Create Your Own Countdown

Google

   
  *** İYİLİK İÇİN KOŞANLARIN YERİ***
  Mazlumların Avukatı Bekir BERK
 


 
İlk yaz, zümrüt yamaçlara yaslanmış dinlenmektedir.
Gün boyunca Haziran sıcaklarından bunalan Dersaadet'te günbatımıdır…
Anadolu yakasından kanatlanan beyaz bir güvercin, kızıl atıyla guruba koşan güneşin arkasından mecalsiz kanatlarını çırpıyor.

İstanbul yine hülyalı bir gecenin koynunda en tatlı uykularına dalarken, Anadolu'da ayak basmadık yer bırakmayan küheylan, bir hastane odasında baygın yatmaktadır.

Haziran'ın on dördü…

Anadolu'da her bir çeşmeyi ya da pınarı nurani bir derviş gibi bekleyerek, gelip geçene yol gösteren o ulu çınarlardan biri daha yıkılır.

Lodosundan, poyrazına kadar her türlü rüzgarın en sert saldırılarına yıllarca dayanan koca çınar, haziran sıcaklarına dayanamamıştır.

***
Bekir Berk…
Öyle sevimli, öyle güzel…
Öyle kararlı, öyle cesur…
Bir gün rüyasında “niye ağlayıp duruyorsun?” diye soran nurani bir zata;

“Ben bu oğlumun İslam fedaisi olmasını istiyorum” diyen asil bir ananın oğlu… Ayasofya'nın tahta perdelerle kapatıldığını görünce ağlayan anasına;

“Üzülme onu ben açacağım.” diyen soylu bir evlat.

Hakkın, kaba kuvvetin paletleri altında ezildiği, düz bir çizgi çizenlerin bile “elif yazmak istedin” diye hapse atıldığı, minarelerin sesinin kısıldığı, ninelerin başörtülerinin başlarından çekilip alındığı yıllar…

Karar vermiştir, avukat olacaktır. Hakk'ın sesi soluğu olacaktır.
Öyle de olur.
1952'de ateşten bir gömlek gibi sırtına geçirir cübbesini…
Peyami Safa, Necip Fazıl, Üstad Bediüzzaman gibi önemli simaların savunmalarını üstlenir.
Bir gün Anakara'ya nur talebelerinin davalarını almaya gider.
Zindandaki bu sanıkların gözlerindeki parıltı, yüzlerindeki sonsuz tebessüm karşısında şaşkına döner.

“Sizi mi yoksa davanızı mı savunayım?” sorusuna; onların “Sen bizi bırak, biz yıllarca yatmaya razıyız, davamızı savun” sözleri karşısında beyninde şimşekler çakar.

Mahkûmların tutuklanmalarına vesile olan kitapları baştan sona okur.
Işığın göründüğü ufka yolculuk başlamıştır. Bir gün bir kitapta Bediuzzaman'ın resmini görür.
Öyle cesur, öyle eğilmez, öyle güzel…
Vurulur o resme.
Bir bahar çağlar siyah gözlerinde.
Ziyaretine gider.
“Kardeşim biz istihdam ediliyoruz” sözleri temiz yürekli Anadolu insanının tatlı bir yürek şırıltısıdır.
İstanbul Çemberlitaş'ta bir ofis kiralanır.

Kirasını,“Parasızlıktan dolayı mazlum bir mü'minin mahkemesine gidemezsen iki elim yakandadır” diyen, soylu insan Muammer Topbaş Hoca öder.

Aynı anda 250 mahkemenin görüldüğü yıllar.
Müdafaalar; otobüs koltuklarında, kamyon kasalarında, tren kompartımanlarında daktilo ile yazılır.
Sabahlara kadar süren hummalı çalışmalar, uykusuz geçen geceler, peynir ekmekle geçiştirilen öğünler…
Baktığı davalardan ücret talep etmez.
Dünya nimetlerine, servete ve ikbale giden yolları kendine kapamıştır.
Her defasında, ancak birkaç kişiden tedarik edilebilen paralarla alınır biletler.
Artık o tam bir Anadolu Alperenidir.
1960'lı yılların kötü yol koşulları…
Azmin önünde dize gelir, dağlar…
O günlerde Avukat Gültekin Sarıgül ziyaretine gelir.
Mevsim kıştır ama kara buza aldıran kim?
Birlikte ayakkabı almaya giderler. Gültekin Bey parasını vermek isteyince, yine o meşhur sözünü söyler;
“Hayyt! Hadise çıkarmak yok.”
Ayakkabılarını çıkarınca altının el ayası kadar delik olduğu görülür.
Çorapları ıslaktır.
Delik ayakkabılarla, ıslak çoraplarla dolaşır Anadolu'yu.
Harabeler arasında coşkun akan sular gibi koşar.
Artık Anadolu'da bir Bekir Berk rüzgarı esmektedir.
Genç meslektaşları bile onun ateşli müdafaalarını dinlemek için mahkeme salonlarındaki yerlerini alır.
Kendisine yolculuğu yasak eden doktoruna;
“Doktor bey! Yatakta ölmektense mü'minlerin yardımına koşarken ölmeyi tercih ederim.”der.
Kan kusarak düşer Anadolu yollarına.
1961'de Doğu'nun sadık, samimi ve vefalı maznunlarını savunmak için Van'a gelir.
Dönüş bileti, sebze halinin hamallarının da katkılarıyla ancak alınabilir.…
Abdestsiz hiçbir davaya girmez.
Korku barındırmaz bağrında.
Tehditler vız gelir.
Çantasında taşıdığı kefeni dünya ile köprüleri attığının bir göstergesidir…
1971'de tutuklanır.

1971 Muhtırasının savcısı Nureddin Soyer mahkemede “Bediuzzaman alçaktır” deyince; sanık olmasına rağmen ayağa fırlar ve “Alçak sensin” diye haykırır.

1973'e gelindiğinde davalar azalır ve pek çok yerde de beratla sonuçlanır.
Mesleği bırakır ve çok sevdiği Hicaz'a gider. On altı yıl kutsal topraklarda kalır.
Cidde radyosunda Türkçe yayınlar yapar.
“Türkiye'den bir isteğin var mı?” diye soranlara, her defasında İstanbul simiti sipariş eder.
“O simitte İstanbul kokusu var” der.
Çay ve peynirle, gurbet ellerde zevkle yer o simitleri.
1989'da hastalanır. Kanser teşhisi konulur. Tedavi için İngiltere'ye gider.

Doktorlar kırk gün ömür biçerler. Kır beş kiloya kadar düşer. Herkes öldü ölecek diye başında beklerken o bir gün yatağında ağlayarak şöyle dua eder:

“Ey Everest tepesindeki çiçeğe rengini veren Rabbim! Ey denizin derinliklerindeki balığa rızkını veren Allah'ım! Bana iki sene daha mühlet ver. Kardeşlerimle buluşayım kucaklaşayım. Hasret gidereyim. Sonra canımı al.”diye dua eder.

Allah (c.c), bu duasını kabul eder ve tam iki sene daha yaşar. Bütün Anadolu'yu, hatta Avrupa'yı dolaşır.
Gönlünde bir bahar büyüten küheylan, artık ömrünün sonuna gelmiştir.
Sık sık bayılmaktadır. Hayat rüyasının billuru çatlamıştır.
Bu son günlerinde bile şu anda hastanede sevenlerinden dua bekleyen, bir gönül insanı Hekimoğlu İsmail'in savunmasını yapar.
Sahnede ölmeye sevdalı bir sanatçı gibidir.
Çok sevdiği dostlarından Hasan Coşar bir gün ziyaretine gelir.
Onu bu haliyle görünce can evinden vurulur. Ağlayarak;
“ Kalk ey kahraman-ı İslam! Dünya uyuyor sen uyuyorsun” der.
Birden “Bismillah” diyerek kalkar, ayaklarını yataktan uzatarak oturur ve;
“Söyle kardeşim ne yapmamız lazımsa yapalım”
O haliyle bile köpüren dalgalar gibi coşarsa da, sahile mıhlanır kalır.
O bir performans kahramanıdır.
Yine bir gün öğle namazında serum sehpasıyla birlikte lavaboya kadar giderek abdest alır ve öğle namazına durur.
Haşyet tüter halinden.
Cennetin imrendiriciliği, Cehennemin ürperticiliği vardı yüzünde.

Namazın birinci rekatını kılmış, ikinci rekata geldiğinde takati tükenmiştir. Ne kadar hamle yaparsa da bir türlü secdeye gidemez.

Söz ve sevgiden bir kale kuran kahramanın, dünyadaki bütün gücü tükenmiştir.
Çok üzülür.
Ellerini kaldırır.
“Allahım! Yoksa Bekir kulunu secdeye layık görmüyor musun? Ama, ben sana secde etmek istiyorum.”diye inler.
Namazın geri kalan bölümünü Ka'be'nin serin mermerlerinde kılar.
İlk yaz, Boğaz'ın zümrüt yamaçlarına yaslanmış dinlenmektedir.
Gün boyunca Haziran sıcaklarından bunalan Dersaadet'te günbatımıdır…

Beyaz bir güvercin, Fatih Camiinin minareleri arasından, kızıl guruba koşan güneşin arkasından mecalsiz kanatlarını çırpmaktadır.

İstanbul yine hülyalı bir gecenin koynunda en tatlı uykularına dalarken, Anadolu'da ayak basmadık yer bırakmayan küheylan bir hastane odasında baygın yatmaktadır.

Son anlarıdır.

Bir gül gibi gittikçe solan yüzü, renkten renge girmekte, bir başka baharda yaprak yaprak açmayı bekleyen beyaz bir zambak gibi güzelleşmektedir

Nihayet, Anadolu'yu velveleye veren o aslanın kükremesi kesilir.
On yedi yıl önce bugün, Haziran'ın on dördü…
Ayın on dördü bir dolunay gibi doğar bir başka âlemin sonsuz ufuklarına.

Vakit, mahkeme salonlarının yıldırım sesli yiğidine ve yine 1995'in on beş Haziran'ında sarışın ikindiler ruhaniyat dolu Cuma akşamlarına koşarken, başladığı abdesti tamamlayamadan aramızdan ayrılan sevgili babacığıma Fatihalar uçurma vaktidir.

Ruhları şad, mekânları Cennet olsun.


Harun Tokak /
 
 
  *** SİZİ KUTLUYORUZ *** BUGÜN 2047117 ziyaretçi (4500869 klik) MİSAFİRİMİZ OLDUNUZ ***  
 
haberler haberler


Google Arama
Sitemde Arama
Yaşam ve İnsanlar

İstanbul Servisleri Neden Pahalı ? burakesc
Namaz Kılan Minik ile burakesc
GİMDES Helal Gıda Ramazan Buluşması burakesc
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol