Meryem Demirhan (M.D.) : "Asder" açılım olarak "Adaleti Savunanlar Derneği". Genel itibariyle çalışmalarınızın ne tür adaletsizliklerin üzerine gitmek, dikkati çekmek yönünde?Derneğinizin ana hatlarıyla kimliğine, faaliyetlerine dair açıklamalar alabilir miyiz?
Adnan Tanrıverdi (A.T.): Böyle bir söyleşiyi planladığını için teşekkür ediyorum. Bilgisayarları başındaki değerli üyelerinize sevgi ve selamlarımı sunuyorum.
Adaleti Savunanlar Derneği 07 Nisan 2000 tarihinde kurulmuştur. Kurucu üyeleri ve derneğin üye gövdesi; 28 Şubat süreci olarak değerlendirilen, ama TSK’de 28 Şubat 1997 tarihinden de önce başlayan (1993) süreç içinde inançları nedeniyle, tasfiye işlemine tabi tutulan asker kökenli kişilerdir.
Haksızlığa uğrayanlar, tasfiyelerin yoğun olarak başladığı 1995 yılından itibaren, birlikte hareket etmek ve mağduriyetleri önlemek adına, yoğun toplantılar, istişareler yaptılar ve arayış içinde oldular. Sonunda 2000 yılında dernekleştikleri zaman; özelde hak arama, kuruluş amaçlarından biri olmakla beraber, üyeler sadece kendi haklarını talep etmenin milletin ve devletin sorunlarının çözümü için yeterli olmadığını gördüler.
Derneğimiz; her kuvvette, her sınıfta, her rütbede TSK’de başarı ile ve emsaline örnek teşkil edecek şekilde görev yapmış, savaş eğitimi almış, kritik vazifelerde bulunmuş, inançlarını yaşamak için Silahlı Kuvvetlerden çıkarılmayı ve bir seri mağduriyetleri yaşamayı göze almış, yetenekli, inancı için dünya menfaatlerini ikinci plana atabilen, devlet adamı nitelikleri de bulunun üyelerin ve destekçilerinin himmetleri ile kurulmuş ve varlığını devam ettirmektedir. ASDER, bağımsız olarak, güvenlik politikaları belirleyip değerlendirme potansiyeline de sahip bir dernektir. Bu nedenle faaliyetleri mağdurların hakkını arama gayretleri ile sınırlı değildir. Milli Politika ve Stratejilerin geliştirilmesinde, tehdit algılamasında ve değerlendirmesinde, askerî, siyasî, ekonomik ve sosyo-kültürel konularda da ASDER’in söyleyecekleri vardır.
28 Şubat sürecinde, başlangıçta sadece Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) mensupları mağdur edilirken, darbe yerleştikçe haksızlıklar devletle ilişkili olan her kesimi kapsamaya başlamış ve milletin “Dini Hayatı” na yasaklar getirilmiştir. Bu menfi gelişmelerin boyutunu hakkıyla kavrayan ASDER, kuruluş amaçlarına da uygun olarak, gayretlerini beş ana konuda yoğunlaştırmıştır. Faaliyetleri:
• Yüksek Askeri Şura (YAŞ) Kararları ile Türk Silahlı Kuvvetlerinden (TSK) re’sen emekli edilen mağdurlara kucak açarak, maddi ve manevi destek vermek,
• Haklarını geri almaları için çalışmalar yapmak,
• Yeni mağduriyetlerin ve dolayısıyla Silahlı Kuvvetlerdeki manevi değerlere ters kadrolaşmanın engellenmesi için kamu oyunu ve milli iradeyi uyarmak,
• Milli güvenlik konularında, resmi tercihlere alternatif politikalar oluşturmak ve kamu oyu ile paylaşmak,
• İnançları nedeniyle, haksız yere ve hukuk dışı uygulamalarla, Ülkemizin her kesiminden, Devlet tarafından mağdur edilen kardeşlerimizin mağduriyetlerinin hafifletilmesi için yapılan çalışmaları desteklemek ve Milletimizin dini hayatı üzerindeki kısıtlama ve yasakların kaldırılması için, meşru zeminlerde mücadele etmek.
Olarak özetlenebilir.
M.D. : Biliyoruz ki 'Asder' in bir çok üyesi asker kökenli, askeriye ile ilişiği bazı adaletsiz uygulamalar ile kesilmiş kişiler. Kısacası YAŞ mağdurları. "Ben Disiplinsiz Değilim" isimli derneğiniz tarafından basılmış olan kitapta YAŞ kararıyla ordudan atılmış bazı kişilerin hikayeleri ele alınmakta. Bu kitapta görüyoruz ki bu insanlar atılma süreci öncesinde ve sonrasında tam bir adaletsizlik ve mağduriyet içerisindeler. Peki YAŞ kararıyla ordudan çıkarışmış birinin bu kararı sorgulatabileceği bir merci yok mudur? Kişilerin dosyaları YAŞ'ın masasına gelmeden önce nasıl bir yargılama süreci işler, işler mi? 'Yüksek Askeri Şura'dan, oluşumundan ve işleyiş yönteminden bahsedebilir misiniz?
A.T.: Gerçekten, yasal bir suç isnat edilmeden, yargılanmadan, yargıya baş vurma hakları da ellerinden alınarak, geçtiğimiz süreçte, 1626 subay ve astsubay YAŞ Kararları ile TSK’lerinden tasfiye edilmiştir.
TC Anayasasının 125. maddesine göre YAŞ Kararları yargı denetimi dışındadır. Bu nedenle, YAŞ Kararları ile ihraç edilen asker kişilerin haklarını arayabilecekleri bir iç hukuk mercii bulunmamaktadır. İlk mağdurlardan, zannederim 14 arkadaşımız, AİHM’e başvurmuştu. İnanca dönük başka mağdurlarda olduğu gibi, bu arkadaşlarımızın başvuruları da esastan dahi incelenmeden reddedilmiştir.
Ayırma işlemi tamamen bir idarî işlemdir. Silahlı Kuvvetlerimizde yeterli yargılama sistemi (amirlerin cezalandırma yetkisi, Disiplin Mahkemeleri, Askeri Mahkemeler, Askeri Yargıtay ve Askeri Yüksek İdare Mahkemesi) varken, disiplin ve askeri ceza Kanunları mevcut iken, YAŞ’a getirilmeden de idarî yönden re’sen emekli etmek de mümkün iken, bütün bu imkanlar devre dışı bırakılarak, kişiler YAŞ Kararları ile ayırma işlemine tabi tutulmaktadırlar.
Kuvvet Komutanlıkları emir-komuta sistemi dışında da, haber alma kanalları oluşturmuşlardır.
Bu kanallar ve sıralı komutanlıklar vasıtası ile eşi başörtülü veya inançlarını hayatına uygulayan subay ve astsubaylar tespit ediliyor.
Yakın komutanları ve çevresi tarafından, eşlerine ve kendilerine baskılar uygulanıyor, tecrit ediliyor, bir kısım kritik sayılan görevlerden mahrum ediliyor, davranışlarını düzeltmeleri için ikazlar yapılıyor.
Bunlar sonuç vermeyince işlem başlatılıyor. İşlem, ya Kuvvet Komutanlığından gelen emirlerle, ya da şahsın yakın sıralı komutanları tarafından başlatılıyor.
İşleme; Anayasanın 125. maddesi, 1612 sayılı Yüksek Askerî Şûra Kanununun 3 e. maddesi, 926 Sayılı TSK Personel Kanununun 50 c,d ve 94 b,c maddesi, Subay Sicil Yönetmeliğinin 91. , Astsubay Sicil Yönetmeliğinin 60. Maddesi dayanak yapılmaktadır.
• Sıralı sicil amirleri tarafından, “disiplinsizlik ve ahlakî durum nedeniyle Silahlı Kuvvetlerde kalması uygun değildir” kanaati ile tanzim edilen sicil belgeleri, Bağlı bulundukları Kuvvet Komutanlıklarına gönderiliyor. Bu kişilerin içinde, işledikleri bir kısım suçlardan dolayı, sicil amirlerinden veya mahkemelerden ceza alanlar, yani gerçekten disiplinsizliği yargı tarafından tescil edilmiş olanlar da bulunmaktadır. Ancak, inançları nedeniyle ayırma sicil belgesi tanzim edilenlerin hiç birinin isnat edilmiş yasal bir suçu ve aleyhinde tesis edilmiş, disiplinsizliğini veya ahlaksızlığını kanıtlayan bir hükmü bulunmuyor.
• Kuvvet Komutanlıklarındaki “Değerlendirme Komisyonları” gelen bütün dosyaları inceleyerek, değerlendirmelerini Kuvvet Komutanlarına takdim ediyorlar.
• Kuvvet Komutanları, bir kısmının ayırma işlemlerini kendi onaylıyor, bir kısmını da YAŞ gündemine alınmak üzere Genelkurmay Başkanlığına gönderiyor. Kuvvet Komutanlıklarınca ayırma işlemine tabi tutulanların bu işlemden dolayı yargıya baş vurma imkanı bulunuyor. Bu nedenle, haklarında, inançlarından dolayı Silahlı kuvvetlerden ayırma sicil belgesi tanzim edilenler, Kuvvet Komutanlıklarınca Genelkurmay Başkanlığına gönderiliyor.
• Kuvvet Komutanlılarından gelen dosyalar, Genelkurmay Karargahı tarafından incelenerek, Genelkurmay Başkanına takdim ediliyor. Genelkurmay Başkanının uygun buldukları da YAŞ gündemine alınıyor.
• YAŞ; Başbakan, Milli Savunma Bakanı, Genelkurmay Başkanı, Kuvvet Komutanları, Jandarma Genel Komutanı dahil, 10’u Karacı, 2’si Denizci ve 2’si de Havacı toplam 14 Orgeneralden oluşan bir Kuruldur. İSTİŞARÎ BİR ORGANDIR.
• YAŞ’da re’sen emekliğine karar verilen personel için Kuvvet Komutanlıklarınca kararname hazırlanmakta, bu kararnameler;
a) Subaylar için: Milli Savunma (Jandarma için İçişleri Bakanı) Bakanı, Başbakan ve Cumhurbaşkanının onayı ile;
b) Astsubaylar için ise, Milli Savunma (Jandarma için İçişleri Bakanı) Bakanının onayı ile işleme sokulmaktadır.
Yani inançları nedeniyle tasfiye edilen askerî personelin ayırma işlemlerinde son söz YAŞ’ın değil, siyasî kadrolarındır. Bu işlemlerde bir vebal var ise, siyasîler buna ortaktır. Hatta, daha fazla sorumlulukları bulunmaktadır.
M.D. : Bizim grup olarak üzerinde durduğumuz başörtüsü mağdurlarından bir kesim TSK mensuplarının eşleri. Herhangi bir TSK mensubunun eşinin başörtülü olduğunun tespit edilmesi halinde kesinlikle TSK ile ilişiği kesildiği söylenebilir mi? Annesi veya kız kardeşi başörtülü olanlar için de durum böyle midir? Kişilerin denetlenme sürecinde yaşadıklarından kısaca bahsetmek gerekirse nelerdir?
A.T.: Silahlı Kuvvetlerde eşi başörtülü olan subay veya astsubaya, “yasa dışı bir örgüt üyesi ile evli bulunma” suçunu işlemiş gözü ile bakılır. Yani başörtülü eşe, Laik Cumhuriyeti yıkmayı amaçlayan bir örgütün üyesi gözü ile bakılır. Özellikle 28 şubat sürecinin yoğun baskılarının yaşandığı dönemlerde, subay ve astsubayların yüzlerine karşı, yakın amirleri tarafından bu suçlamaların açıkça yapıldığı olmuştur.
Subay ve astsubaylara, başı örtülü eşinden ayrılması için, yakın amirleri tarafından telkinler yapılır.
Eşinin durumunu tespit amacına dönük olarak, mutat ve sıkça yapılan sosyal etkinliklere askeri personelin eşli olarak katılması istenir. Katılmayanlar zorlanır. Bu tür toplantılarda, alkol almayanlara da dikkat edilir.
Lojmanda oturuluyorsa, başı örtülü eş, komşuları tarafından tecrit edilir, komşuluk ilişkileri kesilir, evinin dışına çıkamaz hale getirilir. Lojmanlara giriş çıkış, lojmanların kantin ve diğer sosyal etkinliklerinden yararlanması kısıtlanır. Subay/astsubay eşlerine verilen sağlık karnesi ve askeri kimlik belgesi, başörtülü fotoğraf veren eşlere verilmez.
Anne ve kız kardeşin başının örtülü olması, içinde bulunanlar için ayırma sebebi değildir. Ancak, Silahlı Kuvvetlerin profesyonel kadrolarına yeni alınacaklar için engeldir. Görevde bulunanların tesettürlü akraba ve yakınlarının ziyaret amaçlı da olsa, lojmanlara girmeleri belli şartlara uymaları ile mümkün olabilmektedir. Zaten, görevdeki subay/astsubay da tesettürlü yakınları ile ilişki ve irtibatlarına titizlikle dikkat etmek durumundadırlar.
M.D. : Bütün bu yapılanlar "başörtüsünün sadece kamusal alanda yasak olduğu" yolundaki
argümanlarla ne derece uyuşuyor? TSK'de namaz kılmak vs. gibi dindarlık alametleri ne zamandan beri ihraç gerekçesi olarak değerlendirilmeye başlandı?
A.T.: Başörtüsü sadece simge olarak görülmektedir.Esas kısıtlama milletin dini hayatı üzerindedir. Milletimizin dini hayatı üzerindeki yasakların, merkezinde Türk Silahlı Kuvvetleri bulunmaktadır. Diğer odaklar gücü, Silahlı Kuvvetlerin bu husustaki kararlılığından ve ısrarından almaktadır. Hiçbir hukukî gerekçesi olmadığı halde; sadece ideolojik , yani “İslâmî Dinî değerlerin” yaşanmasını devlete tehdit olarak değerlendiren bir kadronun Silahlı Kuvvetlere hakim olması sonucunda bu yasaklar, Silahlı Kuvvetlerimizin bünyesinde ve buradan hareketle ülkemizin diğer kesimlerinde uygulamaya sokulmuştur. Müdahalelerin sebebini ve yasakların konulmasını aşağıdaki sebeplere bağlayabiliriz:
• Amaç, inançlı insanların kamu hizmetlerinden tasfiyesi olunca;
• Silahlı Kuvvetlerde, yargıda, Yüksek Öğrenimde ve Devlet Bürokrasisinde de bu yönde ideolojik bir kadrolaşma sağlanınca;
• Tanımı yapılmamış İRTİCA da, Milli Güvenlik Siyaset Belgesi ile iç tehdit olarak Devletin güvenlik sistemine siyasiler tarafından sokulunca;
• Dini hayatın tezahürü olan insanların davranışlarının, maksatlı kişiler tarafından, devletin temel niteliklerini ortadan kaldırmaya dönük hareketler şeklinde yorumlamaya müsait Anayasal ve yasal düzenlemeler bulununca;
• Siyasî, ekonomik, sosyo-kültürel, iç ve dış güvenlik alanlarında istikrarın bozulduğu, milli iradenin temsilcileri olan siyasi otoritelerin milletin haklarını savunmakta ürkek davrandığı durumlarda bu yasaklar gündeme gelmekte ve etkisini sürdürmektedir.
Silahlı Kuvvetlerin üst kademeleri dindarlığa hep mesafeli olmuştur. Ancak, Anayasanın 125. maddesine, YAŞ kararlarını yargı denetimi dışına çıkaran fıkranın ilave edildiği 1982 tarihinden itibaren dindarlık ayırma sebebi yapılmış; fakat, Varşova Paktının yıkılmasından sonra, NATO Genel Sekreterinin ağzından İslam Dünyası NATO’nun düşmanı ilan edildiği 1993 yılından itibaren, inançları nedeniyle askeri personelin yoğun olarak tasfiyesine başlanmıştır.
M.D. : Bir çok adaletsizliğin temelini oluşturan, 28 Şubat post-modern darbesi olarak isimlendirilen bu darbe sizce kime karşı ve niçin yapıldı?
A.T.: 28 Şubat, Millete karşı, milletin manevî değerlerine karşı yapılmış bir darbedir.
Ülkemizde İslâmın yükselen bir değer olduğu ve orta vadede, inançlı ve eğitimli kadroların devletin yönetimine gelecekleri görülmüş, bu durumu tespit eden dış odakların endişeleri, bir kısım egemen iç odaklar tarafından da paylaşılmış, bunun sonucu olarak da, Devletin güvenlik ve bekasını sağlama amacıyla, müdahaleler yapılarak, yasaklar konularak, milletin büyük bir bölümüne düşman muamelesi yapılmış, bu yersiz korku ve endişelerle millete de devlete de zarar verilmiştir.
M.D. : 28 Şubat sürecinde ekranlarda, gazetelerde sergilenen, post-modern darbeyi destekleyen şeylerin(irtica başlığı altında) bir de arka planı vardı tabii. Siz, o dönemdeki medyayı ve 'sergilenen oyunlar' olarak nitelendirebileceğimiz durumları nasıl değerlendiriyorsunuz? Çok planlı hazırlanmış bir süreç yaşadık gibi duruyor, siz ne dersiniz?
A.T.: Kendi halkımızın ve dost ülkelerin duygu ve düşüncelerini istenen istikamete sevk etmek için yapılan faaliyetlere “Psikolojik Harekât” denir. Silahı propaganda, vasıtası ise basın ve yayındır.
Bu faaliyetler düşmana karşı yapılırsa “Psikolojik Savaş” adını alır.
Maalesef, 28 Şubat 1997 öncesi ve sonrasında “Psikolojik faaliyetler”, beyaz, gri ve kara propagandanın her türlüsü acımasız bir şekilde uygulandı.
Bu faaliyetler sonucunda, ne olup bittiğinden habersiz olan milletimizin büyük kısmının kafası karıştırıldı. Bir kısmı mütedeyyin insanların aleyhine döndürüldü. Büyük bir kısmı da tereddütte ve hareketsiz bırakıldı. Yani millet kandırıldı. %85’inin kafası karıştırıldı
Milletin bu kafa karışıklığından istifade ederek de, müdahaleler uygulamaya sokuldu, hükümet yıkıldı, Meclis aritmetiği değiştirildi, yeni seçimde Meclisteki oy dağılımı etkilendi ve en önemlisi de inançlı kadrolar tasfiye edildi ve yenilerinin önlerinin kesilmesini sağlayacak yasaklar konuldu ve yerleştirildi.
M.D. : Başörtüsü yasağının giderilme çabası konusunda geldiğimiz şu noktayı ve yasağın geçmişini nasıl değerlendiriyorsunuz? Anayasa mahkemesinin alacağı karar ne gibi sorunlar oluşturur, eğer bir sorun oluşursa giderilmesi ne yöndedir? Yasa şu anki haliyle köklü bir çözüm için yeterli mi?
A.T.: Anayasanın iki maddesinde yapılan değişiklik, yeterli olmamakla beraber, yasakların kalkması için yapılması gerekenler konusunda iyi bir uyarıcı ve durumu test etme imkanı verdiği kanaatindeyim.
Ayrıca, yeni anayasa çalışmaları ile birlikte, üniversitelerde başörtü yasağının kaldırılması için başlatılan girişimin, Yargıtay Başsavcısının, parti kapatma davasının açılması girişimini tetikleyen bir etki yaptığını düşünüyorum.
Gelinen noktayı azımsayıp küçümsememek gerekir. Bunun için 28 Şubat 1997 bunalımı ile başlayan geçmiş 10 yıla kabaca bakmak yeterli olacaktır.
1997’den 2002 yılına kadar:
• Milletin iradesini yansıtamayan TBMM yani YASAMA;
• Bakanlar Kurulu ve Cumhurbaşkanının oluşturduğu İCRA;
• Başı çeken Anayasa Mahkemesi ile birlikte tamamen YÜKSEK YARGI;
• Bütün üniversiteleri kontrolüne alan YÖK;
• Aktif olarak TSK ve üst kademe bürokratlar;
• Etkili bir kısım Sivil Toplum Kuruluşları ile basın yayın kuruluşlarının büyük bölümü;
YASAKLARIN konulması ve uygulamasının takipçiliğini yapıyorlardı. Millet ve STK’ları da bu gelişmelere direnç gösteremiyorlardı.
İlk iyileşme:
• 2002 yılında TBMM’ne milli iradenin yansıması ve buradan çıkan tek parti hükümeti ile bakanlar kurulunda oldu. Yani kafası karışık olanların oranı 1999 yılına kadar %85 iken, 2002 yılında % 30’a düşmüştür.
• YASAMA ve YÜRÜTME milli iradeyi temsil eder hale gelmiştir.
• Ancak, zamanın Cumhurbaşkanının yasakların konulması ve pekiştirilmesi için görev üslenmiş olması, istenen özgürlük rüzgarlarının esmesini engelliyordu. Hayati öneme haiz atama kararnameleri ve TBMM tarafından kabul edilen yasalar, Cumhurbaşkanından dönüyordu.
2007 Kırılma Yılı Oldu:
• Biz ASDER olarak, milletin değerlerine sahip Cumhurbaşkanı seçildiği takdirde; Ülkemiz için milli iradenin hakim olduğu bir yönetimin oluşabilmesi için 2007 yılının kırılma yılı, değişim yılı olabileceğini, 2005 yılından itibaren, her platformda dillendirmeye başlamıştık.
