülmesi. 13 Nisan 1970’de tabip yedek subay Necdet Güçlü’nün öldürülmesi. 27 Kasım 1970’de Kültür Sarayı’nın yakılması. Mahir Çayan ve arkadaşlarının öldürüldüğü Kızıldere operasyonu. 1 Mayıs 1977 Taksim olayları. 29 Mayıs 1977 İzmir-Çiğli’de Bülent Ecevit’e suikast girişimi. 1977 yılında darbe girişimi. 24 Mart 1977’de Savcı Doğan Öz’ün öldürülmesi. 16 Mart 1978 katliamı. Mehmet Ali Ağca’nın askeri cezaevinden kaçırılması. (Hürriyet)
3 Kasım 1996 tarihinde Susurluk'ta meydana gelen bir trafik kazası, Türkiye gündeminde adeta bir bomba gibi patladı ve haftalarca gündemden düşmedi. Güneydoğu'lu bir aşiretin reisi ve aynı zamanda bir milletvekili, polis özel timinin kurucusu ve Emniyet Gn. Md. Yardımcılığı da yapmış üst düzeyde bir polis memuru ve 12 Eylül öncesi 7 TİP'linin öldürülmesi olayının sanıklarından, hala yaklanamamış ve İnterpol'ün kırmızı bültenle aradığı bir ülkücü kaza yapan arabadaydılar... Nasıl oldu da bir araya gelebildi bu çok farklı konumdaki insanlar?.. Şokun dozajını arttıran ikinci unsur ise, 22 Eylül 1996 tarihinde, yani sadece 1,5 ay kadar önce Aydınlık gazetesinde Yeni MİT Raporu olarak yayınlanan MİT raporunda bu birlikteliklerin açıklanması idi.. O zaman kimse buna inanmamıştı tabii. Ama işte şimdi iddiaların en azından bir kısmının doğru olduğu ayan beyan ortaya çıkmıştı.. İşin kıvırtılacak, örtbas edilecek tarafı kalmamıştı..
Kazada bu üç kişiden milletvekili olan Sedat Bucak hariç, diğer ikisi öldüler. MİT raporunun 1,5 ay sonra kaza ile doğrulanması ve de polis bünyesinde MİT'e alternatif olarak kurulduğu iddia edilen istihbarat örgütünde Abdullah Çatlı ve ekibiyle, polis özel harekat dairesinden elemanların da bulunduğu iddiaları da hatırlandığında, akıllara, aracın kaza yapmasının sağlanmış olabileceği, diğer deyişle olayın komplo olabileceği ihtimali geldi. Olaydan yarım saat geçmeden gazete ve televizyonlara Mehmet Özbay adlı şahısın Abdullah Çatlı olduğu şeklinde esrarengiz telefonlar geldi. Nasıl bu kadar çabuk gerçek kimliği belirlenebildi Çatlı'nın, üstelik de pazar günü gibi bir tatil gününde, işte bu da kuşkuları besledi. Aydın Menderes'in başına gelen ve suikast kokan kaza hatırlandı diğer taraftan. Bir aracın kaza yapması sağlanabilir mi, bu mümkün mü, sorusu soruldu zihinlerde.. Diğer taraftan kazadan yaralı kurtulan Sedat Bucak, iyileşir iyileşmez bir TV kanalında komplo iddiasını açıkça telaffuz etti ve Çatlı'nın devlet tarafından kullanıldığını, şimdi de kurban edildiğini açık açık ifade etti... Basında açıklamalar açıklamaları takip etti, yeni bilgiler ortaya çıktı. Çatlı'nın devlet menfaatleri doğrultusunda kullanıldığı en yetkili kişilerce açıklandı, hatta milli kahraman ilan edildi.. Kaza bir komplo muydu, eğer öyleyse kimin komplosuydu ve neden düzenlenmişti? Kaza da olsa komplo da olsa, siyaset-mafya-polis üçgeni olarak basına yansıyan bu birliktelik nasıl mümkün olabilmişti?.. Bu ve benzeri sorular kafaları kurcaladıysa da yıllardır konuşulan bazı iddialara somut bir örnek oldu Susurluk skandalı.. Kontrgerilla diye bahsedilen ve devlet içinde devlet olarak tanımlanan ABD/CIA kaynaklı gizli ve yarı resmi bir terör çıkarıcı örgütün varlığı sözkonusu...
ABD tarafından soğuk savaş yıllarında müttefik ülkelerin düşman istilasına uğraması durumunda istilacı düşmana karşı gerilla savaşı yürütmek üzere Nato ülkelerinde Kontrgerilla teşkilatları kuruldu. Bu teşkilatlar öylesine gizli tutuldu ki, bir çok durumda bundan başbakanların dahi haberi olmadı. 70'li yıllarda tüm Avrupa ülkelerini faili meçhul siyasi terör eylemleri kasıp kavurdu. Ardından 1990 sonunda İtalya'da örgüt açığa çıkarıldı ve bu teşkilatlanmanın tüm Avrupa ülkelerini sardığı hayretle görüldü... Avrupa ülkeleri bu örgütlerin üzerine gitti, birçoğu bu örgütleri lağvetti, bazıları da barışçı amaçlara yöneltecek mekanizmaları kurdu. Ama sonuçta hepsinde varlığı kabul edildi ve somut çözümler gerçekleştirildi. Tüm Avrupa ülkelerini derinden sarsan bu skandal yalnızca Türkiye'de örtbas edildi. Konuşmaya çalışanlar, örneğin Sayın Ecevit, nazikçe uyarıldı. En fazla Türkiye'de olması gereken bir örgüt için yetkililer asla bir kabule yanaşmadılar. Tabiri caizse yaprak dahi kımıldamadı resmi düzeyde. Oysa bu işin üzerine gidilmesi gerekiyordu, çünkü tam da o sıralar Türkiye'yi derinden sarsan laiklik suikastleri zinciri yaşanıyordu ve toplum müslüman-laik bölünmesinin eşiğine gelmişti. Ama cesaretli bir etkili yetkili çıkmadı ve olay kapatıldı. Resmen kapatılsa bile toplum vicdanında suçlu artık müslümanlar değil Kontrgerilla idi..
Devlete yasadışı hizmet
12 Eylül öncesi devlet için sol tehlike vardı ve ülkücüler o tehlikeye karşı kullanıldılar. 12 Eylül darbesi ile yeni bir döneme girildi, artık sol bir tehlike kalmamıştı. Kullanılan ülkücüler de hapislere tıkılarak mükafatlandırıldılar(!). Sol tehlike kalmamıştı ama şimdi başka tehlikeler çıkmıştı devletin karşısına..
Ülkücülerin devletin bekasına düşkünlükleri hatırlandı birileri tarafından yine. Hapistekilerine işbirliği teklifleri yapılmaya başlandı. Kimileri kabul etmedi, kullanılıp bir kenara atılmak ağırlarına gitmişti. Nefislerine ağır gelmişti bu vefasızlık. Tekrar risk almak istemediler. 12 Eylül öncesi Bahçelievler semtinde 7 TİP'linin ve Savcı Doğan Öz'ün öldürülmesi suçlarından yargılanan Abdullah Çatlı'nın arkadaşı ülkücü İbrahim Çiftçi, Milliyet'e yaptığı açıklamalarda, ülkücülerin devlet menfaati adına nasıl kullanıldıklarını ve hala kullanılmaya çalışıldığını şu çarpıcı sözlerle açıklıyor:
"..1980 yılından sonra ilginç bir teklif geldi bizlere. Hepimize tek tek denildi ki, 'Sizi Güneydoğu'ya gönderelim. Orada bizim adımıza çalışırsınız. PKK ile mücadele edersiniz. Buradan kurtulursunuz' denildi...Bu teklifi bir yüzbaşı, MİT görevlisi bir istihbaratçı yaptı. 'Peki biz gittik Güneydoğu'ya PKK ile mücadele ederken öldük. Ya da ölmedik. Bizim yarınımızın garantisi ne olacak, beraat edecek miyiz?' diye sorduk. 'Yakalanırsanız firarınızı veririz' dediler..."
İbrahim Çiftçi gibi bazı ülkücüler bu işbirliği tekliflerini reddettiler ama bazıları reddedemedi. Yurtdışında oradan oraya yaşamak zorunda olması gibi psikolojik baskı altında kalan ve devletin dış tehlikelere karşı korunmasına düşkünlüğü gibi zaafiyetinden faydalanmasını bilen yetkililer, Abdullah Çatlı gibi bazı ülkücüleri ise işbirliğine razı edebildi. Devletin bekası için yasadışı işlere bulaşmanın da bir tarihi var. Bu olaylar yeni değil:
"Devletin Abdullah Çatlı gibilerini kullanması ilk defa olmuyor. Yakın geçmişimize göz attığımızda buna benzer çarpıcı örneklere sıkça rastlıyoruz. Günümüz yöneticilerinin bu konuda hiç de yaratıcı olmadıklarını düşünmek bile mümkün... Geçmişte ne nasıl yapılmışsa, neredeyse aynısı uygulanıyor. Çeteler ve kirli ilişkiler içindeki kişileri işlerine geldiği zaman kullanma, sonra onlardan kurtulmak için çeşitli mücadele yöntemleri... Muhbirlik, koruculuk, aşiretlerden yararlanma, cezaevlerinden suçlu katilleri çıkarıp cinayetlerde kullanma, kamuoyunu yanıltmak için yalan bilgi, sahte kanıt, gözboyayıcı açıklamalar... Bunların hepsi bu 'kutsal devlet'in çatısı altında oluyor. Olur... Devlet demokratik bir yapı haline gelmeyince bunların hepsi olur. Geldiği zaman bile olur... Ama o zaman da onu denetleyen, frenleyen demokratik mekanizmalar da geliştiği için devlet kolay kolay karanlık, yasadışı işlere bulaşamaz, bulaşsa bile sorumlular ortaya çıkarılır. Cezalandırılır... Türkiye Cumhuriyeti daha Topal Osman olayını, Çerkez Ethem olayını tam olarak açıklamış değil. Topal Osman da Çerkez Ethem de bir anlamda eşkiya... İkisinin de çeteleri var. Ve devlet sıkışık anlarında bunları kullanıyor. Daha sonra da devlet otoritesine karşı geldikleri gerekçesiyle ikisini de tasfiye ediyor..."
Ermeni terörüne ininde darbe
Türkiye'nin 12 Eylül'ün hemen sonrasında ermeni terör örgütü ASALA ile başı beladaydı. Büyükelçiler ve ateşeler peşpeşe öldürülüyor, kimsenin elinden birşey gelmiyordu. Derken birşeyler oldu ve ermeni terör örgütlerine birileri saldırılar düzenlemeye başladı. Ermeni anıtı, Taşnak partisi büroları bombalandı, Asala elemanları öldürüldü. Ardarda yediği bu darbelere son halka olarak Atina'da Asala lideri Agopyan'ın öldürülmesi de eklenince ermeni terörü son buldu. Susurluk kazası sonrası yapılan yetkili açıklamalarında buna işaret edilerek Çatlı ve ekibinin devlet tarafından bu işle görevlendirildiği ima edildi.
Havuç-sopa taktiği ile Abdullah Çatlı'nın kullanılması
Ermeni terörü bitirildikten sonra, karısına göre bir komplo sonucu Çatlı, uyuşturucu işinden yakalatılıp İsviçre'de hapse atıldı. 7 yıllık cezasını tamamlamadan cezaevinden ustaca kaçırıldı. Havuç-sopa taktiği güden bazıları tarafından anlaşılan yeni görevlere sürülmek isteniyordu. Öyle ya, baskıyı üzerinden eksik etmeyeceksin, hapislere attıracak, ben istersem ancak rahat bırakırım seni diyerek tehdit edecek, sonra da devleti tehdit eden tehlikeyi önlemek bir 'vatansever' olarak senin zaten vazifendir diye zayıf noktasından yakalayacaksın... Karşı durmak çok zor. İstihbaratçılar işlerini iyi bilirler. Dünyanın her yerinde bu işler böyledir. Havuç-sopa taktiği onların vazgeçemediği bir taktiktir. Bu şartlar altında Çatlı pek suçlanamaz.. Arkadaşı İbrahim Çiftçi'nin de dediği gibi o bir piyondur, onlar birer piyondur. Hapisten kaçırılan Çatlı, Mehmet Özbay sahte kimliği ve yeşil pasaportuyla Türkiye'ye getirilir.
Devleti tehdit eden tehlikeler bitmiyor
Ermeni terörünün yerini yine bir başka tehlike almıştı, PKK terörü... 12 Eylül öncesi devletin bekası için kullanılan ülkücüler 12 Eylül'le kendilerini zindanlarda bulunca şok olmuşlar, sırtlarını dayadıkları, kurtarmaya çalıştıkları devlet onları arkalarından vurmuştu.. Hapislerden çıkınca aç-açık ortada kalan bu insanlar birileri tarafından ülkücü mafyayı kurmaya sevkedildiler. Zor durumdaki bu insanların bu işe girmeleri bu yüzden zor olmadı. Devlet bu kez onları başka işler için kullanmayı düşünüyordu. 12 Eylül öncesi sol hedefteydi, 12 Eylül sonrası ise PKK... PKK'yi finanse eden uyuşturucu kaçakçısı kürt mafyasına karşı ülkücü mafya oluşturuldu. Ve çok geçmeden PKK'yı finanse ettiği iddia edilen bu uyuşturucu kaçakçısı kürt mafyası liderleri birer birer ve benzer şekilde öldürüldü. Behçet Cantürk, Savaş Buldan ve diğer kürt babalar...
Diğer taraftan düzenli ordu ile yapılan mücadele fazla etkili olmayınca, devreye özel timler ve korucular da sokuldu. Koruculuk sistemi yapılandırıldı. Bucak aşireti 10.000 kişi kadarlık korucu gücüyle devlet saflarına katıldılar. Güneydoğu'da PKK'ya karşı mücadelede korucular ve Sedat Bucak aşireti, özel polis timleri ve kurucusu Hüseyin Kocadağ ile devlet adına bu birliktelikleri sağlayan organizatör Abdullah Çatlı... Susurluk olayındaki birlikteliğin anlamı bu olsa gerek.
Çatlı kullandı mı kullanıldı mı?
Çatlı ve örgütü kullanılıp kenara atıldıysa kim attı, neden attı, niçin şimdi attı ve niçin şimdiye kadar atmadı? Devlet menfaati olarak gösterilen gizli eylemler haricinde ne gibi eylemlerde rol aldı Çatlı ve ekibi? Başka tetikçi ekipler ve örgütler var mı? Türkiye'de 12 Mart döneminden beri meydana gelen ve toplumu derinden etkileyen o büyük faili meçhul siyasi terör eylemlerini kim yaptı, bu ekipler mi? Devlet ermeni terörünü yurtdışında bitirebilecek kadar ileri düzeyde mücadele verebilmişse niye faili meçhul olayları çözemiyor? Niye kendi ülkemizde faili meçhulcülere darbe vuramamış bu örgütler ya da vurdurulmamış? Yoksa faili meçhullerin tetikçileri bunlar mıydı? Büyükbaş provokasyonlarla ülkemizde terör azdı. Sağ ve sol birbirine düştü. Kim yaptı bu hassas eylemleri? Kim kışkırttı sağ-solu bu hassas eylemlerle, yoksa Oktay Ekşi'nin dediği gibi, maceracı gençlerin işi miydi 12 Eylül öncesi terör ve yine Oktay Ekşi'nin dediği gibi laiklik cinayetleri müslümanların işi miydi? İki grup cinayetler de profesyonelce işleniyor ama biri maceracı gençlerin işi oluyor diğeri ise müslümanların (!?!). 1 Mayıs'taki gibi bir korkunç katliam, maceracı gençlerce düzenlenip olayın içinden sıyrılabiliniyorsa Ecevit'in dediği gibi devlet kalmadığı yargısına varmak gerekirdi herhalde ama iş öyle değil. Ecevit'in dediği gibi işin içinde başkaları var. Çatlı, kimisine göre Gladio'nun ya da Kontrgerilla'nın Türkiye'deki lideri idi, kimisine göre de tetikçi. Basit değil usta, ama sonunda bir tetikçi... Toplumsal kışkırtma olayları ise tetikçilerin planlayıp istikrarlı şekilde tırmandırabileceği olaylar olamaz. Kim Çatlı'yı buruşturup bir kenara atıyorsa işte o olmalı aranan fail. Çatlı'yı kim işe aldıysa, kim onların karıştığı katliam olaylarını örtbas ettiyse odur suç odağı. Çatlı'nın yakın arkadaşı İbrahim Çiftçi kullanıldıklarını anlamış, ve kim tarafından kullanıldıklarını da:
"..Çatlı bir dönem hayatımızı paylaştığımız, omuz omuza mücadele verdiğimiz arkadaşımdır. Mesele aydınlatılırsa Çatlı'nın olayın baş aktörü değil, kullanılmış bir kişi olabileceği anlaşılır. Bence Ağar harcandı. Ağar işin başında değildi. Yalnızca uygulayıcı...Susurluk olayının üzerine gidileceğine inanmıyorum. 1977'de Namık Kemal Ersun Paşa'nın 850 subayla emekliye sevkedilmesi olayı var. Böylece Evren, Türk ordu geleneği yıkılarak Genelkurmay Başkanlığı'na getirildi. Bu tesadüf değildir. İşe oradan başlayın, o zaman baş aktörü bulursunuz. Kontrgerillayı da..."
Yeraltı örgütleri yasadışı işlerden uzak kalamaz
Devlet adına yasadışı bir gizli örgüt kurulunca, yasadışı işlere kaymaması imkansızdır Kontrgerilla uzmanı Talat Turhan'a göre:
'..Bir örgütün kuruluş amacı kutsal olabilir. Ama devlet adına yeraltı örgütü kurarsanız, o sizin elinizden kayar ve yeraltının hertürlü pisliğine bulaşır.."
Susurluk örgütü de devlet adına faydalı işler yapmış olabilir, ama Talat Turhan'ın sözlerinden yola çıkarak, örgütün karanlık işlere kaymış olup olmayacağı düşünülebilir, bunu araştırmalar gösterecektir, ancak anamuhalefet partisi lideri Mesut Yılmaz'ın açıklamaları yabana atılacak gibi değil:
"Devlet 8 yıl kadar önce, MİT'e alternatif emniyet içinde bir oluşum yaratmış. Bu, devletin çeşitli işlerini yapmış. İşte kamuoyunda söylenilen Asala liderinin öldürülmesi ve Ermeni anıtının bombalanmasını, bunun yaptığı iddiaları var. Bunlar daha sonra, özellikle son iki yıl şahıslara çalışmaya başlamışlar. Son bir yılda ise siyasilere hizmet etmeye başlamışlar..." diyor Mesut Yılmaz ve ekliyor; "Bugünden sonra, devlet bizim can güvenliğimizi sağlar diye güvenmeyin. Bunlar çok büyük bir örgüt.."
Kitabın ekinde sunulan MİT raporunda, bu örgütün karanlık işlere, örneğin uyuşturucu ticaretine bulaştığı iddia ediliyor. Bu yanlış da olabilir. MİT raporunun bir kısmı doğru çıktı. Fakat bu hepsinin de doğru olduğu anlamına gelmez. Kimisine göre Çatlı çok vatanperver ve namuslu bir kişi idi, kirli işlere bulaşması mümkün değildir. Kimisine göre de bulaşmıştır. Devlet artık buruşturup bir kenara atmak istediği için ya da MİT'e alternatif istemediği için bu örgütü bertaraf etmek istedi iddialarını düşününce bu örgüte atfedilen kirli işlerin karalama amaçlı olabileceği de mantıklı olmaktadır. İki tarafın iddialarını da güçlendiren deliller ve mantıklar var. Hangisinin doğru olduğu belli değil, belli olan bir şey var ise o da devlet içinde yuvalanmış örgütler var ve üst düzeylere kadar gidiyor bunların uzantıları. Önemli olan da bu...
Kontrgerilla tartışılmayı sevmiyor
Konu bu kez de kapatılacak, çünkü iş büyük yerler gidiyor, dayanıyor. Koray Düzgören, Susurluk kazasıyla ortaya çıkan kirli ilişkilerin devletin en üst makamlarına kadar yükseldiğini bunun ise resmen ortaya çıkarılamayacağını şöyle açıklıyor:
"..Abdullah Çatlı'nın ölü de olsa ortaya çıkmasıyla sorgulanan, devletin gizli kapaklı işleri açıklanabilecek mi? Sanmıyorum.. Zaten devlet içinde bu çeteye karşı olan güçlerin ve başka grupların sızdırdığı bilgiler olmasa bu kadarını bile öğrenemeyecektik. Çünkü bu tür ilişkilerde herkes kendini koruyacak çeşitli sigortalarla donanıyor. Pisliğin bütün yönleriyle açığa çıkartılması ile oynayacak taşların kimleri de yerinden edeceği, sarsacağı bilinmiyor. Muhtemelen bütün devlet örgütü ve bu örgütü en üst düzeyde yönetenler bundan nasiplerini alırlar. Çünkü işlerin bu boyutlarda yürütülmesi sırasında sorumlu bu kişilerin bilgi sahibi olmadıklarını düşünmek mümkün olamaz. Öyleyse sorumluluğun sınırı onlara kadar ulaşır. Bunu ise kimse istemez... Birkaç kişinin harcanmasıyla iş geçiştirilir, unutma sürecine sokulur. Bazen bu süreç çok uzun yılları kapsar..."
Bu bölümde, Özel Harp Dairesi'nin kontrgerilla örgütünün kendisi ya da onu perdeleyen bir teşkilat olduğunu ileri süren iddialar aktarılacaktır. Aslında 'Deliller' sayfası ile bu sayfa birbiri içine sıkı sıkıya geçmiş durumdadır. Çünkü, kontrgerillanın varlığına inananlar, adresi olarak da büyük çoğunlukla ÖHD'yi göstermektedirler. Bu yüzden bu iki gruba ait iddiaları ayrı ayrı ortaya koymak güç olsa da, böylesi daha uygun görüldüğünden bu iddialar mümkün olduğunca ayrı ayrı bölümlerde toplanmaya çalışılmıştır. Kimisine göre ÖHD masumdur, sadece bazı elemanları teröre bulaşmıştır. Kimisine göre de ÖHD kontrgerillanın kendisidir. Genelkurmay brifingindeki "din devrimine de karşıdır" cümlesi de bu kanıyı çağrıştırıyor. Her neyse...
"..Genelkurmay'a bağlı bir "ÖHD"nin kurulması ve geliştirilmesi doğal sayılmalı... Sorun bu değil. Nedir sorun? Türkiye'de çeyrek yüzyıldan beri terör sürüyor. Kimi zaman "kent gerillası", kimi zaman "kır gerillası" gibi adlarla da anılan terörün "iç savaş"a doğru tırmanan boyutlar kazandığı da oldu. Terör nedeniyle ülke iki kez askeri darbeye itildi. Ne var ki ne sıkıyönetim dönemlerinde, ne de doğrudan askeri yönetimde terörün önü alınabildi, kökü kazınabildi. Bu nedenle ülkenin ileri gelen hükümet adamları, politikacıları, aydın çevreleri ile birlikte geniş bir kesimin kuşkusu gün geçtikçe büyüyor: Türkiye'deki terör, devlet içinde yuvalanmış bir terör örgütü eliyle mi yürütülüyor? "Özel Harp"in Türkiye'deki talimnamesi, "FM 31-15 rumuzlu Amerikan Talimnamesi"nden harfi harfine çevrilerek benimsenen "ST 31-15" simgeli bir kitapçık... Askerlik sanatında ilerlemiş ülkelerde yayımlanan talimnamelerden yararlanmak doğaldır. Ne var ki 1964'te Türkçeye çevrilerek bizim orduya dağıtılan Amerikan özel harp talimnamesi, yalnız "teknik" değil, "ideolojik" temelleri de saptıyor; bu "ideolojik esaslar" bizim subayımız ve askerimize belletiliyor, bir tür beyin yıkanıyor; düşmanımızı Amerikan gözlükleriyle görmeye başlıyoruz. Ancak bu da yetmiyor; bizdeki ÖHD'nin parasal ödeneğini Amerika veriyor. Genelkurmay'ın ÖHD'si, CIA kaynaklı ödenekle mi çalışacak ve yurdu koruyacak?.. Çeyrek yüzyıldan beri teröre kurban giden önemli kişilerin katilleri bulunamıyor. 1960'lar, 1970'ler ve 1980'lerde işlenen en büyük cinayetlerin "failleri meçhul"dür. Bugünkülerin üstünü de bir sis perdesi örtmüştür. Kuşkular büyüyor, sorunun işareti kasap çengeli gibi kıvrılıyor. ÖHD'ne bağlı sanılan kimi kuvvetler, terör eylemlerini yönetip yönlendiriyorlar mı? Katiller neden bulunamıyor? Devlet içinde yuvalanmış bir "gizli" örgüt, askeri darbe ortamı hazırlayıp orduyu istenmeyen bir yükümlülüğe itmek için planla, programla terör etkinlikleri mi körüklüyor?"
CUMHURİYET, 17 KASIM'90, Ecevit şunları diyor:
"..Özellikle 1977 yılında çok ilginç bazı olaylar oldu. Çok kuşku uyandırıcı, karanlık olaylar oldu. Bunların en önemlisi kuşkusuz, 1 Mayıs 1977'de Taksim Alanı'nda, 30'u aşkın insanın ölümü ile sonuçlanan olaydı. Bu gözler önünde yapılan bir kışkırtma sonucu çıkmış bir olaydı. Kışkırtmanın nereden, kimlerden geldiği, herkesin gözü önünde cereyan ettiği için belliydi. Ve ciddi olarak üstüne yüründüğü taktirde bu olayın sorumlularının, kışkırtıcıların mutlaka ortaya çıkması gerekirdi.
Biz o sırada ana muhalefet partisiydik. Bu olayları soruşturmak için bir araştırma komisyonu kurduk. Ama bir noktadan sonra izler kayboluyordu. Adeta bir bilgi boşluğu ile, direnişlerle karşılaşıyorduk. Yıllarca üzerinde durduğumuz halde, olayın içyüzü anlaşılamadı. O olayın faillerinin saklanmak istediği daha ilk günlerden itibaren belli olmuştu ve çok acayip bir şekilde tezgahlanan bir olay olduğu görülüyordu. Onun için benim aklıma bir olasılık olarak bunun, Özel Harp Dairesi'nin sivil uzantısıyla bir bağlantısı olabileceği olasılığı geldi... Ve bunu Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'e bildirmeyi, bu kaygımı sunmayı görev bildim. Kendisiyle görüşerek Özel Harp Dairesi ile ilgili bilgileri aktardım. Taksim olayının arkasında bu kuruluşun sivil uzantısının bulunabileceğini söyledim. Korutürk bunu benden yazılı olarak da istedi. Korutürk, bu konuyu dönemin Başbakanı Süleyman Demirel'e de açmış. Demirel buna büyük tepki gösterdi."
Taksim olaylarının, 1977 seçimleri öncesinde "muhalefeti toplantı yapamaz ve halkı toplantılara katılamaz hale getirebilmek amacını güdüyor olabileceğini" vurgulayan Ecevit, kendisine 29 Mayıs 1977 tarihinde İzmir'de yapılan suikast girişimi ile ilgili olarak da şunları anlattı:
"Arkadaşımız Mehmet İsvan'ı yaralayan silah, anlaşıldı ki balistikte çalışan uzmanların da görmediği, varlığından haberdar olmadığı son derece tehlikeli bir füze. Bacağının, dizkapağının içinde parçalanmış arkadaşımızın vücudunu zehirliyor. O füzenin parçalarını çıkarttı doktorlar. Bazı emniyet görevlileri ısrarla o parçaları doktorlardan almak istediler. Ama doktorlar vermemişler.
Anlaşıldı ki güya bizi korumakla görevli bir polis, otobüsün yanı başında, onun silahından çıktı. Bizlerin ısrarlı takibi ve balistikte çalışan arkadaşların objektif çalışmaları sonunda ortaya çıktı.
Evvela Türk polisinin elinde ve Türkiye'de böyle bir silah bulunmadığı iddia edildi. Sonra bu silahtan bulunduğu fakat bunun gizli olduğu, çok tehlikeli olduğu ortaya çıktı. Fakat yıllardır üstünde durduğumuz, izini sürmeye çalıştığımız halde 'kim o silahı vermiştir, nasıl vermiştir, bu kadar gizli bir silah, nasıl bir koruma görevlisine verilebilir', bütün bunlar ortaya çıkmadı ve bir noktadan sonra izler kayboldu. O polis de kurtuldu göz göre göre, olaydaki rolüne rağmen. Bu olay bende Özel Harp Dairesi çağrışımı yaptı."
Haziran 1977 seçimlerinden birkaç gün önce Süleyman Demirel'in kendisine, CHP'nin Taksim'de düzenleyeceği bir miting sırasında Sheraton Oteli'nin çatısından ateş açılacağına ilişkin bir mektup gönderdiğini anımsatan Bülent Ecevit, 1978 yılında iktidara gelince bu konuyu araştırdığını söyledi. Ecevit sözlerini şöyle sürdürdü:
"Ben 1978'de hükümeti kurduğumda, merak ettim, dosyalardan arattım, neye dayanarak Sayın Demirel bana bu uyarıyı yaptı diye. İmzasız, antetsiz, üzerinde hiçbir örgütün işareti bulunmayan bir kağıt getirildi. Orada bu bilgi veriliyor. Ne Emniyet Müdürlüğü, ne MİT, hiçbir şey. Ve görünüşe göre sorulmamış da kim verdi bu bilgiyi diye. Ve bizim öğrenmemiz de mümkün olmadı. Ve bu da bende gene Özel Harp Dairesi çağrışımı yaptı."
"Soru : "Yani siz, kontrgerillanın adresi ÖHD'dir mi diyorsunuz?"
Turhan: "Şimdi bakınız, kontrgerilla lafını ilk kez Erenköy görevlilerinin çıkardığını söyledim. Onlar gerçekten ÖHD'nin adamları mıydı? Bu sorunun kesin yanıtı henüz verilmiş değil. Yalnız, eskiden beri bir iddiam var. Bir örgüt, eğer kendini temize çıkarmak isterse, adına yasadışı kirli iş yapanlardan hesap sorar. Bakıyoruz, Erenköy görevlileri hala etkinliğini sürdürüyor. Devletin ya da ÖHD'nin, kendi adına kirli iş yapmamışlarsa, bunlardan hesap sorması gerekirdi."
Soru : "ÖHD'nin kuruluş amacı neydi?"
Turhan: "ÖHD, bir düşman istilasına karşı memleketi korumak ve milli direnişi örgütlemek, yardımcı olmak amacıyla kuruldu. Bir örgütün kuruluş amacı kutsal olabilir. Ama devlet adına yeraltı örgütü kurarsanız, o sizin elinizden kayar ve yeraltının hertürlü pisliğine bulaşır. Türkiye'de 20 yıldan beri olan karanlık ve herkesin kafasını bulandıran bu olayları kim yaptı?"
Soru : "Siz, 'Savunma-1' adlı kitabınızda, ÖHD'ye ait resmi talimnameden bazı bölümleri yayınladınız. Yayınlanan bölümlerde bu örgütün, adam öldürme de dahil hertürlü kanunsuz işi yapabileceği belirtiliyor. Nasıl olur bu?"
Turhan: "..Yani Sahra Talimnamesi-31'e göre gayrı nizami harp unsurları yerüstü ve yeraltı olmak üzere iki gruptan müteşekkil. Yeraltı grubu, işte bu bahsedilen ve bütün NATO ülkelerinde ortaya çıkarılmaya başlanan örgütün kendisidir. Baktığınız zaman bu örgütün içinde ne var? Köye kadar inmiş bir örgütlenme bu. İstihbarat birimleri, sabotaj birimleri, cinayet birimleri var. Bakınız faaliyetleri arasında neler var? Resmi talimnameden aynen okuyorum: 'Adam öldürme, bombalama, silahlı soygunculuk, işkence, kötürüm haline getirme, adam kaçırmak suretiyle tedhiş ve olayları tahrik, misilleme ve rehinelerin alıkonulması, kundakçılık, sabotaj, propaganda ve yalan haber yayma, zorbalık, şantaj.' Ve yine talimnamede bu örgüt için şöyle bir ayrıcalık var. Yine resmi talimnameden aktarıyorum: 'Bir gayrınizami kuvvetin yeraltı unsurları kaide olarak kanuni statüye sahip değillerdir.'"
Soru : "Nasıl olur? Resmi bir kuruluş kanuna nasıl tabi olmaz?"
Turhan: "Ben bunları 17 senedir söylüyor ve yazıyorum. Bugüne kadar kimse çıkıp da bu söylediklerin yanlıştır diyemedi. Diyemez, çünkü bunları devletin resmi yayınlarından aktardım."
Soru : "Türkiye'de bu talimnameyi kim yayınladı?"
Turhan: "Söz konusu ettiğim ST-31.15 nolu kontrgerilla talimnamesini Kara Kuvvetleri Komutanlığı yayınladı. Girişinde de, o zamanki komutan Ali Keskiner'in imzası var. Anayasal bir ülkede, resmi bir gizli örgüt cinayet işler diye yazarsanız, suçlusunuzdur. Adamı mezardan çıkarıp asarlar. Sadece Kara Kuvvetleri sorumlu olmaz. Devrin Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay da, devrin Başbakanı S. Demirel de bundan sorumludur. Bugün 'vardır-yoktur' diye lafı gevelemekle olmaz bu iş. Olay bu boyutta... ST-31.15 talimnamesinde bir yeraltı örgütü var. O yeraltı örgütünün yapacağı işler arasında adam öldürme de var. Öldürülenin sağcı ya da solcu olması farketmez. Yeter ki cinayet bu örgütün amacına hizmet etsin. Şimdi, devlet içindeki bir örgütün kuramında adam öldürme varsa ve o ülkede faili meçhul siyasi cinayetler işleniyorsa, kuşkunun birinci odağı bu örgüt olur."
CUMHURİYET, 17 KASIM'90, Uğur Mumcu'nun yazısından:
"..ST 31-15 Kara Kuvvetleri Sahra Talimnamesi, özel harbi soğuk savaş dönemlerinde de geçerli bir savaş yöntemi olarak kabul eder. Konunun can alıcı noktası da budur... "Gayrı nizami kuvvet" nedir? Sıkıyönetim dönemlerinde gözaltına alınan sanıklar eğer "gayrı nizami hareket" üyeleri ve yandaşları olarak görülüyorsa, sorun işte bu noktadan kaynaklanır. Sorun, kendilerini "kontr-gerilla" örgütü olarak tanıtan asker ve sivil sorgucuların sıkıyönetim dönemlerindeki etki ve yetkileridir. ÖHD görevlileri bu sorgularda görev aldılar mı, almadılar mı? Sorun budur. Sorun, ÖHD'nde görev alanların savaş ve işgal dışında görev yapıp yapmadıklarıdır... Özel Harp bir Sovyet saldırısı karşısında kullanılmak üzere sivil halkı işgale karşı örgütlemeyi amaçlayan NATO destekli bir askeri kuruluştur. 12 Eylül öncesi ve sonrasında ele geçen, sayısı 804 bin 197'yi bulan silahın onda dokuzu NATO ülkelerinde üretilen silahlardı. Bu olgu bile yaşadığımız ve daha da yaşayacağımız olaylarda ipucu olmalıydı."
Kaş Yapayım Derken Göz Çıkardın Netekim!
Özel Harp Dairesi üzerinde kuşkuların yoğunlaşmasına en büyük katkılardan birini, belki de istemeyerek, eski Genelkurmay Başkanı Kenan Evren, aşağıya alıntılanan iki açıklamasıyla yapmıştır. Anılarının 431. sayfasında Demirel'le 5 Mayıs 1980 günkü görüşmesini şöyle aktarıyor:
"..(Demirel) Özel Harp Dairesi'ndeki personeli teröristlerle mücadelede kullanmamızı ve onlarla çete savaşı yapmak suretiyle öldürülmelerini, vaktiyle de bu teşkilatın böyle kullanıldığını söyledi (1971 Sıkıyönetim dönemindeki Kızıldere olaylarında kullanılan personeli kastediyordu). Bu hal tarzına şiddetle karşı çıktım. Büyük emeklerle kurulan bu teşkilatın görevinin bu olmadığını, vaktiyle yanlış kullanıldığını, ben Genelkurmay Başkanı olduktan sonra Özel Harp Teşkilatını esas görevine yönelttiğimi, tekrar kontrgerilla söylentilerinin ortaya atılmasına müsade edemeyeceğimi söyledim.."
26 Kasım 1990 günü "Hürriyet"te yayınlanan bir demecinde ise Evren, açıklamalarını daha da ileri götürüyor:
"Benim Genelkurmay Başkanlığım sırasında, dönemin Başbakanı Süleyman Demirel bana geldi. Özel Harp Dairesi'nin anarşi ve terörle mücadelede kullanılmasını istedi. Ben 'Olmaz' cevabını verdim. Demirel, 'Ama 1971'deki sıkıyönetim döneminde bu amaçla kullanılmıştı' dedi. Ben yine kullanamayacağımı söyledim. Kanaatim o ki, Genelkurmay Başkanlığım sırasında, bu teşkilat görevi dışında kullanılmadı. Ama belki, bana intikal ettirilmeden, bazı yerlerde gayrı resmi olarak teşkilattan bazı kişiler bu işe bulaşmış olabilir. Bunu bilemem."
Sayın Evren, Özel Harp Dairesi'ni asıl amacına yönelttiğini söylüyor, yani daha önce sapmalar varmış, bu biir...
Yine Sayın Evren, Genelkurmay Başkanı iken Özel Harp Dairesi'nin resmen görev dışı kullanılmadığını, ama gayrı resmi olarak ve teşkilattan bazı kişilerin bu işe bulaşmış olabileceğini kabul ediyor, bu ikii...
Şimdi bu iki açıklama akla şunları getiriyor:
1. Evren, Genelkurmay Başkanı olmadan evvel ÖHD anarşik olaylara ve hem de resmen bulaşmış. Bunların ne olabileceği o kadar önemli değil. İster sol ideolojinin halkın gözünden düşmesi için - ki ÖHD için bu, vatani vazifedir, yani kutsal bir iştir - sol adına terör eylemleri düzenlenmiş olsun - ki banka soymaktan bombalamaya, adam öldürmekten kahve taramaya kadar her türlü terör eylemi olabilir-, ister Ecevit'e suikast girişimleri olsun... Nasıl olsa bir seçimle Ecevit veya sol tasfiye edilemeyecekti. Yani "seçimlerden fayda umulmuyordu"!.. Şimdi kalkıp da kim bu olayların ardında şu teşkilat bu teşkilat var deyip de resmen ispat edebilir?.. Çünkü bunları yapanların amacı vatanı savunmaktır. Bu tip insanlar tüm devlet kademelerine, kurum ve kuruluşlara, özel ve devlet sektörüne kök salmışlardır. Tüm bunlara rağmen bu olayı, kontrgerillayı ortaya çıkarmak bugünkü iktidarlar için imkansızdır Türkiye'de. Çünkü İtalya'da bile, Cumhurbaşkanı Cossiga Gladio konusunda ifade vermekten kaçındı. Türkiye'de ise değil Cumhurbaşkanının ifade vermesi, savcı beylerin kontrgerilla konusunda yazılan ve söylenenleri ihbar kabul edip soruşturma başlatması dahi söz konusu olmamaktadır!..
2. Evren Genelkurmay Başkanı iken bile, ÖHD'den bazı kişiler anarşik olaylara karışmış olabilirler. Ve bu da Genelkurmay Başkanı olan kendisine, yani en üst komutanlarına intikal ettirilmemiştir!.. En üst komutanları dahi - tamamen olmasa bile - bu daireden bazı kişilerin teröre bulaşmış olabileceğini ifade ediyor!.. Normal vatandaşlarca bazı şeyler iddia ediliyordu da, bazı çevreler hep, 'bunlar maksatlı iddialar, belli bir ideoloji mensuplarının iddiaları... Amaçları orduyu yıpratmaktır vs. vs...' diyorlardı. Ya Evren'in sözlerine ne diyorlar? En üst komutanları bunu söylüyorsa, ÖHD'den bazı kişilerin teröre bulaştığı kabul edilmelidir.
DEMOKRASİNİN SONBAHARI, Cüneyt Arcayürek, S.371:
CHP'nin eski Milli Savunma Bakanı Hasan Esat Işık, Cüneyt Arcayürek ile yaptığı görüşmede şunları söylüyordu:
"..Fikir planında geçerli ve doğru. Kontrgerilla her ülkede var... Yalnız şu durumlar var: 1- Fikri ABD vermiş. 2- Finansmanını yapmış. 3- Bu örgüte sızmalar olmuş. Bu sızmalar, Pentagon'dan başlar CIA'nın sızmasına kadar sürer."
Bu Bölüm 01 Ağustos 2008 tarihinde eklenmiştir.
ÖZEL HARP DAİRESİ HAKKINDA TEKNİK BİLGİLER:
Kurtuluş Karadeniz
http://www.kibris1974.com/ozel-kuvvetler-komutanligi-t12222.html
İkinci Dünya Savaşının ardından başlayan kutuplaşmalar devletlerin güvenlik açısından yeniden organize olmalarını gerektirmiştir.Bu gereksinimler özellikle soğuk savaş döneminde ordularında kendi bünyesi içinde asimetrik tehditleri analiz edip karşı koyabilecek yeni birimler oluşturmasını sağlamıştır. Bu maksatla 1952 yılında dönemin Yüksek Savunma Kurulu'nun kararıyla Milli Avcı Birlikleri kurulmuştur.Kuruluş aşamasında özellikle Amerika Birleşik Devletleri'nin desteği alınmış birliğin temel eğitimi ve teçhizat ihtiyacı A.B.D.den karşılanmıştır, Kurulduğu dönemde görevi kabaca, silahlı kuvvetlerin düşman hatları ötesindeki faliyetlerini kolaylaştıracak çalışmalar yapması olarak belirlenmiştir,bu kaba tanımlama kısaca ordunun ihtiyaç duyduğu istihbarat bilgilerinin toplanması ve cephe ötesinde belirlenen kilit operasyonlarda görev almak olarak açıklanabilir.İlerleyen zaman içerisinde Milli Avcı Birlikleri gelişimini modern çağın gereklerine uygun olarak sürdürmüş ve Türk Silahlı Kuvvetleri'nin reorganizasyonu kapsamında 1992 yılında Özel Kuvvetler Komutanlığı adını almıştır.
Özel Kuvvetler Komutanlığı'nın Görevleri
Özel Kuvvetler Komutanlığı sıcak çatışma,asimetrik tehditlere karşı koyma,düşman hatlarının ötesinde istihbarat toplama,düşman derinliklerinde özel harekat,arama-kurtarma gibi görevlerin yanı sıra seferberlik ve savaş hallerinde halkın örgütlenmesi silahlandırılması ve kontrolü gibi görevler üstlenir.
Özel Kuvvetler Komutanlığı Personelinin Genel Özellikleri
Özel Kuvvetler Komutanlığı'nın personel ihtiyacı gönüllülük esasına göre kıtalardan ve sınıf okullarından karşılanır. Subay ve astsubaylardan oluşan personelin seçiminde ağır görev şartlarına uyum sağlayabilecek bedeni ve fikri yeteneğe sahip kişilerin aranması esas alınır. Özel Kuvvetlere seçilen her personel 42 ay sürecek zorlu eğitim sürecini başarıyla tamamladığı takdirde bu komutanlık bünyesindeki özel birliklerde görev almaya hak kazanır.
Halk arasında Bordo Bereliler olarak bilinen bu birliğin mensupları üstün savaş yeteneklerine sahip şartlar ne olursa olsun verilen görevi yerine getirme konusunda uzman politik ve ekonomik konuları çok yakından takip eden gerektiğinde diplomatlık görevi üstlenebilecek kadar devlet-dünya siyasetine yakın,farklı kültürlere çok kolay adapte olabilen bunun yanında komando, paraşüt, hayat-ı idame,su altı savunma-taaruz istihbarat konularında uzmanlaşmış elit askerlerdir.
Yurt içinde 72 haftalık temel nitelik kursu gören personel, akabinde ihtisas alanına göre 10-52 hafta arasında değişen yurt içi ve yurt dışı ihtisas eğitimi alır.Bu süre zarfında aldıkları eğitimler şunlardır;
-Muharebe temel eğitimi
-Göğüs göğüse muharebe
-Uzak mesafeli keşif devriye
-Sızma
-Teşhis- tanıma ve tanımlama
-Hayatı idame
-Kaçma kurtulma
-Hedef tarifi - Ateş tanzimi
-Psikolojik Harekat
-Tahrip
-Paraşüt
-Kurbağa adam
-Gayri nizami savaş
-Özel harekat türleri
-Yer ekip komutanlığı
-Tahrip teknikleri - mayın ve bubi tuzakları
-İlk yardım
-Cerrahi müdahale teknikleri
-Mühimmat imha
-Hafif ve ağır silah uzmanlığı
-İstihbarat uzmanlığı
-Muhabere kursları
-Psikolojik harekat kursları
-Ranger
-Hava İndirme
-Sivil İşler
-Halkla İlişkiler
-En az bir yabancı dil eğitimi
-Yöresel dil ve kültürel eğitimler
Ayrıca 2000 yılında Özel Kuvvetler Komutanlığı bünyesinde kurulan Doğal Afet Arama Kurtarma ( DAK ) birliği her türlü doğal afetde arama-kurtarma faliyeti icra edecek kabiliyete sahiptir.DAK timleri yurdun her köşesine 3 saat gibi kısa sürede ulaşıp afet bölgesinde hem halkın güvenliğini sağlayacak çalışmaları organize eder hemde elindeki modern cihazlarla arama-kurtarma çalışmalarda yer alır. Bordo Bereliler, ileri teknoloji ürünü cihazlar ve silah sistemleri ile donatılmış üstün eğitim ve esnek bir komuta sistemine sahip çok maksatlı bir kuvvettir.
ÖZEL HARP DAİRESİ’NİN BAŞLANGIÇTAN GÜNÜMÜZE TARİHÇESİ Gök Yeleli Bozkurt
http://www.kibris1974.com/ozel-kuvvetler-komutanligi-t12222.html
İkinci dünya savaşı İtalya ve Nazi Almanya’sının yenilgisinin yanı sıra, Amerika’nın atom bombası atarak Hiroşima ve Nagazaki’de gerçekleştirdiği kitlesel ölümle son buldu derken ikinci dünya savaşını patlayan bu bombalarla ortaya çıkan soğuk savaş takip etti. Bu savaşın temelinde, Doğu Avrupa ülkelerinin de komünizmi tercih etmesi ve Amerika’yı Sovyetler Birliği’nin yanı sıra komünizmin de tehdit etmesi yer aldı. ABD, Sovyetler Birliği ile işbirliğine gitti hatta kontrolü altına alarak tehdidi bire indirdi ama komünizmin Batı Avrupa ile sınırlı kalmayıp Afrika ve Asya ülkelerinde de hızla yayılması tehdidin ne kadar büyük olduğunu gözler önüne seriyordu. Amerika, düşmanın önünü kesme yolunu istihbarat örgütleri ve gizli ordular oluşturarak bunları kullanmakta buldu. Nitekim Ulusal Güvenlik konseyi NSC ve Merkezi haber alma teşkilatı CIA ’yı kurdu. Aslında Amerika’nın stratejik hizmetler bürosu OSS isimli bir istihbarat merkezi mevcuttu ama artık komünizm isimli bir düşman vardı ve Amerika’nın gerekirse örtülü operasyonlar yapabilecek bir gizli servise ihtiyacı vardı.Bu amaçla CIA kuruldu ve komünizm ile savaşta ana rol CIA ‘ya verildi.
Bu gizli orduların oluşturulma fikri ise Nazi subayı olan Reinhard Gehlen’e aitti. Gehlen’e göre Hitler’den sonra komünizm ile sadece Amerika baş edebilirdi. Bu amaçla 1945’te Amerika’ya teslim oldu. Kızılordu ve Stalin hakkında bir takım belgeleri sundu ve 129 sayfalık bir sunum verdi. Gehlen’den etkilenen Amerika, Gehlen’i CIA ‘nın başına geçirilen Allen Dulles ile temasa geçirdiler. Gehlen’in kuracağı gizli ordu Almanya da yeni bir hükümet kurulana kadar Amerika tarafından finanse edilecekti.
Gehlen, gizli ordularını kurmakla meşgulken gitgide yayılan komünizm Amerika’yı her geçen gün daha da korkutmaktaydı. Bu amaçla stratejik noktalarda bulunan ülkeler ile işbirliği arayışındaydı ve akla gelen ilk isim Türkiye idi. Soğuk savaşın başlamasıyla Amerika’nın Türkiye’ye askeri ve maddi yardımı da başladı. Amerika’nın asıl amacı Sovyetler Birliği’ne karşı Türkiye’yi tampon bölge yapmaktı. 5 ekim 1947 de genel kurmay başkanı Salih Omurtak başkanlığındaki heyet Amerika’ya gönderildi. Bu görüşme bir dönüm noktası oldu. Alınan karar Türk subaylarının Amerika’ya gönderilip komünizme karşı gerilla eğitimi alması.
Türkiye’de solculara karşı olan baskı gittikçe artarken Alparslan Türkeş ve Turgut Sunalp’in liste başı olduğu ekip özel harp eğitimi görüyordu. Bu sırada subaylarını Amerika’ya eğitime gönderen Türkiye NATO’ya girmek istiyordu. Yalnız Türkiye’nin ilk talebi kabul edilmedi ama ısrarcı davranan Türkiye talebini sürekli yeniliyordu. Tam bu sırada Amerika yanlısı Kuzey Kore 38. paralelde yer alan Güney Kore topraklarına girdi. Bu Türkiye için Amerika’ya yaranmak adına eşsiz bir fırsattı. 25 Temmuz 1950’de Tuğgeneral Tahsin Yazıcıoğlu komutasında bir tugay gönderildi. Bu sırada Güney Kore’de gönüllü olarak askere katılan 2000 Çinli ülkemiz için zor anların başlangıcı oldu ve tugay ilk ağır kayıplarını verdi.
Buna karşılık ikinci bir tugay Kore’ye gönderildi. Tugay komutanı ise Amerika’daki eğitimini tamamlamış Turgut Sunalp’ti. Amerika’da ki eğitimini tamamlayan bazı subaylar da bu tugay içinde özel harp tekniklerini pratiğe dökmek amacıyla Güney Kore’ye yollandı ama ikinci tugayın çok şiddetli bir çatışma fırsatının olmaması durumundan daha çok Amerika’ da öğretilen istihbarat ve sorgulama tekniklerini kullanma fırsatını bulabildiler.
Savaş sona erdiğinde NATO bünyesindeki ülkeler Sovyetler Birliği’nin Batı Avrupa ülkelerini işgal etme çabasında bulunacağı korkusu sarmıştı. Bu durum Amerika ve ingiltereyi yeni yollar arayışına götürdü ve gizli orduların kurulmasında karar kıldılar. Bu gizli orduların kuruluşunu CIA ve MI6 üstlendi. Profesyonel askerlerin katılımı dahilinde gizli orduların kurulmasında ülkelerin askeri ve istihbarat birimleri etkin rol aldı. Örgütlerin kurucuları Amerika’da eğitimden geçti. Teknik destek silah yardımı hatta bu silahların saklanacağı gizli depolar oluşturuldu. Bunların tüm kaynağı Amerika’ydı. Özel harbin tek unsuru askerler değildi. İşgal sırasında yer altı operasyonları düzenleyebilecek siviller de mevcuttu. Bu siviller meslek grubu ayırt edilmeksizin seçildi. Kamplarda sıkı bir özel harp eğitiminden geçirilen sivillere örgüte yeni siviller bularak katma yetkisi verildi.
Nato ülkelerinde oluşturulan bu gizli ordulara tarihine bulundukları konuma vb. göre isimler verildi. NATO’ya bağlı ilk gizli ordu İtalya da oluşturuldu ve adı roma kılıcı anlamına gelen “Gladio” oldu. Fransa’da da İtalya’daki kadar etkin bir komünist hareket vardı. Fransa’da kurulan gizli ordunun adı rüzgar gülü anlamına gelen “Rose Des Vent” konuldu. İtalya ve Fransayı Portekiz takip etti ve bu gizli ordu “Aginter Pres” yani aginter yayıncılık adını aldı. Ardından Belçika da kurulan gizli ordunun adı İtalya’nın ki ile aynı anlama gelen “Glavie” adını aldı.Norveç in gizli örgütü “Rocambole” ise Özel Harp Dairesi’ne yakın bir tarihte kurulmuştur. Danimarka’daki gizli ordu ise adını mitolojik kahraman “Absalon” dan almıştır. Ortaçağ’da elinde kılıcıyla Rusları yenilgiye uğratan bir psikoposun adıydı. Fransa’nın hemen ardından gizli bir ordu kuran Yunanistan’ın gizli ordusunun adı ise “Koyun Postu” oldu. Nato üyesi olmayan İsviçre’nin gizli örgütünün adı “Gizli Müdaafa Örgütü”, Avusturya’nın ki “Gezici Spor ve Dostluk Birliği”, İsveç’in ki ise “Silah Kardeşliği” idi.
Sonunda Türkiye Kore’ye asker gönderme amacına ulaşmış, 19 Eylül 1951’de NATO, Türkiye nin katılımını onaylamıştır. Artık NATO üyesi olan Türkiye ise Soyvetler Birliği işgaline karşı bir gizli örgütün kurulması gerekçesini kabul etmiştir. Amerika ve İngiltere’nin rehberliğinde oluşturulan bu ordular daha önce İtalya, Fransa, Almanya, Yunanistan ve Belçika’da kurulmuştu.
Sovyetler Birliğine en yakın ülke Türkiye idi ve en kolay istihbarat Türkiye üzerinden sağlanabilirdi. Diğer ülkelerde de olduğu gibi Amerika’nın rehberliği ile kurulan gizli ordulardan biri Türkiye’de de kuruldu ve adı “Özel Harp Dairesi” oldu. Gizlilik nedeni ile kağıt üzerinde “Seferberlik Tetkik Kurulu” olarak gösterildi. Kurulan harp dairesi diğer gizli ordular ile aynı işi görecekti. Komünizm ile mücadele, Özel Harp Dairesi kurulduktan hemen sonra genelkurmay ikinci başkanlığına bağlandı ki bu da gizliliğin boyutunu ortaya koyuyor.
Özel Harp Dairesi’nin başına Daniş Karabelen komutan olarak atandıktan sonra yavaş yavaş dairenin kadrosu oluşturulmaya başlandı. Karabelen, genelkurmay tarafından tam yetkili ilan edildi. Dolayısı ile dairede görev yapacak subay ve astsubayları kendisi seçiyordu.
Özel Harp Dairesi’ni oluşturan askeri unsurların oluşturulması için İzmir Menteş kampı Özel Harp Dairesi kampı olarak kuruldu ve başına yine Karabelen getirildi. Eğitilen personele Kore’de uygulanan özel harp ve örtülü operasyon teknikleri öğretildi. Görevleri ise komünistlere karşı halkı örgütlemek, direniş ağı kurup tüm ülkeye yaymak, sabotaj, suikast ve benzeri yıpratma operasyonları yapmaktı.
Özel Harp Dairesi’nde, Sovyetler Birliği’ne karşı cephe gerisinde direnişte askeri unsurların yanı sıra sivil unsurlara da görev verildi. Örgütün ikinci unsurunu oluşturan sivillerin kaydı Özel Harp Dairesinde kod isimler ile yapılıyor, özel harpçi siviller kesinlikle birbirini tanımıyordu. Her tür meslek grubundan seçilip bir çoğu lise ve yüksekokul bitimi dönemlerinde daireye alınıyor, Amerikalıların gösterdiği özel harp teknikleri sivil unsurlara da öğretiliyordu. Daha önemli bir durum ise Amerika’nın yardımı ile oluşturulan silah depolarını bölgeye ait görevi bulunan siviller de biliyordu. Görevleri işgal durumunda bu silahları depolardan çıkarmaktı. İlerki yıllarda askeri unsurlar bordo bereliler ismini alınca sivil unsurlarda beyaz kuvvetler ismini almıştır.
Özel harp, soğuk savaşa uygun taktik ve strateji içeren yöntemlerden biriydi. Zaman zaman gayri nizami harp, sınırlı harp, özel savaş, kontrgerilla savaşı gibi adlarla anılan özel harp de askeri bir terimdir. Ancak burada orduların her türlü saldırı ile karşı karşıya kalması durumu söz konusu olduğundan olay sadece askeri boyut ile sınırlı değil siyasal ve ekonomik boyutları da kapsayan bir işlevi var.
Türkiye’nin NATO’ya üyeliği sadece silahlı kuvvetlerde yapısal değişikliklere yol açmadı. Silahlı kuvvetlerden sonra en büyük yapısal değişiklik dönemin istihbarat teşkilatı Milli Amele Hizmetleri (MAH)’de oldu.NATO’ya bağlı tüm ülkelerin gizli ordularının kuruluşunda ülkenin istihbarat servisleri etkin görev almıştı ama Özel Harp Dairesi’nin kuruluşunda MAH yer almadı. Ancak Özel Harp Dairesi kurulduktan sonra Amerikalılar MAH’a da el attılar ve ilk Özel Harp Dairesi ve MAH’ın ortak çalışmasının temeli atılmış oldu. Bu ortak çalışma Tümgeneral Behçet Türkmen’in MAH’ın başına geçirilmesi ile oldu.
Kurtuluş savaşı yıllarında istihbarat çok da koordineli olmayan başka örgütler tarafından yürütüldü. Savaştan sonra ise bu faaliyetler genelkurmay istihbarat dairelerine ve ordu müfettişliklerine verildi. Cumhuriyetin kuruluşundan sonra ise Türkiye güçlü bir istihbarat örgütü kurmanın ilk adımlarını attı, Almanya’dan yardım istendi ve bu amaçla albay Walter Nikolai 1926 yılında Türkiye ye gelerek çalışmalara başladı. Bu faaliyetlerin sonuç vermesi ile MAH, 6 ocak 1927 de kuruldu.
Alt yapı kadrosu asker ve sivillerden oluşan MAH’ın ilk başta espiyonaj, kontrespiyonaj, propaganda, teknik ve destek faaliyetleri olarak adlandırılan dört ana şubesi vardı. Özellikle espiyonaj şubesi tamamen askerlerden oluşuyordu. Bu nedenle teşkilat, Genelkurmay Başkanlığı’na bağlıydı. Dolayısıyla MAH uzun yıllar Genel Kurmayın bir birimi gibi çalıştı.
Yaşanan gelişmeler ve özellikle MAH’ın kuruluşundan beri dillerde dolanan MAH, CIA kontrolünde mi gibi söylentilerin detayları 27 mayıs 1960 darbesinden sonra Yassıada yargılanmalarında su yüzüne çıktı. CIA’dan alınan paralar yargılamanın örtülü ödenek bölümünde ortaya çıktı.
CIA’nın denetimine girmesi ve Özel Harp Dairesi ile ortak çalışmasından itibaren MAH için de artık asıl düşman komünizmdi. Amerikalıların isteği MAH’ın sadece istihbarat faaliyetinde değil ayrıca operasyonlar da düzenleyecek kabiliyete sahip olmasıydı. Bu nedenle anılan kararla MAH bünyesindeki subayların da özel harp eğitiminden geçirilmesine karar verildi ve 1954 yılında dört subay Amerika’ya gönderildi. Dört subay içinde en rütbeli olan ise yüzbaşı Fuat Doğu’ydu.
Yaklaşık bir yıl süren eğitimin sonunda Türkiye’ye dönen ekibin şimdiki görevi bu teknikleri diğer personele öğretmekti. Bunun için CIA tarafından hemen Emirgan’da bir okul kuruldu. Adı İstihbarat Okulu olan bu özel harp eğitim merkezinin baş öğretmeni Fuat Doğu’ydu. Her bir detaya değinilerek verilen bu eğitimler sonucu artık MAH personeli operasyon da yapabilecek kabiliyete sahip oldu. Türkeş gibi daha gençken İsmet İnönü’nün ismini bildiği Fuat Doğu, 14 eylül 1954 te MAH’a geçti.
Adnan Menderes hükümeti zamanında 1950’li yılların ortasında gündemde Kıbrıs sorunu vardı. Yunanistan, 25 Temmuz 1955’te Birleşmiş Milletler’den Kıbrıs konusunu gündemine almasını isteyerek sorunu uluslararası platforma taşıdı ki akabinde sorun uluslararası büyük bir anlaşmazlığa dönüştü ve artık Kıbrıs Türkiye’nin iç politikasını belirlemeye başladı.
Bu dönemde Ermeni, Yahudi ve Rum vatandaşları rahatsız eden gelişmeler yaşanıyordu. İstanbul’daki Rum ve Ermeniler kapılarında haç işareti ile karşılaştılar. Aynı günlerde İstanbul’un bazı semtlerinde bazı kişiler tarafından Kıbrıs’ın tamamen Türk olduğunu gösteren haritalar dağıtılıyordu ve bu kişileri kimse tanımıyordu.
Bu olayların yanı sıra Özel Harp Dairesinde’de gerginlik ve hareketlilik hakimdi. Özel Harp Dairesi başkanı Karabelen görevden alındı, 28.Tümen komutanlığı yardımcılığına atandı. Yerine de yeni komutan atanmadı. Karabelen’in yeni göreve başladığı sıralarda Expres gazetesinde Atatürk’ün Selanik’teki evine bomba atıldığı haberi yayımlandı ve gazete kentin belli bölgelerinde hızla dağıtıldı. Öte yandan Taksim meydanında izin alınmadan bir miting yapıldı. Mitingin ardından olaylar çıkmaya başladı. Gayrimüslimlerin sıklıkla yaşadığı bölgelerde iş yerleri taşlandı ve evlere saldırılar düzenlendi. Olayların gidişatından elde edilen izlenim bariz olarak saldırgan grupların hedefleri önceden bildiğini gösteriyordu. Yağma gruplarının ellerinde adresler olduğu kesinliğe kavuştu. Bu adresler MAH ve Özel Harp Dairesi’ne verilen listelerdi. Ev ve dükkanların yanı sıra kilise ve mezarlıklara da saldırılar düzenlendi, korkunç zararlar verildi. Saldırılar İstanbul’un akabinde gazetede yayımlanan haber doğrultusunda İzmir’e de sıçradı ve saldırının hedefi Konak meydanına çekilmiş Yunan bayrağı oldu.
Gayrimüslimlerin evlerinin işaretlenmesinden bu yana İstanbul polisi alarmdaydı. Olaylar başladığında polisler seyretmekle yetindi. Ne kadar yardım istense de polislerin verebildiği tek cevap bir şey yapamam oldu. Polise hırsızlık ve yangın olayları dışındakilere göz yumun emri gelmişti.
Olayların başlamasının ardından sıkı yönetim ilan edildi. Sıkıyönetim komutanı Nurettin Aknoz, İstanbul’u Beyazıt, Beyoğlu ve Kadıköy olarak 3 bölgeye ayırdı. Yağmalama eylemlerine katılanları yargılamak adına bu üç bölgede askeri mahkemeler kuruldu ama tüm yargılananlar hakkında bir süre sonra iddialar ve dosyalar düşürüldü.
Adnan Menderes’in komünistlerin kışkırtması olduğunu belirtmesi üzerine sıkıyönetim komutanı Aknoz’un talimatıyla komünist avına çıkıldı. Polis çoğu bilindik isimler olmak üzere tahrik etmek ve yağmaya katılmak suçlamasıyla 48 kişiyi göz altına aldı. Bunun yanı sıra Aknoz’da tüm yayınların komünistler tarafından yapıldığının yazılması talimatı verdi. NATO ve üyesi ülkeler, sıkı yönetim ve hükümet aleyhine kesinlikle yazı ve haber yer almayacaktı.
Öte yandan bombalama haberini veren istihbaratçı Mithat Perin’in sahibi olduğu Expres gazetesinin o sayıyı yayına hazırlayan Gökşin Sipahioğlu, olayların istihbarat örgütü MAH tarafından organize edildiğini yazıyordu. Hemen ardından yıllar sonra konuşan bir isim vardı. Orgenerel Sabri Yirmibeşoğlu. Yaptığı açıklamayla 6-7 Eylül olaylarının ayakta alkışlamaya değer bir şekilde koordine olmuş bir özel harp işi olduğunu belirtmiştir.
Özel Harp Dairesi’nin ilk gizli eylem alanı Kıbrıs oldu. Özel Harp Dairesi elini çabuk tutmuş üç ay önceden adaya gidilip sivil unsurlar örgütlenmeye başlamıştı bile. Öte yandan Yunanistan gizli ordusu “Koyun Postu” da Kıbrıs’taki Rumları örgütleme yoluna gitti. Dolayısı ile Özel Harp Dairesi, Yunanlıların sivillerden kurduğu EOKA örgütü ile karşı karşıya geldi. Türkler de sivillere eğitim vererek “kara çete”, “volkan” gibi örgütler kurdular ancak bu örgütler EOKA’ya karşı organizede sıkıntı çekiyordu. İstenen, Türkiye’den askeri ve silah desteği verilmesiydi. Sonunda Adnan Menderes hükümeti de adada gizli bir örgütün kurulmasını istedi. Amaç adanın bir bölümünde Türk devleti kurulmasını sağlamaktı.
Gizli örgütün kurulma çalışmalarına başlayan İsmail Tansu, detaylı bir proje hazırladı. İçeriğinde kurulacak gizli karargahlara kadar en detaylı bilgiler yer aldı. Bu sırada örgütün liderliği yarbay Rıza Vuruşkan’a verildi.1 ağustos 1958’de kurulan yavru özel harekat timi TMT’nin ilk dört kişilik hücresi oluşturuldu. İlk etapta ise adaya 5 subay 14 de yedek subay gönderildi.
Adaya giden özel harpçilere maske görevler bulunarak kamufle sağlandı. TMT lideri Vuruşkan’ın maske görevi müfettişlikti. Hiç bir yasal dayanağı olmayan bu örgütün silah ve cephane teminatı ile Milli Savunma Bakanı Ethem Menderes ilgileniyordu. Bakanlık, ilk olarak adaya gönderilecek silahlara çürük raporu çıkartıyor daha sonrada depolardan çıkartılıyordu. Sonradan da adaya sevk ediliyordu. Bunun akabinde ada ile Ankara Özel Harp Dairesi arasındaki iletişimde kullanılmak üzere Türkiye’ye olası bir Sovyetler işgalinde NATO ile temas kurmak için verilen telsizler kullanıldı. Amerikalıların denetimde telsizlerin yokluğunu farketmemeleri için kutular peynir kalıplarıyla doldurulup tekrar gömüldü.
Kıbrıs’ta TMT içinde görev alacak siviller uçakla adadan Türkiye’ye getiriliyor eğitim veriliyor ve tekrar adaya getirilirken yenileri Türkiye’ye getiriliyor, hiç bir boşluk yaşanmıyordu.
Özel Harp Daires’nin özel harp tekniklerini uyguladığı ilk yer Kıbrıs oldu bunu da kendi bünyesindeki TMT ile yaptı.
27 Mayıs 1960’ta Milli Birlik Komitesi’ni oluşturan 38 subayın yönetime el koyduğu açıklanarak Türkiye ileride daha şiddetlilerini yaşayacağı ilk askeri darbeyi gördü. Orgeneral Cemal Gürsel liderliğindeki komite ordu içinde tasfiyelere başladı, dört bin subay emekli edildi. İlginç olan ise Amerika’nın tüm masraflarını karşıladığı Özel Harp Dairesi’nin başında bulunan Karabelen’de emekliye sevk edilen subaylar arasındaydı.
Bu darbe, Özel Harp Dairesi için bir dönüm noktası niteliği taşıyordu. Çünkü Özel Harp Dairesi bünyesinde emekli edilen tek subay Karabelen değildi. Bunun yanı sıra onu aşkın subay emekli edildi ve yerlerine yenileri atanmadı. Milli savunma bakanlığından gelen ödenek de kesildi. Bu nedenle de dairenin tüm yükü Yarbay İsmail Tansu üzerine kalmıştı. O da bunun üzerine harekete geçerek daire ile ilgili planları öğrenmek istiyordu. Bu nedenle Başbakan Müsteşarı Alparslan Türkeş’ten randevu aldı. Türkeş, tüm bu olanlar doğrultusunda dairenin komünizm ile mücadeleden uzaklaştığı, Menderes’in istihbarat örgütü olarak çalıştığı izlenimini edinmişti.
Tansu ise Kıbrıs konusundaki hassasiyetten adadaki faaliyetlerde deşifre olma tehlikesi ile karşı karşıya olduklarını dile getirdi. Bunun üzerine Türkeş, dairenin kapanmayacağını ve tüm isteklerin karşılanacağının garantisini verdi. Aradan üç gün geçti. Ne paradan ne subaylardan haber yoktu. Bunun üzerine Tansu tekrar Türkeş ile görüşmeye gitti. Sorunların hallolmadığını gören Türkeş, Dışişleri Bakanı Selim Alper’i çağırarak ödeneğin teminini hemen sağladı ve dairenin sorunları çözüldü.
Darbeden sonra görevden alınan Karabelen’in yerine uzun süre komutan atanmadı. Emekliye sevk edilen subaylar arasında dairenin kurmay başkan ve başkan yardımcısı da olduğundan dolayı neredeyse dairenin başı boş gibiydi. Üstüne, Alparslan Türkeş’in sürgün edilmesinden sonra Milli Savunma Bakanlığı’ndan gelen para da kesildi ama Amerika’dan gelen parada hiç bir aksaklık söz konusu değildi. Yedi ay sonra Özel Harp Dairesi yeni komutanına kavuştu, Emekli Albay Faruk Ateşdağlı. Yalnız bu, Faruk Ateşdağlı’nın istediği bir görev değildi. Bu yüzden daire işleri ile pek ilgilenmedi. Yine tüm sorumluluk İsmail Tansu’nun omuzlarında devam etti. Bu ilgisizlikten dolayı kısa süre içinde Ateşdağlı görevden alındı hemen ardından dairenin gördüğü en düşük rütbeli subay göreve atandı.
Kurmay Binbaşı Şaban Başsoy, yaklaşık iki yıl Özel Harp Dairesi görevini yürüttükten sonra yerine 27 Mayıs’ın en aktif üyelerinden Albay Sezai Okan atandı.
27 Mayıs darbesini en sancılı atlatan askeri birlik Özel Harp Dairesi oldu. Bir sürü subay görevden alındı, yenileri atanmadı. Daireye gelen örtülü ödenekte aksamalar oldu hatta kesildi. Dairenin başı boş kalmasın diye atanan üç komutan da daire ile pek ilgili olmadı. Bu sıralarda Türkiye kendi içinde önemli gelişmeler yaşıyordu. Yassıada’da idama mahkum edilen Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan darağacına yollandı. Referandum ve seçim yapıldı, en önemlisi ise genelkurmay başkanlığı koltuğuna Cevdet Sunay oturdu. Türkiye için adeta yeni bir dönem başlıyordu.
Bu yeni dönemin baş düşmanı yine komünizmdi, çünkü 27 Mayıs anayasasının yarattığı ortamda sosyalist fikirler tartışmaya çok açıktı. Bu sebeple özellikle öğrenciler arasında sol görüş hızla yayılıyordu. Bu durumdan rahatsız olan Cevdet Sunay, devleti kurtarma planını yürürlüğe koydu. Düşman yine aynıydı ve bu sefer komünistlere karşı devletin yeni silahı islamcılardı. Her yerde devlet desteği ile Türkiye’nin menfaatleri için dinci dernekler açılıyordu. Tüm bu olaylar sürerken genel seçimler geldi ve Süleyman Demirel başbakan oldu. Yeni hükümet göreve başlar başlamaz iki kurumda önemli değişiklikler oldu. MİT ve Özel Harp Dairesi. Özel Harp Dairesi başına Tuğgeneral Recai Engin atandı. Yeni kamplar açıldı, ödenek arttırıldı. Özel Harp Dairesi yavaş yavaş eski ihtişamına kavuşurken MİT’de de köklü değişiklikler yapıldı. Fuat Doğu MİT müsteşarlığına getirilirken istihbarat daire başkanlığına ise Cihat Akyol getirildi. Ne var ki bu iki özel harp eğitimli subay da ileri zamanlarda her gün karşı karşıya gelmeye başladı ve MİT’te gergin bir hava hakim olmaya başlamıştı. Cihat Akyol, MİT müsteşarlığının kendi hakkı olduğunu savunmasına karşın Fuat Doğu’da Akyol’u koltuğunda gözü olmasıyla suçluyordu. Sonunda Süleyman Demirel kavgaya müdahale etti ve Cihat Akyol, Özel Harp Dairesi başına getirildi ve bunun akabindeki bir değişiklikte dairenin adı Seferberlik Tetkik Kurulu yerine Özel Harp Dairesi yani gerçek adını almıştı.
Cihat Akyol’un Özel Harp Dairesi başına gelmesi bir dönüm noktasıydı. Akyol, dairede yeni bir yapılanmaya gitti. Varlığını bugün bile sürdüren Amerikan askeri yapısı ve teknikleri ile birlikleri ve timleri yeniden dizayn etti. Bu sırada da gün geçtikçe gelişen dairenin artık küçük kaldığı kanaatince dairenin seviyesi tümene yükseltilmişti.
Bu değişiklikler etkisini kısa zamanda Türkiye üzerinde gösterdi. Yeniden yapılanan Özel Harp Dairesi etkinliğini sol hareketi önleme eylemlerinde gösterdi. İslamcıların ve ülkücülerin başrol oynadığı olaylar ve siyasal cinayetler bu dönemde yaygınlaştı. Tüm bunlar Cihat Akyol’un daire başında iken hazırladığı broşür ve kitapçıklarda yer alıyor, provokasyon eylemlerin etkinliği detaylı olarak anlatılıyordu. Akyol’un tüm anlattıklarının en son noktası darbe. 12 Mart ve 12 Eylül gibi. Bir çok gizli ordunun da kullandığı bir teknik olduğu da aşikardır. Siyasal cinayetler işleniyor, bombalar patlıyor, katliamlar gerçekleştiriliyor, sol görüşlü öğrenciler ile ırkçılar karşı karşıya getiriliyor. Amaç ise halkın bıkması ve gelecek yönetime razı olmasıdır.
Komünizmle mücadelenin bir parçası olan ülkücüler, Türkeş’in açtığı komando kamplarında gördükleri eğitim sonrası militan örgütlenmeye gidiyorlardı ve komünizme karşı şiddeti meşru sayıyorlardı. Onlara göre devlet komünizme karşı hiçbir şey yapmıyordu, o halde onların bir şeyler yapması gerekiyordu. Türkeş, açtığı kamplarda ülkücüleri hızla teşkilatlandırırken buradaki çalışma programı detayları ile ilk kez 1970 yılında emniyet müdürlüğünün hazırladığı raporda yer aldı. Raporda en göze batan ve en korkunç detay ise silahlı eğitim veriliyor olması gerçeğiydi!
Özel Harp Dairesi başkanı Cihat Akyol, ABD başkanı Kennedy’nin soğuk savaş süreci politikalarını sıkı takip ediyordu. Kennedy, o dönemde komünizm ile mücadelede yeni bir askeri kuvvetten bahsediyordu. Özel kuvvetler! Türkiye’de de Özel Harp Dairesi bünyesinde özel birimler kurulma girişimleri başlamıştı. Ne var ki hızlı ilerleme kaydedilemiyordu. Bunun üzerine Cihat Akyol ekibi ile birlikte Amerika özel kuvvetler komutanlığını görmeye gitti. Akyol ve ekibi detaylı bilgiler ile geri döndü. Cihat Akyol bu bilgileri Özel Harp Dairesi bünyesinde uygulamaya koyulurken komando kamplarında militanlaşmaya giden ülkücüler sokaklara çıkmaya başlamıştı. Hedefleri solcu öğrenciler, aydınlar ve bilim adamlarıydı. Amaç sol hareketin önünü kesmekti ve buna kimse dur demiyordu.
Ülkücülerin sokaklara dökülmesinin ardından her gün yeni bir olay yaşanıyor, peş peşe solcu öğrenciler öldürülüyordu. Bu dönemde kimler tarafından işlendiği bilinmeyen cinayetler kayıtlara geçmiyordu. En son bir Tıp fakültesini basan ülkücülerinin silahlarının ordu malı olduğu tespit edildi. Cinayette kullanılan 6815296 seri numaralı silahın Jandarma Teğmen Mustafa İlerisoy’a kayıtlı olduğu ortaya çıktı. İster istemez akıllara Özel Harp Dairesi’nin sivil unsurları ülkücüler mi sorusu geliyordu.
1971 yılında Cihat Akyol’un kuramına uyan provokasyon eylemleri başladı. Üniversite öğrencileri öldürüldü, bombalar patlatıldı, katliamlar gerçekleştirildi, sivil unsurlar sokağa döküldü ve sonunda 12 Mart 1971 günü darbe gerçekleştirildi. Sıkıyönetim ilan edildi, özgürlükler askıya alındı hatta kullanılmaz hale getirildi. Darbe sola karşı yapıldı. Sürgünler, gözaltılar, işkenceler başladı. Orduda kendi içinde sola karşı bir tasfiye girişimine başladı. Amaç ülkeyi yeniden biçimlendirmekti.
Gözaltına alınan kişiler için özel işkenceler ve sorgu merkezleri hazırlandı. İstanbul’daki merkez Ziverbey Köşkü’ydü. Sorgu ekibini özel harp eğitimi almış subaylar ve emniyetten bazı isimler oluşturuyordu. Köşkte sol görüşü savunduğu için gözaltına alınan birçoğu tanınmış isimler işkencelere maruz kalıyordu. Köşkteki işkenceci komutanlardan biri tanıdık bir isimdi, Turgut Sunalp. Sunalp, emekli olduktan sonra verdiği demeçlerde sorgulara katıldığını açıkladı. Üstelik işkenceli sorguları yapanların özel eğitimli olduğunu da itiraf etti.
27 Mayıs’taki gibi Özel Harp Dairesi, 12 Mart darbesinden de etkilendi ve bu sefer hedefte iki önemli isim vardı. Fuat Doğu ve Cihat Akyol. İlk görevden alınan Fuat Doğu oldu, iki ay sonra Lizbon büyük elçiliğine atandı. Cihat Akyol ise tasfiye edileceğini anlamasının üzerine bir dilekçe ile kıtaya çıkmak istediğini beyan etti ve talebi hemen kabul edilerek yeni görev yeri Trakya Tümen Komutanlığı’na ataması yapıldı. Cihat Akyol’un yerine ise hiç vakit kaybedilmeden Tuğgeneral Kemal Yamak atandı.
1973 yıllarına gelinmesine rağmen iki yıl önce gerçekleşen darbenin etkileri hala sürüyordu. Bu iki yıldan beri Özel Harp Dairesi’nin başkanlığını Yamak yürütüyordu. Sıkı yönetim komutanı ise Akyol’dan önce Özel Harp Dairesi başkanlığını yapan Recai Engin.
Tüm generallerde olduğu gibi Kemal Yamak ve Recai Engin’in de gözleri yapılacak olan Yüksek Askeri Şura’daydı. Her ikisi de görevlerinde kalmak istiyordu ve neticede istedikleri oldu.
Bu sırada gerçekleşen cumhurbaşkanlığı seçiminde koltuğa oramiral Fahri Korutürk oturdu. Yeni cumhurbaşkanını seçmiş olan Türkiye için kritik bir dönemdi. Çünkü genel seçimler de yaklaşmıştı. Kritik olan ise iki yıldır yönetimin askerin elinde oluşu, yönetime gelecek isimlerin bu yüzden çok önemli oluşuydu. Bu seçimlere sert konuşmalarıyla damga vuran bir isim vardı.Bülent Ecevit. Bu konularla ilgili ilk açıklamasını MİT için yaptığı karanlıktır diyerek istihbarat teşkilatı hakkında yapmıştı ki seçim tarihi yaklaştıkça açıklamalar da sertleşiyordu. Bu kez Ziverbey’deki olaylarla ortaya çıkan kontrgerilla ve işkencecilerden hesap soracağını söyledi ve seçim zamanı geldiğinde açılan sandıklardan CHP çıktı. Dolayısı ile Başbakanlık koltuğu Ecevit’in oldu.
Seçim meydanlarında kontrgerilladan hesap soracağız diyen Ecevit zamanla büyük sürprizlere şahit oldu. İlk önce Ecevit’in makam telefonunun MİT üzerine kayıtlı olduğu ortaya çıktı. Başbakanı bile rahatça dinliyorlardı. Bu konu, Ecevit’in, konuştuklarımda sakınca içeren bir şey yok açıklamasıyla kapatıldı. Asıl sürpriz ise, Ecevit’in kontrgerilla olarak bildiği varlığından dahi haberdar olmadığı Özel Harp Dairesi’nin, Ecevitin ayağına gelmesiydi. 1974 yılından beri her yıl alınan ödenek pek sağlıklı olmadı. Yamak’ın Amerikalı yetkililerle görüşmesi pek sağlıklı olmadı. İhtiyaç olan yeni silahların haberleşme sistemlerinin yenilerinin verileceğini yalnız bu maliyetin ödenekten kesileceğini belirttiler.Özel Harp Dairesi ödeneği alamadı. Akabinde gerekli paranın örtülü ödenekten sağlanması teklifi ortaya sürüldü. Yalnız bir sorun vardı. Bu ödeneğin kontrolü başbakanın elindeydi. Teklifin kabul edilmesi çok zor bir ihtimaldi ama yine de Genel Kurmay Başkanı Semih Sancar randevu alarak Bülent Ecevit ile görüşmeye gitti. Bu görüşme, dairenin deşifre olduğu andı.
Ecevit, ilk defa gizli bir kuruluştan haberdar oluyordu. Semih Sancar yanında Özel Harp Dairesi’ne ait evraklar da getirmişti. İstenilen paranın yüksek olması nedeniyle bir düşüneyim diyerek evrakları Sancar’dan aldı. Bu Ecevit için eşi bulunmaz bir fırsattı. Ödeneği sağlaması, Özel Harp Dairesi’ni kontrol altına almak demekti. Ödeneği verecekti ama Özel Harp Dairesi’nin tüm girdi çıktılarını öğrenme şartını sunuyordu. Ecevit, hemen Özel Harp Dairesi hakkında bir brifing istedi. Genelkurmay Başkanı Semih Sancar Ecevit’i arayarak brifing verileceğini söyledi. Ecevit, daire hakkında brifing alacak ikinci siyasetçiydi. Brifing çok gizli tutulmuştu. Semih Sancar ve Kemal Yamak eşliğinde brifing başladı. Yalnız bir nokta Ecevit’in kuşkularına kuşku eklemişti. Bunun sebebi Özel Harp Dairesi’nin sivil uzantılarının olmasıydı.
Özel Harp Dairesi’nin varlığından artık haberdar olan Ecevit dairenin sivil unsurlarını iptal etmek için girişimlerde bulunduysa da bu konu askıya alındı, çünkü daha önemli gelişmeler yaşanıyordu. Ecevit’in başbakanlık koltuğunda TSK, 20 temmuz 1974’te Kıbrıs’a çıktı. Adada aktif görev alan birimlerden biri ise Özel Harp Dairesi’ydi. Daireye ek bir görev de tahsis edildi. Adadaki tüm istihbarat faaliyetlerini Özel Harp Dairesi yürütmeye başladı. Ancak hareketin son günlerine yaklaşılmasına rağmen Genel Kurmay’a da Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na da bir bilgi gelmiyordu. Sonunda görevi Genel kurmay İstihbarat Dairesi üstlendi ve Deniz Kuvvetleri’ne istihbarat sağlandı. Yamak’a göre Deniz Kuvvetleri Komutanı Kemal Kayacan’ın istediği tüm bilgiler albüm halinde gönderildi ancak çok gizli damgalı olduğundan askerler tarafından ilgili komutanlıklara gönderilmek yerine arşive kaldırılmıştı. Özel Harp Dairesi’nin istihbarat toplamaması nedeniyle ilk gece genel kurmay ile adaya çıkmaya çalışan birlikler arasında irtibat sağlanamadı. Ancak bir sonraki gün irtibat sağlanabildi.
Harekatın birinci aşamasının sonunda barış görüşmeleri başladı. Ama konferanslar devam ederken Rumların oyalama taktiğini uyguladıkları görüşünü edinilmesi üzerine Türk birlikleri, adanın üçte birlik alanını kontrol altına aldı. Özel Harp Dairesi’nin harekat sırasında hiç bir istihbarat sağlamaması Kıbrıs nedeniyle dairenin üstüne gitmeyen Ecevit’te pişmanlık yarattı.
Kıbrıs harekatı devam ederken Özel Harp Dairesi Başkanı Yamak’da Cenevre’de konferanstaydı ama kulağı Türkiye’deydi. Nedeni ise tayin haberini bekliyordu. Konferans sırasında Yamak’a Özel Harp Dairesi başkanlığından alındığı haberi geldi. Yamak’ın yeni görev yeri 4. Zırhlı Tugay Komutanlığı oldu. Hiç beklemeden yerine Tuğgeneral Sabri Yirmibeşoğlu atandı.
Sabri Yirmibeşoğlu’nun Özel Harp Dairesi başkanlığına geçtiği sıralarda ülkücülerin eylemleri yeniden başladı. 12 Mart darbesinden sonra bu eylemler kesilmişti ama komünizm tekrar diriliyor gerekçesiyle ülkücüler yeniden harekete geçiyorlardı ve bunun önünü açan siyasi gelişmeler yaşandı. Milliyetçi cephe hükümeti kuruldu. Hükümetin kurulmasıyla Özel Harp Dairesinin savaş dönemi için eğittiği ve ülkücüler arasından seçilen sivil unsurlar da sokağa çıktı. Kapatılan komando kampları yeniden açıldı, sivil unsurlar bombalı eğitime dahi tabi tutuldu. Kamptan çıkan yer altı unsurlarını oluşturan vatansever ülkücüler artık üniversiteler ve sokaklardaydı.
1976’dan itibaren ise vurucu güç olarak yaklaşık 50 kişilik bir ekip ortaya çıktı. Ekibin lideri ise Abdullah Çatlı’ydı. Abdullah Çatlı ile ilgili karanlık bilgiler Özel Harp Dairesi’nde görevli bir subay olan Korkut Eken’in itirafıyla ortaya çıktı. En önemlisi ise Korkut Eken’in Abdullah Çatlı’nın Özel Harp Dairesi’nin sivil unsurlarından olduğu itirafıdır.
Sabri Yirmibeşoğlu, Özel Harp Dairesi görevini iki yıl sürdürdü ve dairedeki çalışmaların çizgisini hiç bozmadan başarıyla devam ettirdi. Özel Harp Dairesi’nde görevini devam ettirirken 1 Eylül 1976 tarihinden itibaren Türkiye’ye verilen NATO İstihbarat Daire Başkanlığı boşalıyordu. Askeri şurada bu göreve Yirmibeşoğlu’nun getirilmesine karar verildi ve Özel Harp Dairesi görevinden alındı. Yerine ise örgütçü ve askeri disiplini ile ön plana çıkan Tuğgeneral Atilla Erdoğan atandı.
Bu sırada tekrar faaliyete geçen komando kamplarındaki eğitimlerden çıkan sivil unsurların yarattığı katliamlar gittikçe artıyordu. Bunun yanı sıra sol muhalefet de kendini hissettirmeye başlamıştı. Özellikle işçiler sokaklara dökülüyordu. Tam bir direniş sergiliyorlardı ve sol, bu hareketliliğini en güçlü şekilde 1 Mayıs 1977 kutlamalarında gösterdi. Herkesin korkusu bu kutlamayı solcuların greve dönüştürmesiydi ve öylede oldu. Bu sırada Ecevit tekrar meydanlardaydı ve en çok vurgu yaptığı konu yine Kontrgerilla’ydı. Özel Harp Dairesi adını zikir etmese de kontrgerilla hakkında mitinglerde konuşarak Türkiye’nin önündeki seçimler için epey oy topluyordu.
1 Mayıs 1977 günü geldiğinde sol gruplar yavaş yavaş büyük bir coşkuyla Taksim meydanına ilerliyordu.Her yer bayraklarla doluydu. Herkes büyük bir coşku içindeyken bir el silah sesi duyuldu, ardından iki el. İnsanlar ne olduğunu kestiremiyor panikliyordu. Çok geçmeden yaylım ateşi başladı. Sol grupların kaçabileceği tüm yollar kapatılmıştı. Özellikle dikkatleri çeken sular idaresinin üstünden ateş açan tetikçilerdi. Resmen bir ölüm tuzağı kurulmuştu. 20 dakika süren provokasyon amaçlı saldırıda 34 kişi öldü ve bir çok kişi yaralandı.
1 Mayıs vahşetini gerçekleştirenler amacına ulaşmıştı. Terörün boyutu halkı korkutmuş, kimseler sokağa çıkmaz olmuştu. Bu durum yaklaşan seçimlerde iktidar olması beklenen CHP’nin işini zorlaştırıyordu. Bu durum Bülent Ecevit’i rahatsız ediyordu ve bu vahşette hiçbir iz bırakılmaması, kusursuz bir plan olması nedeniyle aklına ilk olarak Özel Harp Dairesi geliyordu. Bunun akabinde Ecevit Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ü daire hakkında bilgilendirmeye karar verdi. Bunun için 6 mayısta Çankaya köşküne çıktı ancak Korutürk Ecevit’ten anlattıklarını yazılı olarak göndermesini istedi. Ecevit Korutürk’ün isteğini yerine getirerek bir mektupla durumu Korutürk’e bildirdi. Bu mektup Türkiye için dönüm noktalarından biriydi. Sır gibi gizlenen Özel Harp Dairesi artık Cumhurbaşkanlığında’ki resmi belgelere girmiş oldu. Ecevit’in mektubu çok önemli bilgiler içeriyordu. Özel Harp Dairesi’nin tüm inceliklerini mektupta belirtmişti. Bunun üzerine Korutürk’de mektuba resmiyet kazandırarak birer kopyasını genelkurmay başkanı Sancar ve başbakan Süleyman Demirel’e gönderdi.
1 Mayıs katliamından sonra Özel Harp Dairesi’nin eylemlerini gündeme getiren Ecevit’de hedefti artık. Yaklaşan seçimler dolayısı ile meydanlara çıkan Ecevit’in peşini saldırılar bırakmıyordu. Bu yüzden Ecevit gittiği her yerde önemli derecede güvenlik önlemleri aldırıyordu.
Artık seçimlere beş gün kalmışken ve Ecevit çalışmalarına devam ederken önemli ve herkesi şaşırtan bir gelişme oldu. 1 haziran 1977 günü Kara Kuvvetleri Komutanı Namık Kemal Ersun emekliye sevk edildi. Üstelik iki ay sonra yapılacak askeri şura beklenmeden. Bir süre sonra açıklama yapan Genelkurmay Başkanı Sancar TSK macera peşinde koşanlara asla iltifat etmeyecektir açıklamasını yaptı. Ancak bir yıl sonra bu sözlerin anlamı ortaya çıktı. Namık Kemal Ersun, CHP’nin iktidara gelmesini önlemek için darbe hazırlığına girişmişti. Sık sık darbe girişimi için İstanbul’a giden Ersun, Özel Harp Dairesi çıkışlı generaller subaylar ile bir araya geliyordu. Seçim kararının alınmasından sonra terör hızlandı, olaylar artış kazandı ve 1 Mayıs vahşeti gerçekleştirildi. Dolayısı ile 1 Mayıs katliamının arkasında Ersun ve ekibi vardı. Darbe girişiminin arkasındaki fiili isim ise Alparslan Türkeş’ti. İki ay sonra askeri şura yapıldı ve Ersun’un ekibinin tasfiyesi kararı alındı. Akabinde 850 subay ordudan atıldı. Atılanlar arasında Özel Harp eski başkanı Recai Engin ve Korgeneral Musa Öğün’de vardı.
5 haziran 1977 de Ersun emekliye sevk edilerek özel harpçilerin darbe girişiminin önüne geçilmiş oldu. Başbakan Süleyman Demirel darbecilerin önünün tamamen kesildiğini düşünüyordu. Ancak Ecevit’in hükümeti kurmasıyla özel harpçiler tekrar harekete geçti. Unutulan bir isim vardı. Orgeneral Vecihi Akın. Özel Harp Dairesi’nin de kendisine bağlı olduğu Akın’ın Ersun’a çok yakın olduğu biliniyordu. Ama ne diğerleri gibi emekliye sevkedildi ne de kızağa çekildi. Ancak Doğan Öz cinayetinden sonra Akın, İzmir’de NATO karargahına atanarak kızağa çekildi. Nedeni ise yeni bir darbe hazırlığıydı. Gizli toplantılar ve girişimler oldu. Bu darbe girişiminin istihbaratını ise MİT sağladı. Yine bir sonuç alınamamış bir darbe girişimi oldu.
1978’li yıllara gelinmişti. Büyük Reis Abdullah Çatlı’nın liderliğindeki 50 kişilik ekibin yarattığı terör hızını gün geçtikçe arttırıyordu. Büyük eylemler, cinayetler hatta alışılmamış tarzda, adrese bomba yollamak gibi bir sürü eylem gerçekleştiriyorlardı. Bu sırada sivil unsurların hedefi haline gelen Ecevit 1978 yılının yazında Sarıkamış’taydı. Bunun üzerine Kahramanmaraş’taki sivil unsurlar Türkiye tarihindeki en büyük katliam planlarından birini uygulamaya başladı. Siyasal cinayetlerden katliamlardan sonra sıra inanç ayrımcılığı yaratmaktı. Bu katliam da tıpkı 1 Mayıs gibi özel harp tarzı bir olaydı. Bu kez hedef Alevilerdi.
Türkiye’yi 12 eylül darbesine götüren olaylardan biri Kahramanmaraş olaylarıdır. Bu dönemde Türkeş başbakan yardımcısıydı ve MİT ve diğer istihbarat örgütlerinin tek hakimiydi. Türkeş bu dönemde bir planı devreye soktu. Bu plana göre Kahramanmaraş gibi kentler Türklüğün kökenlerinin bulunduğu kentlerdi ve bu kentlerdeki alevi ve solcular dokuyu bozuyordu. Bu kentler ülkücü örgütlenmenin cephesi yapılmalıydı. Olaylar hemen başladı. Eylemler başladı, bombalar atılmaya başlandı. Hiç ara verilmeden olaylar ikinci günde devam etti. Alevilerin evleri dükkanları yağmalandı. En ilgi çekeni de güvenlik güçlerinin ortada olmamasıydı. Olaylar aynı 6-7 eylül olaylarını andırır nitelikteydi.
Hemen 13 ilde sıkıyönetim uygulandı. Sonunda yönetime asker de aktif şekilde dahil oldu. Bülent Ecevit’e göre Kahramanmaraş olaylarının asıl amacı hükümeti sıkıyönetime mecbur bırakmaktı. Evet amaç kesinlikle buydu.
Kahramanmaraş olaylarının aynısı Çorum’da da organize edildi. Yine hedef Alevilerdi. Evleri tarandı, yağmalandı, kayıplar verdirildi ama Kahramanmaraş olayları kadar aktif bir durum olmamıştı. Kusursuz bir organizasyon ile sivil unsurlar istediği noktaya ulaşmıştı.
1980 yılında suikastler doruk noktasına ulaştı. Kahramanmaraş ve Çorum’un yanı sıra öyle katliamlar oluyordu ki resmen darbeyi çağırır nitelikteydi ve sonunda çağırılan darbe 12 Eylül sabahı geldi. Siyasi partiler sivil toplum kuruluşları kapatıldı, meclis feshedildi. Yüzlerce kayıp verildi idamlar oldu işkencelerde ölenler oldu. Bu kez darbeden MHP’de nasibini aldı ancak Çatlı ve Oral Çelik gibi devletle bağlantılı darbeye ortam hazırlayan kişiler çoktan yurtdışına kaçmıştı.
Sivil unsurlarının darbeye ortam hazırladığı Özel Harp Dairesi darbede de aktif görev aldı. Darbeyi hazırlayan Orgeneral Haydar Saltık’tı. Saltık darbeden bir yıl önce çok özel bir birim kurdu. Çok gizli bir dosya hazırladı ve komutanlara sundu. Bu darbe planı hazırlanırken üç kurumdan yararlanıldı. Genelkurmay Harekat Başkanlığı, Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı ve Özel Harp Dairesi. Doğrudan Saltığ’a bağlı olması nedeniyle istihbarat kaynağı Özel Harp Dairesi’ydi.
12 Eylül darbesi Türkiye’nin miladı oldu. Özel Harp Dairesi’nde 12 Eylül’den sonra değişiklikler oldu. İlk değişen ise dairenin başkanı oldu. Tuğgeneral Aydın İlter, Kenan Evren tarafından dairenin başına getirildi.
Özel Harp Dairesi’nin hareketli günleri darbeden sonra geride kaldı. Yalnızca ASALA operasyonları yapıldı. Hedef olan komünistler yargılanmış idam edilmiş, ceza evlerine konmuştu. Bu dönemde Özel Harp Dairesi’nin kökeninde değişikler yapılıyordu. Operasyonel görevler üstlenecek özel birlikler kuruluyordu. Sürekli eğitim gören bu birlikler herhangi bir operasyonda verilecek görevi bekliyorlardı. İlter, Özel Harp Dairesi’nin başındaki görevini 3 yıl sürdürdü. İlter, görevini 1983’te Tuğgeneral Cumhur Evcil’e devretti.
Özel Harp Dairesi’nde her yıl bir ekip Amerikan özel kuvvetleri kamplarına gönderiliyordu ve zamanla bu kamplara gönderilen subay sayıları arttı. Giden yeni ekip arasında ilk sırada yer alan iki isim vardı. Korkut Eken ve Eşref Hatipoğlu. Amerikan özel kuvvetlerinin aldığı eğitimin bire bir aynısını aldılar.
Bu ekiplerin Amerika’dan dönmesiyle birkaç yıl önce kurulan ama pasif kalan özel birlikler komutanlığı tam olarak aktif hale geçirildi. Bu komutanlık başına ise Korkut Eken getirildi. 1984 yılında iki yıl süren bu sıkı eğitimlerin sonunda bu timlerin sayısı dört olmuştu. Tamamen subay ve astsubaylardan oluşuyordu.
Yeni timlerin oluşturulması çalışmaları sürerken Türkiye yepyeni bir tehditle tanıştı, PKK terör örgütü. 15 ağustos 1984 günü akşam 21:00 sularında Siirt’in Eruh, Hakkari’nin Şemdinli ilçeleri silahlı bir grup tarafından basılmıştı. Büyük bir şaşkınlık vardı, çünkü hiç kimsenin beklemediği bir şeydi. Tüm yasadışı faaliyet yapacak kişiler darbe dolayısıyla etkisiz hale getirilmişti. Bu tarih PKK terör örgütü ile tanıştığımız tarih oldu ve örgüt Türkiye ye karşı gerilla savaşını başlatmıştı. Bölgede ne polis ne de asker tam manasıyla bir direniş gösterememişti. Akıllara gelen ilk isim Özel Harp Dairesi oldu ve hazırlanan timlerin Güneydoğu’ya gönderilme kararı alındı. Ardından dört özel tim bölgeye kaydırıldı. Timlerin başında ise Binbaşı Korkut Eken vardı. Yıllardır illegal görevlerde yer alan Özel Harp Dairesi’nin artık resmi ve legal bir görevi vardı. PKK terör örgütü ile çatışmaya giriyorlardı. Bu artık yüz üstüne çıkmanın belirtileriydi. Bu çatışmalarda Astsubay Yüksel Batır yaşamını yitirdi. Batır, Özel Harp Dairesi’nin ilk şehidi olarak kabul edildi.
Artık Özel Harp Dairesi iyice yüz üstüne çıkmıştı. Hatta ilk defa basın karşısına geçtiler. Özel Harp Dairesi Başkanı sıfatıyla basın karşısına çıkan ilk komutan Tuğgeneral Kemal Yılmaz oldu. Kemal Yılmaz görevi devraldıktan altı ay sonra korgeneral Doğan Beyazıt’la basın karşısına geçerek soruları cevaplandırdılar ama soruların cevaplanması kontrgerilla tartışmasının kapanması yerine daha da ateşlenmesini sağladı. Bu sırada Genelkurmay Başkanlığı’na Doğan Güreş paşa getirildi. Güreş paşanın da rahatsızlığı Özel Harp Dairesi’ydi, daire hakkındaki tartışmaların son bulmayacağını görüyordu. Çünkü NATO bünyesindeki diğer gizli ordular tartışmaların kurbanı olarak çil yavrusu gibi dağıtılmışlardı.
Ordu PKK terör örgütü ile mücadele için kullanılan Özel Harp Dairesini kapatmak, sivil unsurlarını dağıtmak yerine yeni bir yapılanmaya gitti. Bu yapılanma ile bizzat Güreş paşa ilgilendi. Bu yapılanma için Güreş para İngiltere ardından Amerika’ya giderek iki benzer özel kuvvetleri görerek Özel Harp Dairesi’nin yapısında da değişikliğe gitti ve 1991 eylülde dairenin adı “Özel Kuvvetler Komutanlığı“olarak değiştirildi. Bu ismin verilmesinin sebeplerinden biri kontrgerilla suçlamasının üstünü kapatmak. Diğeri ise PKK terör örgütü terörüne karşı son teknoloji ile donanımlı özel eğitimli askerlerle savaşmak.
Özel Kuvvetler Komutanlığı bugün üç unsurdan oluşuyor;
Bunlardan birincisi, işgal ve savaş durumunda cephe gerisinde düşmanı bozguna uğratacak adı Seferberlik Tetkik Kurulu yani Özel Harp Dairesi’nin ilk adı olan sivil unsurlar. Özel Harp Dairesi, Özel Kuvvetler Komutanlığı adını aldığında sivillerin bağlı olduğu birim bir daireye dönüştürüldü, sayılarında artışa gidildi.
İkinci temel yapı ise, savaş ve işgal sırasında geri örgütlenmeyi yapacak askerlerden oluşuyor. Bu askerlerin bağlı olduğu yer, Muharebe Arama Kurtarma (MAK) Birliği’dir. Özel kuvvetlerin en iyi yetişmiş subay ve astsubaylarının yer aldığı bu birim savaş ve işgal durumlarında cephe gerisinde çok kritik noktalarda görev yapmak için eğitiliyor.
Üçüncü temel yapı ise, terör olaylarında görev yapan timlerin bağlı bulunduğu özel kuvvetler oluşturuyor. Tugay seviyesinde olan bu kuvvet Amerikan özel kuvvetleri örnek alınarak yapılandırılmıştır. Bu kuvvet Bordo Bereliler olarak da biliniyor ve bu kuvvetin eğitilmesine daha fazla ağırlık veriliyor.
Silahlı kuvvetler içinde en seçkin birlik olan özel kuvvetler personeli tamamen gönüllülük esasına göre seçiliyor. Eğitim tam 3.5 yıl sürüyor. iki yılı temel özel harp eğitimiyle geçiyor ve eğitimdeki istihbarat dersleri önemli yer tutuyor. Gizli haberleşme, Gizli faaliyetlere giriş, gizli harekat tekniği, mülakat ve sorgulama, takip ve takipten kurtulma, istihbarat ve istihbarata karşı koyma vb. Askeri derslerde gayri nizami harp üzerine kurulu: keşif, dikiz ve gözlem, hedef analizi, tahrip, gerilla harekatı, kurtarma kaçırma, psikolojik harekat, liderlik sabotaj, karadan ikmal, gizli hava harekatı, gizli deniz harekatı, hayatı idame, sualtı taarruz, paraşüt, sızma, suikast, sabotaj, komando, yakın dövüş, harita okuma, taktik akın, kaçma kurtulma, pusu vb.
Temel kurslar harici eğitim sürecinin büyük bir bölümü tatbikatlarla geçiyor. Bir yıl uzmanlaşacakları alan ile ilgili eğitim görüyorlar. Eğitimin son altı ayında ise alana hazırlık olması açısından operasyonlara geçiliyor. Bu süre zarfında çok sıkı bir yabancı dil eğitiminden geçiriliyorlar. Kursların bitmesi eğitimin bitmesi anlamına gelmiyor. Timler eğitimlerini sürekli tazeliyor ama PKK terör örgütü ile mücadele buna pek fırsat bırakmıyor. Diğer ülkelerde yapay hedefler üzerinde çalışan kuvvetlerin yanı sıra özel kuvvetlerimiz Güneydoğu’da aldığı tecrübeleri kullanıyor. Her tür doğa koşuluna göre yetiştiriliyor, her tür teknoloji ile donatılıyorlar. Subay ve astsubaylardan oluşuyor. Rütbelere göre A ve B timlerine ayrılıyor. A timinde tamamen subaylar yer alıyor. Bu timde görev alan subaylara geleceğin generalleri gözüyle bakılıyor. B timleri ise astsubaylardan oluşuyor. Tim komutanı ise bir subay oluyor. Son dönemde ise uzman çavuşlar da özel kuvvetlere alınmaya başlandı. Güneydoğu’da bugün PKK terör örgütü ile bu timler çatışmaya giriyor.
Kontrgerillanın örgüt yapısının çok geniş olduğu söyleniyor. Sadece bir kaç profesyonel askerden müteşekkil değildir. O, tam anlamıyla bir 'devlet içinde devlet'tir. Belki de bu yüzden onun ortaya çıkarılması son derece güç ve hatta imkansızdır. Böyle bir örgütlenmenin nasıl mümkün olduğu İtalya'daki P-2 Mason Locası skandalı ve Türkiye'deki Susurluk kazası ile ortaya çıktı. Bir esrar veya kaçakçılık şebekesini ortaya çıkartıp çökertebilirsiniz. Bir mafya ya da terör şebekesini de ortaya çıkartıp çökertmek mümkün. Ama ya devlet içindeki bazı birimler, polisinden savcısına, askerinden politikacısına, işadamlarından mafyasına, üniversitesinden sendikasına vs.vs. kadar her yere elemanlarını sokup onları istediği zaman belli bir amacı gerçekleştirecek şekilde örgütlemişse, böyle bir örgütü nasıl ortaya çıkartıp da çökertebilirsiniz?.. Aslında bu statik bir örgütlenme değildir, tam tersine son derece dinamik ve esnek bir yapılanmadır. Her yere kol atmış bir örgütlenme olduğu için buralardan gelen bilgiler tek bir merkezde toplanıp değerlendirilebilir. Bu tür bir örgütlenme sayesinde her grubun içine girip onları etkilemek mümkündür. Kontrgerilla, gerektiğinde sol akımları gerektiğinde de dinci akımları yönlendirebilir. Bütün mesele oyuna gelmemekte. Kamhi suikasti komedisinde olduğu gibi kontrgerillanın bazı heyecanlı gençlerin eline sureti haktan görünerek silah verip eyleme kışkırttığı iddiaları da, bu bağlamda düşünülünce akla yatmaktadır. Kontrgerilla örgütlenmesini en çarpıcı şekilde Abdurrahman Dilipak tasvir ediyor (Panel, Kasım 1990):
"CIA, SAVAK, MOSSAD, Masonik örgütler, çok uluslu şirketler, politikacılar, mafya, emekli askerler ve emekli istihbaratçıların bir potada eritilerek, oluşturulmaya çalışılan yeni bir güç dengesi..."
Kontrgerilla örgütlenmesi sadece yurt içindeki genişliği ile de sınırlı değil. Kontrgerilla örgütlerinin kaynağı NATO. NATO ülkelerinin hepsinde Gladio benzeri örgütlerin var olduğu anlaşıldı. Kimisinin en üst düzey yetkilileri bunu açıkça kabul etti, kimisininki ise zımnen kabul yolunu tercih etti. Ama sonuçta hepsinde ve hatta İsviçre, Avusturya ve Fransa gibi tarafsızlığı seçen ülkelerde bile var olduğu ortaya çıktı. Tüm bu birbirinin benzeri örgütler CIA tavsiyesiyle NATO bünyesinde oluşturulduğuna göre aralarında muhakkak bir ilişki olmalıydı..
MİLLİYET, 14 KASIM'90, Mehmet Ali Birand'ın yazısından:
"..Resmi ve resmi olmayan çevrelerin açıklamalarına göre, Gladio örgütünün kaynağında, 1950 yıllarının başında NATO'nun bir kararı yatıyor. Amerikan İstihbarat Örgütü (CIA) tarafından yapılan bir öneri üzerine NATO'da bir 'gizli koordinasyon komitesi' kuruluyor. Bu komite, üye ülkelerde oluşturulan ve her birinde ayrı kod adları verilen örgütler arasında irtibatı sağlıyor ve görevlerini saptıyor... Soğuk savaş döneminden bugüne kadar varlığını, hatta bir ay öncesine kadar NATO'daki gizli toplantılarını sürdüren bu örgüt ile ilgili ilk skandal İtalya'da patladı..."
KONTRGERİLLA CUMHURİYETİ, Talat Turhan, S.34:
"FM 31-16 simgeli Counter Guerilla Operations (Kontrgerilla Harekatları) adlı Amerikan Talimnamesi'nin 34. sayfasında, azgelişmiş ülkelerdeki 'Temizlik Harekatı'nın gerçekleştirilmesi için, Kontrgerilla örgütlenmesinin içinde, ek olarak CMAC (Civil Military Advisory Committee), Sivil-Asker İstişare Komitesi'nin kurulması da önerilmektedir. Böyle bir örgütlenme içinde bulunması gereken kişiler anılan talimnameye göre:
1) Yerel Polis Müdürü
2) Okul idaresi ve müdürleri
3) Önde gelen din temsilcileri
4) Yargıçlar ve hukuk temsilcileri
5) Sendika lideri veya liderleri
6) Etkili basın yayın organlarının yayımcıları
7) Büyük iş ve ticaret kuruluşlarının temsilcileri
8) Diğer etkili kişilerden oluşmaktadır.
Kontrgerilla örgütlenmesinin boyutu bu denli geniş kapsamlıdır."
Bu kadar geniş çaplı bir örgütlenmeden gerçekten de kimsenin haberi yok muydu? Bu kadar uzun bir zaman nasıl saklanabildi bu son derece geniş ağ?.. Aşağıdaki satırlar galiba buna ışık tutuyor (Gladio, Leo A. Müller, S.38-39):
"..İlk aşama çoğu NATO ülkelerinde 'Gladio' yapılarının kurulmasıydı (50'li ve 60'lı yıllarda). İkinci aşama 'Gladio' yapılarının saklanmasının ve biçimlenmesinin yanında; etkin politikacıların rüşvetle susturulması ve elde edilmesiydi. Panorama'nın haberine göre yetmişli yılların sonuna dek CIA bunun için sadece İtalya'ya 60 milyon dolar aktarmıştı. Tüm Avrupa'ya dağıtılan ise 200 milyon doların üstündeydi. Üçüncü aşama 'etkin ajanların' eğitilmesi ve plase edilmesi, ekonomide ve siyasette, ama özellikle medyalarda ve iş dünyasında düşünce liderlerini, yoldan çıkmış politikacı ve hükümetleri sıkıştırmak, bazen ABD dostu politikaya yöneltmek ve bunu talep etmekti..."
Gladioların birbirleriyle irtibatlı unsurlar olduğu önceki satırlarda verilen bilgilerden anlaşılıyordu. Gerçekte de öyle olması lazım. Madem tüm NATO üyelerinde bu örgütün varlığı ortaya çıktı ve hepsini Amerika kurdurdu öyleyse bu iddia mantıklıdır.
GLADIO, Leo A. Müller, S.37:
"..Buna göre gizli yapının tüm üyeleri birbiriyle bağlıydı. Fakat burada 'Gladio'nun bulunduğu devletlerin ulusal egemenliğinin güvence altına alındığı iddia ediliyordu..."
GLADIO, Leo A. Müller, S.40:
"..Aralık 1967'de bir Norveç gazetesi bir NATO gizli belgesinin fotokopisini yayınladı. Avrupa'daki Amerikan Silahlı Kuvvetleri komutan yardımcısı general J.P.Macconnell tarafından bir yazı kaleme alınmıştı. Belge "Numara 100-1, Civil Affairs Oplan belgelerinin No:3'e eki" şeklinde kayıtlıydı. Bunun içinde "yardıma çağrılacak birliklerin statüsü üzerinde anlaşma"da şunlar okunuyordu: "Hükümete karşı geniş bir iç ayaklanma gibi ABD birliklerinin ve onların güvenliğinin gerçek misyonunu etkileyebilecek iç karışıklık durumunda, hükümet (bir hareket durumunda sırasıyla tek tek şu devletler aşağıdaki sıralamaya göre katkılarda bulunacaktır: 1. Norveç, 2. Yunanistan, 3. Türkiye, 4. Batı Almanya, 5. Fransa, 6. İtalya, 7. Hollanda, 8. Belçika, 9. Lüksemburg, 10. Danimarka) böyle bir karışıklığı kendi araçlarıyla ezmek için tüm önlemleri alacaktır. Bu insiyatiflerin ya da söz konusu hükümetin bir yardım istemesi durumunda, eğer ABD birliklerinin komutanı gerek görürse, hükümet bu karışıklığın en hızlı şekilde ezilmesini sağlayacak durumda değilse sırası bozulmayacaktır. ABD birlikleri komutanları tarafından gerekli önlemleri ya kendi insiyatifleriyle ya da hükümetle işbirliği halinde yapabilirler..."
Uğur Mumcu'nun tespitleri de konuyu pekiştiriyor: (Tempo, 30 Aralık 1990, "Ağca'yı Türk Gladio'su mu kaçırdı?")
"..Mehmet Ali Ağca'nın avukatı D'avidio aynı zamanda italyan gizli istihbarat örgütü SISMI'nin mafya ile ilişki kuran üyelerinin avukatıdır. Bu da ilginç bir rastlandırı. General Mussumici ve arkadaşları Bologna Garı bombalanması nedeniyle yargılandılar ve mahkum oldular. İşin ilginç tarafı, Ağca'yı ikinci ifadeyi almaya zorlayan da General Mussumici'dir. Böyle bir takım karanlık bağlantılar var, ne yazık ki ortaya çıkarılmadı..."
