İrtica ile mücadele planları yapan, dindarlaşmayı cumhuriyeti tehdit olarak algılayan bir ordunun bünyesinde böyle bir görev tanımı mümkün olabilir mi?
Doğrusu böyle bir subayın yazdığı "Apaçık Kur'an ve Türkçe Hikmetli Meali" isimli kitap elime geçmeseydi yukarıdaki tanıma espri muamelesi yapar, şaka kıvamında dalgamı geçerdim. Hükümette dindar insanların olmasını hazmedemeyip onları devirme planları yapan bazı şahsiyetlerin de subay olduğunu düşününce, TSK ve din meselesi konusundaki bu yaman çelişkiye dikkat çekmek istedim.
Yukarıda sözünü ettiğim Kur'an Meali'nin yazarı Sami Kocaoğlu, ilahiyatçı emekli yarbay. Yaşayan son din işleri subaylarından birisi...
Kocaoğlu bu Meali emekli olduktan sonra bir vazife telakkisi ile kaleme almış. Mealinde ilham aldığı kişi de istiklal şairimiz Mehmet Akif Ersoy. Atatürk, Kuran'ın Türkçe tefsirini yapmak üzere Elmalılı Mehmet Hamdi Yazır'ı, Kuran'ı mealen Türkçeye tercüme etmek üzere Mehmet Akif Ersoy'u, Buhari hadislerini çevirmek üzere de Ahmet Naim'i görevlendirmiştir. Mehmet Akif dışındakiler görevlerini tamamlayıp eserleri teslim etmişler. Bu eserler devlet tarafından basılmış ve köylere varıncaya kadar parasız dağıtılmış.
Mehmet Akif meal çalışmalarını Mısır'da yürütmüş. Ancak bu çalışmaları sürdürürken Türkiye'de ezanın Türkçe okutulması onu ürkütmüş. Kuran'ın yerine meali konulur endişesi içinde hazırladığı meali Türkiye'ye getirmeyip bir yakın arkadaşına, İslam Teşkilatı Örgütü Genel Sekreteri Prof. Ekmelettin İhsanoğlu'nun babası olan Müderris İhsan Bey'e bırakmış. İhsan Bey ölüm döşeğindeyken, Akif'in bu vasiyetini yerine getirmediği endişesi içinde bu nüshaları yakmayı oğluna vasiyet etmiş. Taziye ziyaretine gelen son Osmanlı Şeyhülislamı Mustafa Sabri'nin oğlu İbrahim Sabri bu vasiyetten haberdar olunca M.Akif'in meal nüshalarını yakmış. Sami Kocaoğlu meal için yazdığı giriş yazısında bu bilgileri verdikten sonra bu mealleri yakan İbrahim Sabri'ye "Allah onun iki elini Ebu Leheb gibi kurutsun" bedduasında bulunuyor. Kocaoğlu'na göre Mehmet Akif örnek bir müslüman ve mücahit.
Kocaoğlu, TSK tarafından 1956 -60 yılları arasında ilahiyat fakültesinde okutulmuş. Derslere üniforma ile gelen Kocaoğlu'nun tüm masraflarını ordu karşılamış. Mezun olduktan sonra teğmen rütbesi ile işe başlamış.
Türk ordusu Nato ile birlikte yapılandırılırken, ABD ordu talimnamelerinden bir çoğu Türkçeleştirilip adapte edilmiş. Ancak dini işler subayına ilişkin talimname Türkçe'ye çevrilmemiş. Kocaoğlu Amerikan ordusunda komutanların sağ kolu gibi çalışan bu müessesenin TSK içinde yeniden gündeme getirilip uygulanması gerektiğini söylüyor. 1968 de tümende görev yaparken bu konuda görevlendirilmek istediğini de genelkurmaya yazmış. Ancak 6 ay sonra gelen cevapta, bu kadronun ancak savaşta işlerlik kazanacağı yazıyormuş. TSK bünyesindeki dini işler subayı kadrosuna Kıbrıs barış hareketinden bu yana hiç bir atama yapılmamış. Kocaoğlu dinin sadece savaş zamanlarında hatırlanmaması gerektiğine inanıyor.
Kocaoğlu'nun ordu içinde icraatları da ilk ve son olarak kalmış. 1963 yılında Erzurum'da görev yaparken bir yangında 67 askerin şehit düşmesin üzerine yapılan törende ayet ve hadislerin orjinaleri ile ilk ve son kez o okumuş. Bu halk tarafından çok takdir görmüş. Ayrıca Harp Okulları'nda İslam mecmuasını satması, Işıklar askeri okulunda ilk mescidin Teoman Koman tarafından açılmasına ön ayak olması, Bursa'da Ulucami ve Yeşilcami'de askeri üniforma ile vaaz vermesi nedeniyle bir çok soruşturmaya maruz kalmış. Kitaba göz atınca TSK'nın din konusundaki anlayışının ne Cumhuriyet'in kuruluş yıllarının zihniyetine, ne de sonradan yapılandırılan Amerikan zihniyetine uymadığını görmek şaşırtıcı. Tam bu noktada ise "ne kuruluş, ne değişim; peki neyi referans alıyorlar?" sorusu gündeme geliyor.
Yazar, İslam'ı çağa uydurmaya çalışmadığının, reformist olmadığının altını ısrarla çiziyor. Dini bir subay olarak "İslam'ın nasıl pratik, kolay ve her insanın rahatlıkla uygulayabileceği, huzur bulacağı bir din olduğunu göstermeye çalışıyoruz" diyen bir subay ile, dindarlara düşman gözüyle bakan subayların ortak paydaları var mı acaba?
Kitabın önsözünde Türk-İslam medeniyetinin doğuşuna katkı sağlamak gibi ifadelere sıkça rastlanıyor. "Büyük Atatürk'ün rüyası olan gelişmeler ortaya çıktığında, insanlık alemi yepyeni bir Türk-İslam medeniyetinin doğuşuna tanıklık edecek...."
Bu cümleyi mevcut iktidara mensup birisi kullansa durum ne olurdu acaba?
Müslüman demenin hakikat sevdalı insan olmak demek olduğunu söylerken,
dinin sosyolojik bir gerçek olduğunun bilinmemesinin bizi yanlışlara götürdüğünü söylüyor. Tam da bugün yaşadığımız sorunların özünde bir tespit!
Yazarın dikkat çeken görüşleri arasında dini eğitimi zorunlu görmesi de var.
İlköğretim birinci sınıftan üniversiteye kadar dini eğitim verilmesi gerektiğini savunuyor (S. 17) . Ancak okulda namaz kılınmasına karşı. Namazın özel bir konu olduğunu, isteyenin onu evinde kılabileceğni söylüyor. (s. 17)
Tüm bunların sonunda kendime de bir ders çıkarttım: Türkiye'de bu konuları bilen en yetkin isimlerden birisi olan İsmail Kara'nın "Cumhuriyet Türkiyesi'nde bir mesele İslam" isimli kitabını okumayı ödev edindim.
06 Mart 2010 Cumartesi