Enerji Tasarrufu ve Mimari
|
|
Ömer Madra: Yüksek mimar Çelik Erengezgin konuğumuz. Hoş geldiniz. “Enerji mimarlığı” diye bir kavramınız var, bu konuda konuşmak istiyoruz.
Çelik Erengezgin: Mevcut kavrama bir başlık diyelim aslında, bana ait bir icat değil.
ÖM: Biraz bundan bahsedebilir misiniz? Küresel iklim değişikliği başta olmak üzere, hayatımızın odağında yatıyor enerji problemi. Bu bağlam üzerinde çalışmalarınız da var. Biraz bahseder misiniz?
ÇE: Tabii. Aslında medeniyet gelişirken bir taraftan bu gelişmeye paralel olarak bir enerji artışı ihtiyacına inandırıldık biz. Türkiye, yıllar boyu, enerji ihtiyacı yıllık ortalama %8-8,5 artmazsa gelişemeyeceği, sanayileşemeyeceği, böylece de doğru dürüst bir ülke olamayacağına inadı. Bütün ihtiyaçlarını buna göre belirledi. Şunu ıskaladı, meğerse dünya ortalaması %2 imiş. Gelişmiş ülkelerin %1’miş, hatta deniyor ki, dünyanın en büyük ekonomilerinden bir tanesi Kaliforniya, yıllık enerji ihtiyacı artışı yıllık eksi 1. Meşhur Schwarzenegger’i hafife alıyoruz bazen, çok önemli işler gerçekleştiriyor. Yani bu ülkeler süratle gelişiyorlar, konforlarını yükseltiyorlar, ama enerji ihtiyaçları 80’ler seviyesine çekildi. Demek ki fazla enerji tüketmek gelişmekle özdeş değil.
ÖM: Hatta belki tersini bile söylemek mümkün.
ÇE: Evet tam tersi. Hatta beraberinde getirdiği kaynaklarınız da kirliyse dünyanın felaketi olan global ısınmanın müsebbibi, başlıca sebebi oluyor. Biliyorsunuz çok enteresan sonuçlar ve manzaralarla karlaşıyoruz; bir bakan çıkıp, “Türkiye biraz gelişsin, ondan sonra bir takım protokolleri imzalarız ve çevreyi düşünmeye başlarız” deniyor.
ÖM: Yoksa kalkınmamız engellenir!
ÇE: “Mümkün değil, tabii ki kalkınmak zorundaysak biz bunu harcayacağız” diyor. El alem nasıl oluyor da 80’lere çekti, bunu merak dahi etmiyorlar, ettirtmiyor; çünkü çevreyi de, siyaseti de koyun bir tarafa, bu olay ticari bir olay. Ben bir ufak hesap yaptım; Türkiye 2006 yılında toplam 41,5 milyar dolar enerjiye para ödemiş. Bunun %80’i yurt dışından olduğuna göre, demek ki 35 milyar dolara yakın para yurt dışına ödenmiştir.
ÖM: Bir yıl için mi?
ÇE: Aynen, çok net rakamlar bunlar. %8,5 artışa vurursanız, bu yıl 45 milyar doları bulur. Bunun 30 küsur milyar dolarını el aleme veriyoruz haraç olarak, geri almamak üzere, bir defaya mahsus ve bu 40 küsur milyar doların 4 katı zaten Türkiye’nin bütçesi, yani rakam son derece büyük. Bizim harcamamız 4 katı diyoruz, sanayide de, konutlarımızda da, bütün yapılarımızda da. Bunu ¼’e çeksek ne olur, 10 milyar dolara düşer. Bakın ne kadar net bir 30 milyar dolar rakam çıkıyor ortaya, ki bu rakam, Türkiye’de ordunun 5 katı, sanayi, sağlık, çevre, orman bakanlığının bütçesinin toplamı kadar dehşet bir rakamdır. Uluslararası standartlarda, bu tip alışverişlerin -ne yapalım bize söylemek düşüyor- komisyonu %10’dan başlar. Böyle büyük bir ticaretin karşısına, “ben de bir firma kurayım, rekabet edeyim de şunların canına okuyayım” diyemezsiniz. Olay ve rakam çok büyük. Bu, siyasi ve ticari karmakarışık bir boyutta cereyan ediyor. Sistem bu.
ÖM: Aslında bu kâr maksimizasyonuna dayalı sistemin kendisini hedef almak gerekiyor.
ÇE: Aynen, “böyle bir şeye ihtiyacımız yok” dedirtmeliyiz birilerine. Diyarbakır’da, yapmaya çalıştığımız Güneş Evi, - Türkiye’nin en çok güneş alan ilidir Diyarbakır-, bir AB projesi olarak da desteklendi. Demek istiyoruz ki, “size bir ev yapacağız, bu ev ısıtmasını, soğutmasını, aydınlatmasını kendi kaynaklarıyla, yani güneşten gelen kaynaklarla karşılayacak.”
ÖM: Diyarbakır projesine mutlaka döneceğiz, son derece ilginç bir çalışma ve tam da üzerindesiniz, ona geçmeden biraz önce söylediğiniz konudan kalkarak bir haber vardı, ona değinmek istiyorum: Meral Tamer dünkü Milliyet’teki yazısında diyor ki; “eğer Türkiye sera gazı salımında kısıtlama hedefleyen Kyoto Protokolü’nün altına imza atacak, yani buna taraf olacak olursa, bundan doğacak taahhütlerini yerine getirmek için 20 milyar dolarlık yatırım yapması gerekiyormuş. Kısaca, “a, çok para, dolayısıyla Kyoto da imzalanmamalı ve hiçbir taahhüt altına girilmemeli” diye bir mantık var. Peki Kyoto olmadan da böyle yükümlülükler için belli bir miktar harcamamız gerekmiyor mu zaten, tasarruf bir yana?
ÇE: Gayet tabii, ¼ enerji artışıyla yetinerek, 30 milyar dolarlık tasarrufa yol açıyorsunuz.
ÖM: Aynen öyle, burada bakış çok önemli, iyi ki bunu söylediniz.
ÇE: Olay ciddi biçimde saptırılıyor. Tüccar mantığı, “kaç para kazanırım?” Bu değil mesele, olmayan müşteriye mal satamazsınız, olmayan bir dünyada ticaret yapamazsınız, bunu gözden ırak tutuyoruz, o yüzden de “adam haklı”diyoruz. Hatta sanayicimiz ne diyor, 3 gün elektrik kesilirse, “aman ne lazımsa yap, mobil santral mı kuracaksın, nükleer mi kuracaksın...” Ne işe yaradığı belli değil de, %3’ünü karşılar nükleer, ama ona bile razı. Yeter ki kesme elektriğini.
ÖM: O da başka bir mitos, bizim de üzerinde durmaya çalıştığımız bir konu. 20. yüzyılın hem kapitalist hem de komünist diyeyim sistemleri için tabu olan tek efsane büyüme, yani sınırsız büyüme, ne pahasına olursa olsun gelişme kavramı. Sizin sözünü ettiğiniz bir başka mitos da şu; bedeli ne olursa olsun, nükleerde de olsa, hiçbir hesabı yapılmadan enerji üretiminde artış gerekliliği. Belki alternatif bir enerji biçimi olabilir nükleer ama bunun maliyetleri, zamanı, vs. düşünülüyor mu?
ÇE: Ve “değer mi?” sorusu.
ÖM: Evet.
ÇE: Ben de diyorum ki, değerse ben de altına atacağım imzamı. Ben sizin programınızdan çıkıp Bursa’da evime gideceğim; risk değil mi, vapura bineceğim, arabaya bineceğim, ama benim hedefim evim, bütün bunlara katlanmak benim için değiyor ama nükleer adına katlanmağa değmiyor; ki alternatifleri var, çok daha kestirme yolları var, çok daha temiz yolları var, risksiz yolları var. Niye ben çapraşık bir yoldan gitmek zorunda kalayım ki? Bütün mesele bu; “değer mi?” Hayat bu değil mi, daima seçimlerimizi “değer mi?” diye sorarak yapıyoruz.
ÖM: Biraz Diyarbakır Güneş Evi projesi hakkında konuşalım.
ÇE: Güneş Evi deyince hep şöyle deniyor, yahu üniversiteler bir sürü yaptı, hakikaten neredeyse her üniversitemizin bir güneş evi var, çoğunun kapısında kilit var o ayrı mesele. Onlara ben “laboratuar evi” diyorum, meraklı olan üniversiteler hakikaten bir tane baraka varsa kenarda, hemen çatısına panelleri koyup, onun adına da “güneş evi” diyorlar. Ufak tefek ölçümler yapılıyor. Enerji mimarlığı dediğim şey oradan başlamıyor, onların hiçbirisi anlatmağa çalıştığım ilkelere uymuyor. Herhangi bir betonarme bina, herhangi bir çelik binanın çatısını eğip de panel koyarak bu işi çözemezsiniz. Önce doğru planlama, doğru malzeme, doğru yönlenme ile, en doğru ekolojik malzemelerle o döngüyü sağlayarak bir bina yaparsanız zaten bu işin yarısı çözülür. Geri kalan yarısı için böyle bir elektronik ve mekanik gayrete girersiniz, sıfır harcamaya giden yol açılır önünüzde. Diyarbakır’da yapmaya çalıştığımız şey bu anlamda tam bir güneş evi, kendi enerjisini üreten, enerji mimarlığı ilkelerine göre inşa edilmiş minicik bir örnek, toplasanız 100 metrekareyi geçmiyor. Bir seminer salonu, bir mutfağı, bir ofisi var. Yani bir ev modelinin yatak odası ve banyosunu çıkararak yapılmış bir küçücük modeldir netice itibariyle. Tabii, o yörenin şansı var kabul etmek lazım, AB biraz daha sıcak bakıyor, biz ılık bakıyoruz. Tesadüfen benim kızım, 1,5 yıldır ODTÜ’de master plan çalışması için Diyarbakır’daydı, “böyle bir şey olur mu?” diye düşündüler, bir proje yazdılar, AB kabul etti. AB “evi siz karşılayın eğitim hizmetlerini, bu işin yaygınlaşması için, artı elektronik gereçlerin bir kısmını da biz karşılayalım” dedi. Önemli bir para ayrıldı ve bu iş böyle başladı.
ÖM: Diyarbakır’daki bu güneş evinde hedef, sıfır enerji maliyeti.
ÇE: Evet sıfır. TEDAŞ’la hiçbir ilişkimiz yok, hiçbir petrol türevi yakıt girdisi yok. Böyle evlerde bir şömine vardır, son derece ekonomik, metal gövdeli, döküm gövdeli ve gazı birkaç defa çevirerek yakan, bacadan neredeyse sıcak gaz çıkmayacak seviyeye getiren bir akıllı şöminesi de var. O, ekstrem durumlarda, yani yılda 10-15-20 gün karşılaşacağınız durumlarda size doğal bir yöntemle ısınmayı sunmak için.
ÖM: Onun dışında, yılda 10-15 gün kullanılacak şömine ve güneş dışında herhangi bir ısıtma mekanizması yok öyle mi?
ÇE: Çarpıcı bir örnek vereyim, bu biraz bilinir ama çoğunlukla bilinmez, toprağı 2 metre kazınız lütfen, ne çıkar karşınıza biliyor musunuz; kozmik, sabit, 15 derece, +/- 5 bir ısı. Benim Diyarbakır’a gidip geldiğim dönemlerde -7, -12 filan vardı hava ve -27’yi görmüştük, son 70 yılda ekstrem bir gün olarak yaşamıştı. -7 derece olan bir günde, her taraf buz, evi yapacağımız yerin hemen yanında bir kuyu var, 5-6 metre aşağıda da su var, suyun üzerinde buzdan eser yok, bir akvaryum derecesi edindim, saldım aşağıya 13 derece, dışarısı -7, 5 metre aşağısı 13 derece. Peki şu geliyor akla, “50 derece kavurucu sıcakta ne oluyor?” O zaman da aynı derece orası. Niye onu alıp kendini serinletmezsin de devasa klimalara başvurursun? Kışın da niye -7’den -27’den ısıtmaya çalışıp beceremeyip +15’te alıp kullanmazsın? Bunu da devreye sokuyoruz.
ÖM: Toprağın yeraltı kanallarını kullanıp, o havayı sabit duran ısıyı değerlendiriyorsunuz?
ÇE: Evet, ısıtma ya da soğutma amaçlı. Ayrıca, dilimize doladığımız, “sera etkisi” denen bir şey var, ama hep “sera etkisi kötü bir şeydir” diye biliyoruz, hayır, sera etkisi dünya adına kötüdür, ama sera etkisi enerji elde etmenin en kolay, en bedava yoludur. Arabanızı güneşte bırakırsınız içerisi kavrulur, camları, klimaları açarız, aklımıza gelmez “bunu nasıl kullanabiliriz?” diye.. Siz eğer evinizin duvarının 10-15 santimetresine bir cam geçirirseniz, yani ikinci bir duvar oluşturursanız, diyelim ki içeriyi de biraz koyu renkle oluşturdunuz, siyah olsun enerjiyi çeksin, camdan geçen ışık ışını çok küçük dalga boyunda olduğu için geçebilmiştir, içeride ısıya dönüştüğü zaman dalga boyu uzadığı için dışarı çıkamaz, bu kadar basit bir fizik hadisesi.
ÖM: Sera etkisi.
ÇE: Tamamen öyle, içeride dehşet bir sıcaklık oluştu mu size? Diyarbakır’da -15 derecede güneş kollektörlerinin, yani su ısıtan kolektörlerin gayet güzel suyla yıkandıklarını gördük. Demek -15 bile mani değil, çünkü güneşin varlığı yetiyor. O zaman o duvarımızda oluşan ısıyı ne yapacağız? “Hava ısındığı için yükseliyor” diye düşüneceğiz, o zaman üst tarafa bir delik açalım eve doğru diyeceğiz. Konveksiyonu sağlamak için bir zahmet alttan da bir delik açacağız, yukarıdan sıcak hava içeri girecek, serin hava aşağıdan dönecek, yine ısınıp tekrar içeri girecek.
ÖM: Yani ısıtma ve klima sistemlerini bu şekilde çözmüş oluyorsunuz.
ÇE: En verimli yöntem elbette, tabii o zaman “yazın kavuracaksın bizi” denebilir, hayır o zaman yukarıdaki deliği kapatıp dışarıya açıyoruz, bu sefer ısınan hava dışarı çıkıyor ama bir de havayı da çekmek zorunda değil miyiz, bir vakum oluştu orada fark ettiğiniz gibi; işte o zaman da yeraltındaki 15 derecelik havayı çekiyorum içeri. Olayın en zor tarafı nedir biliyor musunuz? En zor tarafı bu işin çok kolay olmasıdır. İdrak edemiyor insanlar, “hayır bu kadar basit olamaz” diyorlar. “Ben bu kadar para harcarken klimalara, kazanlara vs. olamaz yahu!” diyorlar.
ÖM: Evet, komplo teorilerinin ardında yatan önemli saiklerden biri de bu olsa gerek.
ÇE: “Bunda bir hinlik var, olmaz böyle bir şey” diyorlar.
ÖM: Bu Diyarbakır Güneş Evi şimdi tamamlanmış durumda mı?
ÇE: Hayır, başlayalı 2 ay oldu, Haziran 11’de bitecek, hedeflediğimiz tarih o. Önümüzdeki ay temel atıyoruz ve çok güzel bir yöresel bütünleşme oldu; oradaki müteahhitler önce anlam veremediler. Onlarla bir toplantı yaptık, “hele bir yapın da görelim, oluyorsa biz de yapalım” dediler. “Biz sizi onun için çağırmadık” dedik, “sen iki tane kapı ver, öbürü pencere versin, sen tuğlaları” derken inandılar ve bu iş imece usulü oldu,, bize kalan maliyet belediyenin de iştiraki ile çözüldü.
ÖM: Bu bir konut mudur?
ÇE: Bu konut konseptinde bir binadır, ama burada yıl boyu sürekli eğitim verilecek.
ÖM: Eğitim amaçlı bir bina yani?
ÇE: Evet, aslında bir eğitimin ilk adımıdır, bilincin ilk adımıdır, sürekli oraya okullar gelecek inanıyorum, çünkü dünyada benzer örnekler böyle olmuştur, otobüslerle öğrenciler taşınmıştır çevre kentlerden. Orada bu olayın nasıl olduğunu görecekler. Dün Diyarbakır’da bir ilköğretim okulunu davet ettik, hatta benim bir sloganım var, “bir öğle yemeği ısmarlayana yol parası benden” diyorum. Kayseri’ye, Malatya’ya hiç fark etmez, gidiyorum. Bu benim mutluluk kaynağım.
ÖM: Bilginin paylaşılması son derece önemli, biz de bunu yapmaya çalışıyorum,
ÇE: Çocuklara şunu söyledim; “yazın geleceksiniz, güneşte pişen pizza ikram edeceğiz size, hidrojende çay kaynatıp içireceğiz.”
Hidrojen ağzımdan kaçmadı, bilinçli olarak devreye soktum; Nejat Veziroğlu, Dünya Hidrojen Enstitüsü’nün başında, bu konuya tam destek veriyorlar. Belki şimdilik erken gibi gözüken hedef bu mudur, yarın buraya doğru gidiyor muyuz? Bir hidrojen medeniyetini sağlamak zorundayız, çünkü alternatif, en temiz kaynak hidrojen. Artık bu genel bir kabul gördü dünyada, ne yapacağız? Güneşten elde ettiğimiz elektriği saklamak için hidrojeni kullanacağız. Çünkü bakın güneşten elektrik elde etmek çok pahalı bir yöntem değil, ama saklamak için akülere başvurduğunuz zaman hem akünün, kurşununu, sıkıntısını, ağırlığını ve maliyetini ve ömrünü kabul ediyorsunuz, ondan sonra “yahu pahalı oldu” deyip vazgeçme noktasına getiriyor sizi. Çok basit fizik deneylerinden bildiğimiz gibi, elektrik akımını verdiğiniz zaman, su, hidrojen ve oksijene ayrışır. Bu, elektrolizör denen basit araç vasıtasıyla, hidrojeni depoladığımız takdirde, -ki hiç tehlikeli değil, aygaz tüpleri inanın daha tehlikeli-, istediğiniz zaman ısıya ya da elektriğe tekrar geri çevirme şansınız var. Nasıl? Hep duyduğunuz yakıt pillerindeki gibi; yakıt pilinde bir taraftan elektrik verip öbür taraftan hidrojen çıkarıyorsanız, mekanizmayı tersine çevirin, elde ettiğiniz hidrojeni verin bir taraftan, bir taraftan elektrik çıkar. Yani elektriği depolamanın en sağlıklı yöntemlerinden birisidir, depoladığınız hidrojeni aynen metan gazı gibi, doğal gaz gibi yakarak da yemeğinizi pişirip, kendinizi ısıtabiliyorsunuz. Dünya Hidrojen Enstitüsü Başkanı Nejat Veziroğlu ve yardımcısı Engin Türev projelerini yapıyorlar, sistemin çözümü anlamında önemli yardımlar alacağız. Bu bir ekstra ilavesidir, her evin böyle olması gerekmez, çünkü yarın öbür gün yakıt pillerinin ucuzlaması gerekir genel kullanıma ulaşabilmek için. Şu anda arabaların böyle çalışması mümkün. Arabalarda hidrojen konusu üç aşamadır, sırası gelmişken söyleyeyim; çünkü hidrojenle çalışan araba suyla çalışan araba gibi kavram kargaşaları çıkıyor ortaya. İlk aşamada, sizin, benim arabamızda hidrojen takviyesi ile yakıt tasarrufu elde etmemiz mümkün. Sadece o sırada ürettiğiniz hidrojeni depolamadan kullanmaktır bunun yöntemi, burada bir tasarruf var. Ya da arabanızın motorunu tümüyle hidrojenle çalıştırmaktır ikinci aşama.
ÖM: Onun bazı riskleri olduğu konusunda bazı yazılar okumuştum, yani henüz erken arabalarda kullanmak için.
ÇE: Herkes “erken” demiyor, Kanada’da tırlar çalışıyor, “hidrojen highway” deniyor “hidrojenle çalışmayan arabalar geçmeyecek” deniyor. “Tehlikelidir” diyorlar ya, Almanya’da iki tane deney yapılmış; tankında hidrojen bulunan bir araç ve deposunda benzin bulunan bir araç aynı anda patlatıldığında, hidrojen olan arabada bir dakika sonra sönen bir alev ve sadece bagajında bir delik ve benzinli arabada içindekiyle beraber havaya uçmuş bir araç var sonuçta. Bir takım temel prensiplere uyduğunuz takdirde hiç de tehlikeli değil.
Üçüncü aşama da şudur, bütün bu içten yanma motor devre dışıdır, üretilen hidrojeni deponuzda taşıyorsunuz, yakıt pili ile elektriğe çeviriyorsunuz, dolayısıyla 4 tane tekerlekte 4 tane elektrik motoru var. Olayın nihai aşaması budur, buraya doğru gidiyoruz. Ama hidrojenin–hadi arabaları bir kenara koyalım- çok kritik bir görevi var Türkiye açısından; mesela, İran “canım sıkıldı, havalar soğudu” dedi, kısmaya kalktı gazı, feryat figan, ortalığı ayağa kaldırdık. Yarın öbür gün Rusya da “kalkınmak için bana daha çok lazım, tazminatı neyse vereyim, kusura bakma!” diyebilir. Eğer biz hidrojene döndürebilirsek, hidrojen üretimini başarabilirsek, o borulardan hidrojen geçer ve hidrojeni yakar kullanırız.
ÖM: Bu durumda başta konuştuğumuz soruyu tekrarlamak istiyorum; hükümetin genel bir plandan yoksun olduğu göze çarpıyor, en önemli noktalardan bir tanesi gerek Kyoto konusunda, gerek küresel iklim değişikliği gibi konularda, fosil yakıtlardan, petrol, doğalgaz, benzin ve kömürden ne kadar tasarruf etmemiz gerektiği konusunda bir plan yok. Dünyada çok ciddi kısıtlamalar gerektiği, bilimin son verileri ışığında ortaya çıkıyor, dünya ortalamasının %60 olduğu, Amerika gibi, Batı Avrupa ülkeleri gibi zengin ülkeler için %90’a kadar varan bir kısıtlama ihtiyacı olduğu ve buna hemen başlanması gerektiği yoksa dünyanın büyük bir felakete doğru gideceği söylenirken, hükümette henüz böyle bir niyet olmadığı anlaşılıyor.
ÇE: Niyet yok en azından.
ÖM: O zaman sizin gibi düşünenler, yani enerji mimarlığı, alternatif enerjiler gibi konular üzerinde, çalışanların bunu paylaşması çok önemli. Rüzgâr, güneş, biyo yakıt gibi, pek çok alternatif enerji kaynakları var.
ÇE: Marmara denizinde, dünya denizlerinde nadir rastlanan iki farklı yoğunluktan elde edilen enerjiden bahsedebiliriz..
ÖM: Jeotermal bakımdan zengin olduğu belirtiliyor.
ÇE: Kaynaklarımızın %3’ünü kullanıyoruz, dünya yedincisiyiz bu halimizle.
ÖM: Öyle mi? Biraz önce sözünü ettiğiniz toprağın 5-6 metre altında bulunan sabit ısının rotasyona tabi tutulup kullanılması...
ÇE: Kutuplarda da böyle, o bir dünya sabiti.
ÖM: Bütün bunların bilimsel verilerin ışığında değerlendirilip bir hükümet planına, eylem planına dönüşmesi gerekiyor gibi bir kanaatim var. Ne yapmamız lazım?
ÇE: Dünya bu işi 70’li yıllarda becerdi, önce bir nehir yandı Amerika’da, belki hatırlarsınız, “ne oluyor?” dedi çevreciler. Derken Araplar petrole 3 katı zam yaptı, karşılığında üniversite-sanayi işbirliği yapıldı hemen, hemen kurallar belirlenecek, buna uymayan geçmiş olsun, ülkeyi terk etsin, çok net. Yani demokratik Amerika hakikaten faşizan davrandı, ama iyi ki de öyle yaptı, bir yılda %16 düşürdü, derken %40’a çekti, Almanya “ne yapacaksan yap, devlet olarak %80’ini karşılarım bu yolda” dedi ve hemen 3-4 senede sarfiyatı %50 düşürdü. Yani o bilinçlenme 30-40 sene önce başladı. Çünkü onlar fark ettiler artık, kuyunun dibinde petrol kalmamış. Hatta eSuudi Arabistan hidrojen araştırmalarını o yıllarda başlattı. Diyeceksiniz ki, “peki nasıl olmadı da bu dönüşüm hâlâ sağlanmadı?” Çok net, elinizde bir depo peyniriniz var, peynir de üretilmiyor artık, ne yaparsınız, ufak bir zam yapalım dersiniz. Dediler ki artık hiç şansı kalmadı, o zaman ikiye katlayalım dersiniz. Son tenekeye kadar peyniri satarsınız tüccar mantığı ile, ne olursa olsun. Bittiği gün ne yapacağınızı düşünürsünüz, elde ettiğiniz kazançla. Shell ve BP, dünyanın en büyük petrol satıcıları, şu anda dünyanın en büyük güneş paneli üreticileri olmak üzereler. Ama strateji öyle vahşi ilerliyor ki, yanılmıyorsam Shell, Siemens’in Simenes Solar adlı araştırma kuruluşunu satın aldı ve kapattı. Yani “benden önce yapamazsın” dedi, gayet net, “ben elimdeki malı bitireceğim, tatlı kârlarımın en tatlısını da elde ettikten sonra, bu piyasanın da hakimi ben olacağım.”
AH: Doğrudan konuyu geriye döndürerek sormak istediğim bir soru var; bu Diyarbakır’da yürüttüğünüz projenin benzerlerinin muhtemelen kentler için de uygulanması gerekiyor, özellikle İstanbul gibi metropoller için. Çünkü enerji tüketiminin en yoğun olduğu yerler buraları. Bu projelerin bu tip dip dibe yaşadığımız apartman modellerinde şansı var mı? Evde kullandığımız teknolojinin ne kadarını bunlarla birlikte kullanabiliriz enerji sarfiyatı anlamında?
ÇE: Eğer planlamayı enerji mimarlığı ilkelerine göre yaparsanız kesinlikle var. Diyarbakır’a Almanya’dan bir grup geldi , bir ara bir mahalle tasarımı talep etmiştik, demişlerdi ki; “yaparız elbette, ama bu mahalle apartmanlar da olsa kendi enerjisini kendisi üretecek.” Yani bu teknoloji var. Bazen deniyor ki “sen ufacık bir evde yapıyorsun kardeşim, her yanı güneş alıyor, burada olmaz” hayır efendim, bu bir temel prensip, bilimsel bir yaklaşım, bir davranıştır, olur, her yerde olur. Az önce -27’de yaşayan Diyarbakır’dan bahsettim, meteorolojiden bir takım veriler almıştık, onların da fark etmediği bir şeyi gördüm. Son 12 yılda güneşin kalori değeri %20 yükselmiş. İşte global ısınma! İşte global ısınmanın yarattığı kaos ortamının -27 derecesi. Yani çok çarpıcı iki sonuç, iki ucu da yaşamışız, yani içindeymişiz meğerse dışında değilmişiz.
ÖM: Başka bir yerden de okuduğum, sizin de ilginizi çekmiştir, ya da çekecektir Almanya’da, hiç enerji kullanmayan, “passive house” adı verilen binlerce evin yapıldığını...
ÇE: Bizim evimiz aynen odur, “passive house”.
ÖM: Öyle mi?
ÇE: “Kendi enerjisini üreten” derken kendine yetecek miktarda, üretmeme şansı yok, bir de aydınlanma ihtiyacı var, ısıtma, soğutma ihtiyacı var. Pasif, yani para ödemiyorsunuz.
ÖM: Hiçbir mekanizma yok, yani klima cihazı ya da kalorifer sistemi, merkezi ısıtma koymuyorsunuz.
ÇE: Aynı şeyden bahsediyoruz, yalnız ben “pasif” lafına ben takılıyorum, para ödememek, esas olan budur.
AH: %85’lik bir enerji tasarrufundan bahsediliyordu, bu “passive house”larla ilgili.
ÇE: %100. Gayet tabii ihtiyacınız kalmıyor artık, kendi kendinize yetiyorsunuz.
ÖM: İçinde oturan canlıların ısıları da katılıyor.
ÇE: Onun bile yeterli olduğu düşünülüyor, devlet de onun için size prim veriyor “beni kurtarıyorsun santral yapmaktan” diyor. 8 cente satıyor “11’e geri alırım” diyor. Çok akıllıca.
ÖM: Yalıtım için veya bu tarz projeler için hükümetlerin hem yönetmelikler çıkartarak, hem de destek, teşvik etmesi gerekiyor.
ÇE: Belki duydunuz, Barselona kentinde, bundan sonra ruhsat alabilmak için enerjinin %50’sini ürettiğini ispat et bana diyor.
ÖM: Aynen öyle, Türkiye’nin de hedef belirleyip bundan sonra da buna uygun eylem planları yapması gerekiyor. Yani plazma televizyonları çok büyük bir enerji savrulmasına mı yol açıyor, o zaman öbür televizyonları teşvik edecek ve ona da daha yüksek vergilendirme gibi bir uygulama getirecek. Yani hükümete burada çok ciddi bir öncülük rolü düşmesi gerekiyor, o yok gibi görünüyor şimdilik.
ÇE: Çok doğru. Şunu kabullenelim, ben 61 yaşındayım ve artık hiçbir hükümeti hedef almamayı düşünüyorum, çünkü bu toplumun içinde, bu kahveden çıkan adam o kahvenin anlayışını temsil eden adamdır, eğer toplumun anlayışı değişirse, kendi yöneticisini yaratacaktır. Yani “bana lazım olan akıllı kararı çıkarsın” demek sonsuza kadar beklemek anlamına gelir.
ÖM: Aynen öyle, bizim dışımızda değil olay.
ÇE: Dolayısıyla halkın fark etmesi halinde, yönetici, yönetim, yönetmelik, kanun, hepsi değişecektir. Yeter ki taleplerimiz değişsin. İtalyan seramikler ve pırıl pırıl parkeler sizi kandırıyorsa, pazarlığı bitiriyorsanız hiçbir şey değişmeyecektir. Ama nasıl ısınıyor, nasıl soğuyor, hangi malzemeler kullanılmış, kanserojen mi, ekolojik mi, bu sorgulama müteahhidi çatırdadır ve “satamayrim oni” dediği zaman değişim başlar.
ÖM: Siz çocuklarınızlarınızla beraber proje yapmak gibi bir mutluluğa sahipsiniz.
ÇE: Doğrudur.
ÖM: Çok teşekkür ederiz, son derece aydınlatıcı ve ilgi çekiciydi söyledikleriniz, tekrar hem kendi projelerinizde hem de bu genel konular üzerinde daha sık görüşme umuduyla diyeyim.
ÇE: Her zaman efendim, hizmete hazırız!
(15 Şubat 2007 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)