KONTRGERİLLA VE MASONİK ÖRGÜTLENMELERİN ŞAŞIRTICI BENZERLİĞİ
Ve kontrgerilla-gladio örgütlenmesi içinde en önemli bölümü, öteden beri iddia edilen ve İtalya'da Gladio'dan daha önce patlayan 'P2' skandalının da ispat ettiği gibi, masonların, devletler içinde devlet şeklindeki yapılanmaları oluşturuyor kuşkusuz. Kontrgerillanın devlet içinde devlet diye tanımlandığı düşünülürse masonlarla ilgisinin olması gayet tabii karşılanacaktır.
1981 yılında İtalya'da bütün dünyayı sarsan P2 skandalı patlak verdi. P2 adlı locanın, ülke içindeki inanılmaz kontrolü ve kirli işleri ortaya çıktı. Bu skandal masonluğun bir ülke içinde neler yapabileceğini ortaya koyuyor ve yalnızca İtalya'da değil, masonik faaliyetleri su yüzüne çıkmamış çoğu ülkeye de ışık tutuyordu.
HÜRRİYET, 3 KASIM'92:
"..1981 yılının Haziran ayında patlak veren ve NATO'yu olağanüstü boyutlarda tedirgin eden skandala yol açan P2 mason locasının, çok güçlü bir Mafya-Kontrgerilla-Gizli servis şebekesi olduğu ortaya çıkmıştı.."
THE MIDDLE EAST INTERNATIONAL, TEMMUZ'81:
"..P2 Mason Locası, Yahudi lobileriyle, MOSSAD'la ve İsrail'le doğrudan bağlantı halindeydi.."
TERCÜMAN, 27 MAYIS'81:
"..(P2 Mason Locası'nın başkanı) Licio Gelli, İtalyan Askeri Gizli İstihbarat Örgütü ile sıkı ilişkiler içindeydi. Hatta o zamanlar örgütün başkanı olan General Giuseppe Santovito, P2 mason locasına kayıtlıydı. Ayrıca İtalyan Gizli Servisi'nin eski başkanı Albay Antonia Viezzar da locanın üyeleri arasındaydı.."
GÜNAYDIN, 19 ARALIK'81:
"..P2 mason locasının üyeleri arasında devrin gizli servis sorumluları, polis müdürleri, hakimler, yargıçlar, savcılar, avukatlar, adli tıp görevlileri gibi önde gelen insanlar vardı... Licio Gelli, emrinde 142 milletvekili ve senatörün olduğunu söyledi.."
IM NAMEN GOTTES?, David A. Yallop, S.401:
"..17 Mart 1981'de polis Gelli'nin Arezz'daki müthiş villasında ve Giole tekstil fabrikasında 962 kişilik P2 üye listesini buldular. Ayrıca yönetimle alakalı dökümanlar ve dosyaları ele geçirdiler. P2 üyelerinin listesi 'İtalyan Kim Kimdir?'deki gibi harf sırasına göreydi. İtilaf kuvvetleri ellinin üstünde General ve Amiralle kuvvetlendirilmiş, yönetim iki bakanla temsil ediliyordu; ayrıca buna sanayiciler, gazeteciler (bunların arasında Corriere della Sera'nın şefi ve diğer redaktörler vardı), 36 parlamento görevlisi, pop yıldızları, işadamları ve yüksek seviyeli polisler ekleniyordu. Bu devlet içinde devletti. Gelli'nin İtalya'yı kendi kontrolüne sokmak istediği söyleniyordu. Bu pek doğru değildi. O İtalya'yı zaten kontrolüne almıştı.."
HÜRRİYET, 4 ŞUBAT'89:
"..P2 Mason Locası'nın İtalya'da aşırı sağcı teröristlerin giriştiği pek çok suikastin sorumlusu olduğu saptandı.."
THE MIDDLE EAST INTERNATIONAL, TEMMUZ'81:
"..P2 Locası üyesi, İtalya'da Yahudi lobisinin önde gelen ismi Albay Viezzar 1960'ların sonunda Bologna tren istasyonunda yüzlerce kişinin katledilmesi olayına yardımlarıyla tanınıyor. Ayrıca suçlanan faillerin çoğunun Lübnan'da İsrail kontrolündeki kamplarda eğitildiği söyleniyor.."
PAPA MAFYA AĞCA, Uğur Mumcu, S.247,253:
"..P2 Locası'nın 962 üyesinin adları arasında İtalyan gizli güvenlik örgütü SISMI'nin başta başkanı olmak üzere birçok görevlisi, çeşitli partilerden parlamenterler, elliyi aşkın general ve amiral de bulunmaktaydı... P2 soruşturmasını yönetenler ise faili meçhul cinayetlere kurban gittiler. Gelli ile ilgili soruşturmayı yürüten Albay Rozzi, 1981 yılı Haziran'ında kimler tarafından öldürülmüştü? 'Guardia di Finanza'nın daire başkanlarından Florio'nun otomobil kazasında ölmesi neyi anlatıyordu? Bu kazada, P2 Locası ile ilgili bir çantanın çalınmasına ne anlam veriliyordu? Calvi'nin dosyasını ele alan yargıcın öldürülmesi, bu cinayet salgını içinde ne gibi anlam taşıyordu? Calvi'nin sekreteri niçin intihar ediyordu?"
2000'E DOĞRU, 20 ARALIK'92:
"..İtalya'da ortaya çıkarılan P2 Mason Locası'nın Gladio ile bağlantısı saptanmıştı. Locanın başkanı Licio Gelli'nin notlarında P2'nin NATO üyesi ülkelerde ve Ortadoğu'da üyeleri olduğu bilgisi yer alıyor. Kontrgerillanın yükselişi ile Masonların etkisinin artması paralel gelişiyor.."
THE BROTHERHOOD, Stephen Knight, S.273:
"..Gladio sempatizanı Başbakan Andreotti ve Amiral Martini'nin P2 üyesi olması da işin cabasıydı... P2 üyeleri arasında 43 tane parlamento üyesi, 54 devlet görevlisi, 183 tane askeri komutan, bunların 30'u General, 8'i Amiral ve ayrıca Genel Kurmay Başkanı, 19 tane hakim, avukatlar, polis komiserleri, bankerler, gazete sahipleri, yazarlar, başyazarlar, 58 profesör, Adli Tıp Görevlileri, politik parti başkanları, 3 Haber Alma Servisi Başkanı bulunuyor.."
VAHDET, 26 KASIM'90, A. Dilipak'ın yazısından:
"..P2 Locası ile ilgili olayı hatırlayanlar, sağ ya da sol, ya da milliyetçi ya da muhafazakar geçinen bir çok kişinin, nasıl olup da böyle bir örgüt içinde birlikte hareket ettiklerini anlayacaktır. Dışarıda her zaman kavga eder gibi görünenlerin, içeride nasıl büyük bir beraberlik içinde bulunduklarını görmek ilginç olacaktır. En basitinden ünlü solcularımızdan Nadir Nadi ile ünlü sağcılarımızdan Fahrettin Kerim Gökay'ların nasıl olup da, masonik bir kuruluş olan Lions kulübün Türkiye'de kurulması yönünde ortak girişimlerde bulunup, ortak kurucu oldukları ve aynı belgeye ortak imza koyduklarını bilmek, belki çoğumuz için soğuk duş etkisi yapacaktır.."
Sayın Dilipak ilginç bir noktayı yakalamış. Gladio- kontrgerilla türü örgütlere sağdan da soldan da diğer gruplardan da adam alınıp bunların aynı örgüt içinde nasıl beraber çalışabildikleri kafaları kurcalamaktaydı.. Masonluğun ise böyle bir yapıyı barındırdığı öteden beri biliniyor. İtalya'daki Gladio ile P2 Mason Locası ilişkisi de saptandığına göre, kontrgerillanın örtüsü kaldırıldığında, büyük ihtimalle masonluğun karanlık yüzü sırıtacaktır altından... Masonluğun örgütlenmesi ne kadar aydınlanırsa kontrgerilla örgütlenmesi de bir o kadar aydınlanacaktır...
ZAMAN, 24 TEMMUZ'92, "NATO'nun gizli terör örgütü: GLADIO":
"..28 Kasım 1990 tarihinde, ZAMAN gazetesi, araştırmacı-yazar İlhami Soysal'la bir röpörtaj yaptı. Soysal, söz konusu röpörtajın bir yerinde şöyle diyordu:
"Türkiye'de askerlerden çok mason vardı. Şimdikileri bilmiyorum, ama vaktiyle geçmişte çok mason vardı askerden. Özel Harp Dairesi'nin başındaki kişilerin kişiliklerini araştırmak lazım teker teker."
TERÖR VE GÜNEYDOĞU SORUNU, Fehmi Koru, S.30-33:
"..Meğer 'Çetin Emeç ve Abdi İpekçi gizli bir örgütün iç hesaplaşması sonucu mu öldürüldü?' cümlesini kağıda dökerken, İtalya Cumhurbaşkanı Francesco Cossiga, ilgililere, Amerikan Merkezi İstihbarat Örgütü (CIA) ile İtalyan P-2 Mason Locası'nın, 1970'li yıllarda, İtalya'daki terörü destekledikleri konusundaki iddiaları araştırma talimatını vermekteymiş... Palme cinayetinin Emeç cinayeti ile bir çok benzer noktası bulunuyor. Galiba sonuçları da birbirine benzeyecek; katil (veya katiller) cinayeti işlerken bir çok delil bıraktığı halde yakalanamayacak. Kurbanları arasında Kennedy kardeşlerin de bulunduğu 'garip siyasi cinayetler'den bunlar.. CIA, tabiatı gereği, cinayetlere bulaşmış olabilir, ama bir 'iyi ahlak derneği' gibi çalıştıklarını iddia eden masonlar kötü işlere karışır, ileri sürüldüğü gibi gerektiğinde cinayet işlerler mi? İtalya'daki P-2 Mason Locası'nın kirli işler yaptığı biliniyor. Lucio Gelli adlı bir iş adamının terörle sarsılan İtalya'da adı duyulmuş, önemli ne kadar siyasetçi, bürokrat, asker, istihbaratçı, gazeteci, bankacı, dinadamı ve işadamı varsa P-2 adını verdiği özel locada topladığı ve bu yolla ülkedeki gerçek iktidarı eline geçirdiği 1980'lerin başında ortaya çıkmıştı. Hükümetin bir çok üyesi, sivil ve askeri istihbaratın başkanları, bazı kuvvet komutanları bu locanın üyeleriydiler. P-2 Mason Locası'nın kapatılmasından sonra, İtalya'nın terörle başedebildiği görülmüştü. RAI ekranına çıkan iki ajanın anlattıkları, yıllardır İtalya'da neredeyse herkesin zihninde taşıdığı bir kuşkuyu dile getirdiği için, Cumhurbaşkanı Cossiga tarafından inandırıcı bulunmuş olmalı..
Tarihi ortaçağlara kadar uzanan bir gizli örgüt olan Masonluk'un, kendilerine ait ritüelleri bulunduğu bilinir. Kendileri için özel inşa edilmiş mabetlerde (loca) toplanan masonlar uluslararası irtibatlar içindedirler. Birbirlerini tanımalarını sağlayan özel sembolleri vardır. Hemen her meslek alanından üye kabul ettiği için, Mason Locaları, toplumun her kesitinde güç sahibidir. Masonluk bilenlerce, "devlet içinde devlet" olarak tanımlanır. Masonluk ve cinayet? Masonları esas güçlü kılan ordu, emniyet ve adalet teşkilatı gibi kurumlardan da üye kaydetmeleridir. Cinayet işleyen bir masonun, mason polisler tarafından cinayet izleri yok edilerek kurtarıldığı veya mahkemeye çıktığında mason hakim tarafından beraat ettirildiği başka ülkelerde çok görülmüştür... Abdi İpekçi ve Çetin Emeç, bildiğimiz kadarıyla, mason olan meslektaşlarımızdandı. Görünürde Mason Locası'nın hışmını çekmek için herhangi bir söz ve eylemleri bulunmuyordu. Ancak, iki büyük gazeteyi yönetirken, mensubu oldukları örgütün ülkeyi kasıp kavuran terörde payı olduğunu öğrenmişlerse... Bizde Masonluk ve Masonlarla ilgili bir soruşturma açılmasını beklemek hayal. Ama İtalya'da açılan soruşturma belki bizdeki bazı olaylara da ışık tutabilir. RAI Televizyonu, kendilerinin CIA hesabına çalıştıklarını bildiren iki kişiyi kameralar önünde konuşturmuşlar: Ajanlar, 1970'li yıllarda terörü azdıranların CIA'dan para alan P-2 Mason Locası üstad-ı azamı Lucio Gelli olduğunu söylemişler. Ajanlara göre, İsveç Başbakanı Olof Palme'yi öldürme emrini de CIA ile işbirliği halindeki masonlar vermiş..."
GLADIO, Leo A. Müller, S.32-34:
"..Aldo Moro'nun öldürülmesini soruşturan komisyon da "Parti başkanının kaçırılmasının soruşturulmasında Loca mensuplarının bu konuda sessizce geçiştirilemeyecek etkilerini" saptıyordu. Özellikle de, saklanılan yerin ("Halk Hapishanesi") araştırılmasında ve bulunmasındaki sayısız başarısızlıkların; bugün P-2 Biraderlerinin poliste ve gizli servislerdeki nüfuzlarından kaynaklandığı ortaya çıktı. O zamanki P-2 mensuplarının bilgilerine göre; Üstad Gelli gizli servis yöneticilerinden ve soruşturmanın şefinden sürekli olarak, olup bitenlerin en son durumu hakkındaki bilgi alabiliyordu.
Sol terörizmde de "Gladio" şüpheleri doğdu: Polis ve gizli serviste "P2"nin üst düzey yöneticileri vardı. Mahkemelerin ve parlamento komisyonlarının bilgilerine göre; (solcu) "silahlı mücadele"nin üyeleri bol miktarda değildi ya da tanındıktan sonra izlenmiyorlardı. En skandal koparan örnek de şuydu; her (Kızıl) tugaycının ortaya çıkarılmasından sonra - Moro kaçırıldığında da henüz hayattayken de - onların hemen hemen tümü biliniyordu..."
Kontrgerillanın varlığını reddedenler de var. Bu kişilerin görüşleriyle bunlara karşı yapılmış bazı eleştirileri bu bölümde sizlere aktarmaya çalışacağız.
CUMHURİYET, 13 KASIM'90, Süleyman Demirel şöyle diyor:
"Bizim hükümet ettiğimiz dönemlerde, benim bilgim dahilinde böyle bir örgüt yoktur. Böyle bir örgüt yoktur diyemiyorum. Böyle bir örgüt olsa bilgimiz olması lazımdır. Ama bizim hükümet ettiğimiz süre içinde bizden habersiz böyle bir örgüt varsa, onu da çok üzüntüyle karşılarım. O zaman bir takım sorumsuz işler cereyan ediyor demektir ki, bu durumda devletlerin kaç başlı olduğu düşünülmeye değer." "Kesinlikle böyle bir örgüt yoktur" diyemediğini ifade eden Demirel, "Çünkü bakarsınız bir sürprizle karşı karşıya kalınabilir" dedi..."
11 gün sonra...
ZAMAN, 24 KASIM'90, Demirel şöyle diyor:
"..Devlet esrarengiz teşkilatlar vasıtası ile cinayet işlettirmiş diyen varsa ben dahil herkesin yakasına yapışılsın. Benim bu çağrımdan sonra hiçbir şey yapmazlarsa bütün bu töhmetleri, bütün bu kötülemeleri hiçbir şey yapmayanların üstüne bırakırım." Demirel, Ecevit iktidarının iddialarını ispatlamadığını söylüyor ve ekliyor, "Bugünlerde gazetelerde yine Sayın Ecevit'in bu çeşit beyanlarını görüyoruz. Kendisi 1978-79 yıllarında hükümet oldu. Soruyorum Ecevit devletin bir takım esrarengiz teşkilatlar vasıtası ile cinayetler işlediğine katılıyor mu? Evvela bugünkülere soruyorum. Böyle Türkiye'de esrarengiz cinayetler devlet tarafından işlenmişse görev sizin, bulun çıkarın, işlenmemişse kesin bu tartışmayı. Bir Gladio tartışması ile Türkiye'yi şaşkına çevirmenin manası yok... Bir şey daha var. 1980 sonrasında bir çok kimse mahkemeye gitmedi mi? Madem bu cinayetleri esrarengiz biçimde devlet işlettirdi, meclisin önünde duran 267 idam olayı ne? Yani mahkemelere gittiği zaman bu cinayetleri işleyenler devlet olduğuna göre; bu işleyenler bize bunları filanca işlettirdi dediler de siz onun yakasına mı yapışmadınız? Yok, böyle şey olmaz arkadaşlar. Türk halkını bu çeşit şüphelerden kurtarınız."
Kontrgerillanın varlığını kesinlikle yalanlıyor Sayın Demirel, oysa 13 Kasım 1990 tarihli CUMHURİYET gazetesinde,
"Kesinlikle böyle bir örgüt yoktur diyemiyorum. Çünkü bakarsınız bir sürprizle karşı karşıya kalınabilir." diyordu. Hatta bu örgütün kendi hükümeti zamanında dahi var olabileceğini ima edip,
"Arşivler elimde değil ve devlette soracağımız kimse yoktur. Ama bizim hükümet ettiğimiz süre içinde bizden habersiz böyle bir örgüt varsa, onu da çok üzüntüyle karşılarım. O zaman bir takım sorumsuz işler cereyan ediyor demektir ki bu durumda devletlerin kaç başlı olduğu düşünülmeye değer." diyordu. 13 Kasım'da bunları söylerken 24 Kasım'da, yani 11 gün sonra tam tersini söylüyor!..
Ecevit'i, devlet arşivleri-devlet mekanizması elinde olup da iddiaları ispatlamamakla suçlayan Demirel, 'arşiv elimde değil, devlette soracağımız kimse de yoktur' diye kendini savunuyor. Oysa hem bu sözleri söyledikten kısa süre sonra tekrar hükümete gelmiştir, hem de geçmişte hükümet etmiştir zaten. Yani arşivler eline geçmiştir. Ecevit'i suçladığı hususlar aynen kendisi için de geçerli olmuş oluyor. Demek ki o da Ecevit gibi konunun üstüne varamıyor. Kaldı ki konunun üstüne varmak istediği konusunda kamuoyunda şüpheler bulunmaktadır.
1990 yılı sonunda verilen kontrgerilla konusunda meclis araştırması önergesine kendileri de yani partisi de hararetle katılmıştı. Önerge bir entrika garipliğiyle bir yıl sonraya, görüşülmek üzere ertelendi. Daha sonra iktidara geldiler ama önerge konusunda sesleri çıkmadı. Hatta kontrgerillayı tekrar yadsımaya başladılar.
Demirel'in 267 idam konusunda ya demagoji(=laf kalabalığı) yaptığı ya da kontrgerilla iddialarının içeriğini bilmediği düşünülebilir. Hangisinin olduğu belli. Türkiye'deki tüm siyasi cinayetlerin kontrgerilla tarafından işlendiği, işlettirildiği iddia edilmiyor ki! Bizzat kendisinin haber verdiği Ecevit'e suikast ihbarındaki o, 'seçimden fayda ummayan güçler' iddia konusudur! Taksim'deki otellerin birinden suikast yapılacak diyor, sonra gerisi gelmiyor. Failler niye yakalanmadı? Şüphelerden birisini bizzat kendisi ortaya koyuyor, sonra da kalkıp, 'devleti bu şüphelerden kurtarın' diyor!?
Demirel, TC devletinin cinayet işletmeyeceğini savunuyor. Evet, bugünkü TC devletinin kontrgerillaya mal edilen o cinayetleri açıkça işletmeyeceği tabiidir. Ama, zaten bu anlamda bir iddia da yok ki! Sözkonusu olan, "Devlet içinde olduğu iddia edilen, ama devletin en üst makamındaki kişisinin dahi haberinin olmadığı bir organize"nin cinayet işlettirdiği iddiasıdır. Demokrat olduğunu iddia eden bir devletin, denetlenebilir yapısıyla cinayet işletmesi düşünülemez. Ama, denetlenemez yapıdaki bir "devlet içinde yuvalanmış örgüt"ün cinayet işletebileceği düşünülebilir. Denetlenemezse, halka kapalıysa, yasalarla kurulmamışsa, hatta başbakanlardan ve milletvekillerinden bile gizlenmişse, cinayet işletebileceği söylenebilir. Hele bir de terör çıkarmayı, kargaşa doğurmayı bilen, gizli silahlara sahip ve belli bir ideoloji karşıtı insanlardan oluştuğu şeklindeki resmi ve gayriresmi açıklamalar düşünülürse, onun cinayet işletmeyeceği değil de cinayet işleteceği ihtimali daha ağır basar. "Hayır, onlar vatanseverdir" şeklinde söylenen sözlere inanılması beklenmemelidir. Hele hele bazı olaylarda son derece profesyonelce düzenlenmiş, ordu yapısı bomba ve hiç ele geçmemiş silahlar kullanılmış, failleri yakalanmamış, bir ipucu dahi ele geçirilmemiş, soruşturmalarında gariplikler olmuş, zanlıları sıkı korunan askeri cezaevlerinden kaçırılmış cinayetler varsa ve bunların tümü de adi olmayıp siyasi nitelikli ise, işte o zaman, karanlık gibi görünen tüm bu olayların ve faillerinin hemen hemen aydınlandığı iddiası ciddiyet kazanır.
Kennedy'nin öldürülmesi, devlet içindeki bir devletin pekala cinayet işletebileceğini gösterir. Fert bazında, bir suçlu suçunu itiraf edebilir, ama organize bir gizli örgütün kalkıp da cinayetler işlediğini itiraf etmesi beklenemez, komik duruma düşülür beklenirse. Bu tür örgütlenmelerin nasıl mümkün olduğu, Avrupa'daki GLADIO tartışmaları esnasında görüldü. Devlet zan altındadır, bağrında muhtemelen barındırdığı bu örgütten dolayı. Suçluyu gösteren tüm parmaklar kendisine yönelmiştir. Yapılacak tek iş, yarım yamalak olmayan ve her bilgi kaynağından istifade eden bir meclis soruşturması ile iddiaların araştırılmasıdır. Başbakanları halk seçiyor, ama seçilen bu insanlara kurulan bir teşkilat bildirilmiyor. Türkiye'nin düşmanı Amerika ile içimizden bazılarının gizli köşelerde başbaşa vermesiyle, içeriği gizli, halkın haberi ve rızası olmayan bazı anlaşmalar imzalanıyor, bazı teşkilatlar kuruluyor. Kurtuluş Savaşı ’ndaki tavr ı pek düşmanca olan Amerika ile yıllar sonra mandacılığı çağrıştıran, bağımsızlığa aykırı bazı anlaşmalar imzalandığı söyleniyor da, bırakın vatandaşları, başbakanların dahi haberinin olmadığı iddia ediliyor!.. Örneğin üst taraftan gelen baskılarla son verilen Hürriyet gazetesinin yazı dizisine konu olan 55 adet Türk-ABD gizli ikili anlaşmasından birisi aşağıdaki gibi miydi?.. Başka gizli anlaşmalar var mıydı?..
GLADIO, Leo A. Müller, S.38:
“Böylelikle ABD arşivlerindeki yeni ifşaatlar ve tesadüfi açıklamalar öğrenildi. National Security Council’in 3 Ocak 1951 tarihli yazısı bir sözleşmeydi. Sözleşme bu tarihten önce İtalya ve öteki NATO devletleriyle imzalanan gizli sözleşmelerin metniydi. Buna göre ; Birleşik Devletler, Sicilya’ya ve Sardunya’ya -Komünistler hem bölgede hem de İtalya’n ın tümünde iktidara gelirlerse saldırma hakkını kendinde görüyordu. Anlaşmanın 5.nci bölümü şöyleydi:
“Komünistlerin legal yoldan hükümete gelmeleri ve hükümeti kontrol etme tehlikesinin olduğu durumda, ya da hükümetin dış komünist tehdit gibi içerden gelecek tehdide karşı direnişte en azından kararlı bir güç olarak görünmesi durumunda ABD önlemler almak zorundadır...(Bu bölüm arşivlerde okunamaz duruma getirilmiştir. Bu durumda kullanılacak araçların listesi açıkça görülüyor.) komünist egemenliği engellemek ve komünizmin işgalini kırarak İtalya’nın yeniden özgürleştirilmesi amaçlanıyor...”
GÜNEŞ, 18 KASIM'90, "Türkeş'ten Yorum Yok":
"Soru : Sayın Ecevit, Türkiye'de kontrgerilla örgütlenmesinin olduğunu söylüyor.
Türkeş: Biz dört yıl hükümette bulunduk, böyle bir teşkilattan hiç haberimiz olmadı.
Soru : Bu kuruluşun, hükümetlerin bilgisi dışında faaliyet göstermesi olasılığı yok mu?
Türkeş: Türkiye devleti aşiret devleti değil ki. Hükümetin malumatı dışında böyle bir şeyin olmasını ben mümkün görmüyorum... Yok böyle bir şey. Türkiye'de böyle bir kontrgerilla da yok. Devletin teşkilatı bellidir. Belli olan teşkilatların dışında Türkiye'de başka teşkilat yoktur. Olsa mutlaka hükümet bilir.
Soru : Gizli olduğu için hükümetler açıklamıyor olamaz mı?
Türkeş: Açıklanması icap etmeyen şeyler bile açıklanıyor da bunlar açıklanmaz mı? Olsa açıklarlar... Yapılan kanun dışı şeyler vardır. Bu, devletin çeşitli organları ve amirleri tarafından kanuna aykırı olarak yapılmıştır..."
Bu tür örgütlerin, üst düzey yetkililerden saklandığı Avrupa'daki gladio tartışmalarında ortaya çıktı. Hala kalkıp da bu tür bir gizli örgütlenmenin imkansız olduğunu söylemek inandırıcı olamaz. Yol geçen hanı gibi. Ağca'yı cezaevinden kaçırıyorlar, olay aydınlanmıyor. Taksim'de 38 kişi öldürülüyor, yüzden fazlası yaralanıyor, ama tek kişi bile yakalanmıyor. Ecevit'e suikast girişimleri oluyor, aydınlanmıyor. 11 Eylül 1980'de Kızılay Meydanı'nda yüze yakın bombalı pankart asılıyor. Bu pek anlamlı hareket aydınlanmıyor. Sadece orduda bulunan tipteki patlayıcılarla bombalama eylemleri yapılıyor, failleri meçhul. Öğleden önce sağcıyı vuran silahla öğleden sonra solcu vuruluyor. Bu cinayetlerin benzerleri 12 Eylül'den sonra da devam ediyor. Aksoy, Emeç, Üçok, Dursun, Abas, Mumcu, Anter, Sincar, profesyonelce vuruluyor, failleri meçhul kalıyor.. Böyle bir teşkilatın varlığını Türkeş mümkün görmüyormuş, olabilir, bir çok kişi ise mümkün görüyor. Devletin çeşitli organlarının ve amirlerinin karanlık işler çevirdiğini kendisi söylüyor, örneğin Nokta-18 Mart'90, "Resmi Görevliler mi?" veya Zaman- 22 Kasım'90, "Mızrak çuvala..." haberlerinde belirttiği gibi. Hatta daha da ileri giderek Ağca’y ı cezaevinden kaçıran bir devlet örgütünden bahsediyor (TBMM Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu Raporu, 8. bölüm, 3. sh.-Milliyet, 2 Mart 1995, Umur Talu, Dipsiz Kuyu-Bir Devlet Örgütü). Böylece iddialara paralel açıklama yapmış oluyor. Böyle bir teşkilatın içinde devlet kademelerinden insanların da bulunduğu iddialara dahildi, yani sadece askeri yapıdadır denilmiyor. Savcısından doktoruna, politikacısından öğretim görevlisine, amirinden memuruna, polisinden askerine kadar devletin her kademesinden insanların bulunduğu söyleniyor. Bu tip bir örgüt yapısı, soruşturmaların karanlıkta kalmasını, cinayetlerin profesyonelce işlenip katillerin izlerini kaybettirmesini, yakalanan zanlıların da kaçırılmalarını, kısaca, faillerin meçhul kalmasını çok iyi açıklıyor.
MİLLİYET, 23 EYLÜL'92, Taha Akyol'un yazısından:
"Yazar Musa Anter'i kim öldürdü?.. Bir teoriye göre, 'kontrgerilla' işliyor bu cinayetleri! 'Kontrgerilla'nın amacı ne olabilir? Teoriye göre 'kontrgerilla'nın amacı 'Kürtleri sindirmek'tir. Ama Vedat Aydın'ın katledilmesi, doğurduğu büyük ve haklı tepkilerle ve bu tepkilerin PKK tarafından kullanılmasıyla, ayrılıkçı hareketi 'sindirmek' şöyle dursun, temelli büyütmedi mi? Eğer 'kontrgerilla', bu tecrübeye sahip olduğu halde, Vedat Aydın'dan sonra, Musa Anter gibi tanınmış bir ismi de katletmişse, PKK'ya hizmet ediyordur! Yine teoriye göre, 'kontrgerilla'nın amacı, askeri darbe ortamı hazırlamak için bölgedeki yarayı kaşımaktır. Aynı çevreler, 'katil, hükümettir' demeyi de ihmal etmiyorlar. Demek ki, 'Özal'lar, Demirel'ler, İnönü'ler', kendilerine karşı darbe yaptırma hazırlığı içindeler!.."
Kontrgerillanın, bu tür eylemlerle düşmanı olduğu ideoloji/hareket üyelerini sindirmeyi amaçladığını zaten kimse iddia etmemişti. Kontrgerillanın amacının karşı görüşteki insanları birbirine karşı kışkırtmak olduğu iddia ediliyor. Bunu doğrularcasına 12 Mart ve bilhassa 12 Eylül öncesinde bir çok olay yaşandı. Bu kışkırtmalar neticesinde, halkın sulh ve sükunu arar hale geleceği tabiidir. Görünen köy kılavuz istememektedir. Kürt halkı galeyana getirilir ve ayaklanmaya kışkırtılırsa bunun askeri bir darbeyi getireceği kuşkusuzdur. Sağcı-solcu, laik-müslüman ve alevi-sünni çatışması başarılamadı. Bugün taraflar, bunların oyun olduğunu pek iyi görmektedir. Geçmişten ders alındığı görülmektedir. Bugün göle çalındığında tutacağı umulan en önemli darbe mayalarından birisi Türk-Kürt çatışmasıdır. PKK'nın buna ne kadar yatkın olduğu bellidir. Türk tarafı adına da eylem yapacak, reaksiyonu tıpkı 12 Eylül öncesinde olduğu gibi hızlandıracak bir güce de ihtiyaç vardır. Apo'nun MİT'le bağlantısı hususunda ciddi kanıtlar bulduğu söylenen Mumcu'nun cinayete kurban gitmesi bu açıdan anlam kazanıyor. Hem Mumcu'nun araştırmasının önüne geçildi, hem de suç müslümanlara yüklenerek, darbe yolunda -ki bu darbenin askeri olması gerekmez, sivil darbenin güçlendirilmesi de düşünülebilir-iki adım atılmış oldu denilirse, gerçeğe daha yakın görünen bir açıklama yapılmış olur. Kısaca özetlenirse kontrgerillanın fikir babalarından David Galula'nın önerileri meçhul değildir. Bu önerilerde, ülke şuurlu ve şuursuz terörizmle bir kaosa sürüklenmeli, ta ki halk sulh ve sükunu ister hale gelsin ve askerler de buna binaen yönetimi ele alsınlar. Sonuçta da sosyal uyanış durdurulup emperyalist Amerika'nın sömürüsü sürsün gitsin.
MİLLİYET, 28 EYLÜL'92, Süleyman Demirel şöyle diyor:
"Ben 30 yıldır devletin içindeyim. Kontrgerilla iddiası eskiden beri yapılır. Devletin meşru hiyerarşisinin yanında güç kullanması söz konusu değildir. Devlet meşru yetkisini aşan hiçbir güç kullanmamıştır, kullanamaz. Kontrgerilla iddiasını ortaya atanlar daha sonra iktidar da oldular. O zaman ben onlara 'işte iktidar oldunuz, hadi ispatlayın, ortaya çıkarın' dedim, ama hiçbir şey ortaya koyamadılar. Kontrgerilla diye birşey yoktur."
Sayın Demirel, MİT'in darbeleri kendisine haber vermediğini, bu durumdan kendisinin de şikayetçi olduğunu, darbeleri devletin bir organının yaptığını ve kendisinin de bunu eleştirdiğini, bir türlü içine sindiremediğini defalarca dile getirdiğini, Evren'den Özel Harp Dairesi'ni anarşiye karşı kullanmasını istediğini herhalde unutmamışlardır. Tüm bu yapılanları "devletin meşru yetkisi"ne dahil ediyorsa diyecek birşey yok. Aksi takdirde şu ihtimaller söz konusu olmaktadır:
"Devlet, meşru yetkisini aşan hiçbir güç kullanmamıştır" derse, gerçeklerle çelişkiye düşer, çünkü bal gibi de kullanmıştır. Kendisi laf yapmayı pek sevdiğinden, insanın gözünün içine baka baka "kullanmamıştır" demesine şaşılmaz. Sayın Demirel'in bu özelliği meşhurdur. Literatürümüze, "dün dündür, bugün bugündür" deyimi sayelerinde girmiştir.
Eğer "kullanmamıştır" kelimesini dil sürçmesi ile söylemiş, aslında "kullanamaz" demek istemişse kendisine hak verilir. Tabii ki devlet, meşru yetkisini aşan bir güç kullanamaz.
Eğer "devlet" kelimesini "hükümet" anlamında kullanmışsa ya da açıklamasında "hükümet" demiş de gazetede yanlışlıkla "devlet" yer almışsa kendisine yine katılınır. Çünkü hükümetin denetlenmesi mümkündür ve hükümetin meşru yetkisini aşan bu tür bir güç kullanması da bu açıdan imkansızdır ya da tevessül edilse bile bilinir, görülür. Ama ya devlet böyle bir yetki aşımına girmişse nereden bileceksiniz? MİT'te neler döndüğünü tam biliyor mu? Bilmiyor ve üstelik de bilmediği o birim başının yenmesine sessiz kalıyor. Tecrübe sahibidir bu konuda. Devlet, hükümet kadar denetlenemez tam olarak ve o denetlenemeyen kısmı da tıpkı MİT örneğinde olduğu gibi, onun bunun ve ülkenin başını pekala yiyebilir. Ayrıca şikayet konusu yapılan kontrgerilla, "devlet içinde devlet" olarak iddia ediliyor. Yani devletin tümü değil, çok daha denetlenemez bir bölümü sorumlu tutuluyor. Tüm devlete şamil bir örgütlenme sözkonusu olsaydı, bu mekanizma içinden bazı, hatta birçok kimseler bunu sızdırır ve sonunda ifşa olurdu. Devlet mekanizması çok geniştir. Komünisti var faşisti. Müslümanı var laiki. Böyle bir ortamda kontrgerilla tipi bir örgütlenme yürümeyeceğine göre devlet olarak bu geniş çaplı mekanizmanın bu cinayetleri işleyebileceği düşünülemez. İşte laf kalabalığı da bu noktada devreye sokuluyor. Sayın Demirel, söz konusu olan zaten böyle geniş bir mekanizmayla devletin kendisi değildir. Söz konusu olan, devlet mekanizması içinde yuvalanmış, ayrı ve küçük bir mekanizmadır! İddialara göre bu "devlet içindeki devlet"in, savcısından doktoruna, askerinden polisine, politikacısından memuruna vs.vs. kadar her konumdan elemanı vardır. Hatta mafyadan dahi üyeleri vardır. Bu korkunç iddialar, kurgubilim filmlerini hatırlatacak kadar hayali görünse de, ne kadar gerçekçi oldukları Gladio skandalı ile ortaya çıktı. Tüm Nato üyesi ülkelerde varlığı anlaşılan, kamuoyunun, karanlık terör olayları ile bu örgütler arasındaki ilişkiler üzerine ciddi şüphelere kapıldığı, demokrasi beşiği Avrupa'da birbirleriyle organize cirit koşturan bu "gizli Nato terör örgütleri"nin bir uzantısının da bizim ülkemizde bulunmadığını düşünmek zor. Hem "Nato'nun en hassas üyesi" olacağız, ülkemizde en çok ve en şiddetli, karanlıkta kalmış, ancak ve ancak devlet desteği ile karanlıkta kalması mümkün olan siyasi terör olayları olacak, hem de bu örgütlerin bir benzeri bizde olmayacak!?.
Sayın Demirel, "Kontrgerilla iddiasını ortaya atanlar daha sonra iktidar da oldular. O zaman ben onlara 'işte iktidar oldunuz, hadi ispatlayın, ortaya çıkarın' dedim, ama hiçbir şey ortaya koyamadılar. Kontrgerilla diye birşey yoktur." diyor. Madem öyle de, kendisi niye kontrgerilla iddialarına katılıp önerge vermiştir? (GÜNEŞ, 30 Kasım 1990) 12 Eylül öncesinde de sonrasında da tavrı hep çelişkili olmuştur. Muhalefette iken iddia edip, iktidara gelince reddediyor. Madem öyle neden Ecevit'e suikast yapacak "seçimden fayda ummayan güçler"den bahsetmiştir başbakanken? Gerçekçi iddialar varken, meclis önergesi verilmişken, neden araştırmamıştır?!!
Yorumlar
1234567891011»
+3#62 İNSAN BİLE OLAMAYANLAR — ESPERO 18-12-2012 11:34
Yöneticiye raporla
+2#61 CVP: Astsubay Düşmanı Mhp Milletvekili e.tugg.kürşat atılgan kimdir. — hamza hamza aslan 01-07-2012 12:56
Yöneticiye raporla
0#60 Beni şaşırttın... — Tahir 22-05-2012 03:40
Alıntılandı Eyüp Dane:
Eğer benim bildiğim, İstanbulHasdal daki Eyüp DANE isen beni çok ama çok şaşırttın.Seni yanlış tanıdım yada zamanla insanlar çok değişebiliyor.
Yöneticiye raporla
+2#59 Yb.. Guney Baran Hk. — Omar 19-05-2012 07:35
Yöneticiye raporla
+4#58 bazı güzel değerler arkasına sığınan kişiler. — gnkur15-05-2012 11:56
Yöneticiye raporla
1234567891011»
Yorum listesini yenile
RSS beslemesi, bu iletideki yorumlar için