• Ve gerçekten, milletin değerlerine sahip bir Cumhurbaşkanı seçilerek, YASAMA ve Yürütme önündeki kasıtlı engellemeler son bulmuştur.
• Cumhurbaşkanının bu iki kurumumuzla uyumlu çalışması için uygun ortam temin edilmiştir.
• Yapılan seçimlerde kafası karışık olanların oranının % 20’ ye düştüğü anlaşılmış, verilen bu mesajla da, milletin iradesine karşı fiili ve açık bir askeri müdahale imkan dışına çıkmıştır.
Tabii ki, müspet rüzgarın esmesine, üst bürokrat kadrolarına yapılacak atama yetkilerinin yasakçı zihniyetin elinden alınmış olmasının da önemli etkisi olduğunu unutmamak gerekmektedir. Çünkü, Dayatmacı güçlerin dayatmalarını yapabilmeleri için Birinci dayanak ideolojik KADROLAŞMA, ikinci dayanak MGSB’ni de içeren Anayasal ve Yasal MEVZUAT, üçüncü dayanak da bozuk istikrar yani KONJONTÜR dür.
Dayatmanın dayanakları yasakçıların elinden alınmaya başlanmıştır.
Geçmişte ortamı gerip istikrarı bozmaya dönük eylemleri yaptığı anlaşılan çetelerin devlet içinde savunucusu kalmadığından, şüpheli kişiler yargı önüne getirilebilmiştir.
Parti kapatma ve yasakların kaldırılması ile ilgili yasal düzenlemelerin iptali için Anayasa Mahkemesine başvurma girişimlerini, çaresizliğin son çırpınışları olarak değerlendirmek gerekir.
Kararlı ve cesur davranıldığı takdirde, güzel günlerin yakın olduğuna inanıyorum.
Anayasa Mahkemesinin Anayasa Değişikliği Hakkındaki tutumuna gelince; parti kapatma davası ile de sıkı sıkıya ilişkili olan bu durumda; değişiklik iptal edilirse karar yasal ve hukuki olmaktan ziyade, ideolojik ve siyasi bir karar niteliği kazanacak ve zorlama bir karar olacaktır.
Tabii ki bu durum, uygulamayı sürdüren bütün üniversitelerde yasakların devamı anlamına gelecektir.
Ancak unutulmamalıdır ki, bu durumun yasakların pekişmesi anlamından ziyade, Anayasa Mahkemesinin Milletin isteklerine cevap veremeyen, hukuki normları zorlama yorumlarla yasakçı zihniyetin kontrolüne giren bir güç haline geldiği anlamını güçlendirecektir.
Cumhurbaşkanının TBMM tarafından seçilmesini de Anayasa Mahkemesi engellemişti. Sonuç malum.
Anayasa Değişikliği TBMM’de %80’ne varan bir çoğunlukla kabul gördü. Yapılan anketlerde de benzer sonuçlara ulaşıldı.
Bu kabul karşısında, değişiklik aleyhine Anayasa Mahkemesi dahil hiçbir kurumun açıkça tavır alması akıllıca görülmemektedir.
Aksi halde hem itibarları ve güvenilirlikleri ortadan kalkar, hem de yeni Anayasa çalışmalarının daha tepkili hazırlanıp, daha büyük çoğunlukla kabulüne sebep olur. Yeni Anayasanın oylanması mahalli seçimlerle birleştirilir ise; belediye başkanlığı ve mahalli meclislerin oy dağılımını, genel seçimlerde olduğu gibi, yasakçıların aleyhine etkiler.
Belki Temel Hak ve Özgürlükler alanında daha ileri düzenlemelere sebep olur.
Yani Anayasa değişikliği kabul edilse de iptal edilse de mücadele bitmemiştir. Milletin dini hayatı üzerindeki yasak ve kısıtlamaların bütün olarak kaldırılmasını sağlayacak yeni bir tepki Anayasasına ihtiyaç vardır.
Meşru zeminlerde, kararlı ve cesaretli bir şekilde haklı meselelerin savunulmasına devam edilmeli, milletten oy alanların milletin isteklerini yerine getirecek girişimlere öncelik vermeleri için zorlanmalıdır.
Bununla ilgili konularda kendi internet sitemde 11 makale yazmışım. İlgilenen arkadaşlarımız,
http://www.adnantanriverdi.com/index.asp?konum=3&adresi=1036 adresinden takip edebilirler.