Create Your Own Countdown

Google

   
  *** İYİLİK İÇİN KOŞANLARIN YERİ***
  TÜRKÇE EZAN HUTBE
 



YORUMSUZ !!

Yıl 1932. Sadettin Kaynak Süleymaniye Camii'nde smokinle hutbe veriyor.

Şaşırmak ve kızmak için acele etmeyin.

1928 yılında hükümetin isteği ile bir komisyon toplanır ve şu kararlar alınır:

1- Camilere sıralar konulacak ve ayakkabı ile girilecek.

2- Camilere enstrümanlar konulacak ve ibadetler müzik eşliğinde yapılacak.

3- Osman Nuri Çerman meclise 40 maddelik bir teklif sunar
ve teklifin bir bölümünde Kuran'ın bir kısmının atılarak Atatürk'ün söylev ve demeçlerinin konulmasını
ve bunlarla ibadet edilmesini teklif eder.
Hatta şunu da ilave eder:
Cuma namazları pazar günleri saat 09.00'a alınsın.
Kaynak: Osman Nuri Çerman, Mutlu Bir Vatan İçin Düşünceler.

Cumhuriyet devrinde sarıksız, cübbesiz, fraklı ilk Türkçe hutbe,
5 Şubat 1932’de Sadettin Kaynak tarafından Süleymaniye Camii’nde okundu.

Hutbede okunan Kur’an ayetleri,
Fransızca Kur’an çevirisinden hareketle hazırlanan
“Türkçe Kur’an-ı Kerim”den seçilmişti.
p
1932 Ramazan ayı,
Cumhuriyet tarihinin en çarpıcı toplumsal mühendislik projelerinden birinin
tatbik sahasına konulduğu yıl oldu.

“Dinde reform”, “Türkçe ibadet”, “İslam’ı Türkleştirme” ve
“Milli Müslümanlık” adlarıyla anılan bu inkılap hamlesi,

Reisi cumhur Mustafa Kemal'in teşvik ve desteği ile başladı.

22 Ocak 1932 günü Yere batan Camii’nde “Hafız Yaşar Okur”un ilk Türkçe Kur’an’ı okumasını,

30 Ocak 1932’de “Hafız Rıfat” tarafından Fatih Camii’nde seslendirilen ilk Türkçe Ezan takip etti.

3 Şubat 1932 Kadir Gecesi, Ayasofya Camii’nde Türkçe Tekbir icrasından sonra,

ibadet dilinin Türkçeleştirilmesi teşebbüslerinin son adımı atılarak,

5 Şubat 1932 tarihinde Süleymaniye Camii’nde “tamamı” Türkçe olan ilk hutbe irad olundu.

Sadeddin Kaynak’ın: Türkçe hutbeye sıra gelmişti.

Atatürk: “Haydi bakalım. Türkçe hutbeyi de Süleymaniye Camii’nde mukabele oku!

Amma okuyacağını önce tertip et, bir göreyim” dedi.

Yazdım, verdim. Beğendi. Fakat:
“Paşam, bende hitabet kabiliyeti yok. Bu başka iş, hafızlığa benzemez” dedim.

“Zarar yok, tecrübe edelim” buyurdu.
Bunun üzerine tekrar sordum:

“Hutbeye çıkarken sarık saracak mıyım?” Hayır, sarığı bırak…
Benim gibi başı açık ve fraklı!
” Ne diyeyim inkılâp yapılıyor, peki dedim.

Türkçe hutbenin metni sadece Kur’an’dan seçilmiş ayetlerden oluşmaktaydı.

Ayetlerin çevirisi ise “Cemil Said” tarafından

“Kasimiriski”nin “Le Koran” adlı Fransızca Kur’an çevirisinden hareketle hazırladığı

“Türkçe Kur’an-ı Kerim”
(İstanbul, 1924; 2. Bas. 1926) den seçilmişti.

Hafız Saadettin Kaynak hutbeyi okuduğu esnada
ve hutbeden sonra orada bulunan diğer hafızlar da
Türkçe tekbirler getirmişlerdi.

Hutbenin ardından Cuma namazı kılınmış

ve kürsüye çıkan Hafız Saadettin Kaynak,

makamsız olarak Türkçe bir sure okumuştu.

Bunu Türkçe tekbirler ve dualar takip etmişti.
(Kaynak) Türkçe Kur’an Ve Cumhuriyet İdeolojisi,
2. Baskı. İstanbul 1998. Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları,
15. Baskı, 1992.

///////////////////////////////////////////////////////////////////////////////// Osman Nuri Topbaş anlatıyor: 1940-1950’li yıllar. Din toplumdan dışlanmış. Sultanahmet’in ve Süleymaniye’nin avlusu top sahası idi. Camilerin mermerleri bakımsızlıktan kararmıştı. Halıları lif lif olmuştu. Kırılan pencerelerin yerine bir karton konuluvermişti. Bir saf cemaat vardı. Onlar da hamallardan ibaret idi. Dolmabahçe Sarayı’nın yanındaki Dolmabahçe Camii, kayık müzesine çevrilmişti. Saraçhane’deki Burmalı Mescid depo idi. Bir Ermeni’ye kiralanmıştı. Vefâ Bozacısı’nın yanındaki cami, bir nalbanta kiraya verilmişti. Allâh’ın evi olsun diye yapılmış binaya atlar girip çıkıyordu. Hâlâ duvarında halkalar durur. Bunları yaşamayan insanlar, bu hâdiselere şimdi inanmakta bile zorluk çekerler. Fakat biz bunları bizzat yaşadık. Ezan, zorla Türkçe tercümesiyle okutuluyordu. Aslî şekline çevrildiğinde, ben çocuktum, ailede hanımlar heyecan ve gözyaşlarıyla beklemiş; “Biz bu gece uyumayalım, ezân-ı Muhammedî’nin bir kelimesini bile kaçırmayalım!” demişlerdi. Osmanlı’ya ait ne varsa siliniyordu. Kütüphânelerde, muazzam bir medeniyetin mîrâsı öksüz kalmıştı. Çünkü Osmanlı lisânı ve yazısı terk edilmişti. Osmanlı yazısını öğrenme husûsunda ilk dersi babamız Musa Efendi’den aldık. Toplumda Tanzîmat’tan kalma bozuk alışkanlıklar vardı. Şehzâdebaşı’nda Ramazan ayında, Ramazân-ı şerif ile te’lif edilemeyecek tiyatrolar ve eğlenceler düzenlenirdi. Toplum tezat içindeydi. Adam gece bu eğlencelere gider, gündüz oruç tutardı. Hiç unutmam: İbrahim ELMALI Efendi sohbete gelirdi. Kendisi Beyoğlu müftüsü idi. Dînî tahsil o kadar dumûra uğramıştı ki; camilerin kapanmaması için, Fâtiha’yı az çok okuyabilen kişilere dahî hemen imâmet verdiklerini söylerdi. Hulûsi Amcam, müfessir Elmalılı Hamdi Efendi’nin damadıydı. Onun tefsirini 1000-2000 adet bastırmıştı. Fakat okuyacak kimse yoktu. Ezher’de tahsil görmüş bazı kimseler alırdı, onların da imkânları olmadığından çoğu hibe olarak verilirdi. Babam da; Hamdi Efendi’nin tefsirinden bir miktar almış, satmaya çalışmış. Bir senede 30-40 takım dağıtabiliyorlar. Onları da Mısır’da, Şam’da okuyup gelmiş bir avuç hocaya hediye ettiklerini söylemişti. O demlerde; toplumda irşad bu derecede zayıflamıştı. Evlâdını hâfız olarak okutmak isteyen Anadolu insanı; şilteyi katlar, bir urganla bağlar, evlâdının sırtına koyar, şehre getirirdi. Sadece iki-üç kurs vardı, onlarda da yer bulunmazdı. Fakat babası çocuğa kurs sahip olsun diye, onu bırakır kaçardı. O zamanki bütün kursların mevcudu, bugünkü bir tek kursun mevcudu kadardı. Ekseriyâ Gönenli Mehmed Efendi ve Abdurrahman GÜRSES Hocaefendiler, büyük fedâkârlıklarla Kur’ân hizmetlerine revaç verdiler. Hapse girmeyi göze alırlardı. O zaman Kur’ân eğitimi veren hocalarla, karakollar arasında «Sûfî ile Komiser» romanındakine benzer kovalamaca yaşanırdı. Bir bekçi, Kur’ân okutuyor diye bir hocaefendiyi tevkif eder, kimse de; «O hoca nereye götürüldü, ne zaman döner?» bilemez, kimseye de soramazdı. O karanlık devirde, bazen bir bekçi, devletin bütün salâhiyetini temsil ederdi. Biz Erenköy’de Boşnak veya Arnavut bir hocahanımdan Kur’ân öğrenmeye giderdik. Bahçe içindeki bu evde tahsil görürken, bir bekçi geçse, hoca hanım korkuyla bize; “Yere yatın! Aman bekçi sizi görmesin!” derdi. Babam da nasıl Kur’ân öğrendiğini bize şöyle anlatırdı: “Babam, Kadınhanı’ndan bir hocaefendi getirdi. Bize evin bodrumunda Kur’ân-ı Kerim öğretirdi. Gündüzleri de bahçeyi sulardı, yani bir bahçıvan sıfatı içinde bulunurdu.” Bunları anlatmamızın bir sebebi var: Bugün Kur’ân hizmetleri -elhamdülillâh- serbest. İmkânlar geniş ve rahat. Konforlu kurslar var. Sayısız ve çeşit çeşit İmam Hatipler var. Fakat Kur’ân tahsiline rağbetimiz ne kadar? Nimetlerin kıymetini ne kadar bilebiliyoruz? Şu muhasebeyi dâimâ yapmak lâzım: Necip Fazıl der ki: “Tomurcuk derdinde olmayan ağaç, odundur!” Eğer anne babalar, evlâtlarını İslâmî kültürle yetiştirirlerse, yarın onlar da sâlih ve sâdık evlâtlar olurlar. Yok eğer evlâtlarını; «Uydum kalabalığa» diyerek toplumdaki gafillerin akıntısına bırakırlarsa, hem dünyada hem de âhirette ağır bir nedâmetle karşılaşırlar." (Yüzakı Mecmuası. Temmuz 2019 sayısı)
 
 
  *** SİZİ KUTLUYORUZ *** BUGÜN 2050557 ziyaretçi (4510307 klik) MİSAFİRİMİZ OLDUNUZ ***  
 
haberler haberler


Google Arama
Sitemde Arama
Yaşam ve İnsanlar

İstanbul Servisleri Neden Pahalı ? burakesc
Namaz Kılan Minik ile burakesc
GİMDES Helal Gıda Ramazan Buluşması burakesc
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol