u! Üzerinde yaşadığımız dünyanın büyük bir bölümü sudan oluşmuştur, aynen bizim bedenlerimiz gibi.
Ancak, öncü bir Japon araştırmacının su ile ilgili olan fotoğraflarla doküman haline getirilmiş şaşırtıcı keşfini öğrenene kadar biz su hakkında çok az şey biliyorduk. Bu keşif bize bilmediklerimizi öğretti ve üzerinde yaşadığımız dünyanın en kıymetli kaynağı ile ilgili olarak yeni bir şuur seviyesine ulaşmamızı sağladı.
Dr.Masaru Emoto 1943 yılında Japonya da doğdu uluslarası ilişkiler ağırlıklı olarak aldığı üniversite eğitiminden sonra ikinci bir üniversite eğitim aldı ve Alternatif Tıp Doktoru oldu. Su kristalleri fotoğraflarını ‘’Suyun Verdiği Mesajlar’’ isimli iki kitabında yayınladı ve bu kitaplar tüm dünyada 400 bin adet sattı.
Dr.Emoto’nun su araştırmasını bu kadar popüler kılan nokta ise onun bu araştırma ile ispat ettiği düşünce ve duyguların fizik realiteyi etkilediği gerçeğidir. Aynı yerden alınan su örneklerine yazılı ve sözlü kelimelerle veya müzikle değişik niyetler, düşünceler yönlendirildiği, odaklanıldığı zaman ‘’su kendi ifadesini değiştimektedir’’.
Temel olarak Dr.Emoto suyun ifadelerini yakalamayı başarmıştır. Geliştirdiği teknikte çok soğuk bir odanın içinde son derece güçlü bir mikroskop ve çok yüksek hızlı bir fotoğraf çekim şekli uygulamıştır. Bu teknikle henüz oluşmuş donmuş su kristallerini fotoğraflamıştır. Ancak, değişik bölgelerden alınmış su örneklerinin hepsi kristalize olamamaktadır. Örneğin, çok kirli nehirlerden alına su örnekleri sadece suyun içinde bulunduğu hali, durumuu gösterirler.
Dr.Masaru Emoto donmuş suda oluşan kristallerin kendilerine belirli düşünceler yoğun olarak yönlendirildiğinde değişiklik gösterdiğini keşfetmiştir (düşüncenin şekline göre su kristalleri değişiklik gösterir).
Yapılan deneyler sonucunda çok temiz kaynaklardan gelen su örneklerinin ve kendilerine sevgi dolu sözcükler söylenen su örneklerinin aynen kar tanelerinin modeline benzeyen çok parlak, yoğun motifli, simetrik ve çok renkli desenler oluşturdukları görülmüştür.
Buna karşılık çevre kirliliğinin çok olduğu bölgelerden gelen su örnekleri veya negativ düşüncelere maruz bırakılan su örnekleri ise koyu renkli, asimetrik ve tamamlanmamış motifler oluşturmuşlardır.
Bu araştırmanın ve keşiflerin sonuçları bizim üzerinde yaşadığımız dünyayı ve kendi sağlığımızı nasıl positiv olarak etkileyebileceğimizi göstermiş ve devrim niteliğinde şuursal bir farkındalık yaratmıştır.
Dünyanın her tarafından konferanslar vermek üzere davet edilen Dr.Emoto Japonya, Avrupa ve Amerika da canlı deneyler yapmış ve düşüncelerimizin, davranışlarımızın, duygularımızın çevre üzerinde ne kadar derin etkileri olduğunu göstermiştir.
Bu konu ile ilgili olarak Amerikan Holistik Tıp Derneği Başkanı ve aralarında ‘’Kutsal Şifacılık’’ isimli kitabı da olan 295 yayını olan Dr.Norman Shealy şu yorumu yapmıştır:
‘’Dünyanın yarısı sularla kaplıdır ve bizim vücudumuzun dörtte üçü de sudur. Su, bizim içinde yaşadığımız dördüncü boyutla ruhumuzun beşinci boyutu arasındai bağlantıyı temsil eder. Bundan evvel pek çok çalışma, şifacıların hidrojen birleştirmeleri veya suyun infrared ışınları emmesi ile ilgili gözle görünmeyen etkilerini meydan çıkartmıştır. Ancak, bu çalışmaların hiçbirisi Dr.Emoto nun zarif çalışması ile boy ölçüşemez. Düşünce ve güzelliğin etkisi bundan evvel bu kadar iyi bir şeklide hiç anlatılamamıştı.’’
Naturally Well mecmuasının editörü olan Marcus Laux ise şöyle bir yorum yapmıştır ‘’Galile, Newton ve Einstein gibi Dr. Emoto’nun net vizyonu bize hem kendimizi hemde evreni farklı bir şekilde algılamayı göstermiştir. Burada bilim ve ruh birleşerek bizim dünyayı algılayışımızla ilgili inkar edilemeyecek bir kuantum sıçraması yapmış, sağlığımızı kazanarak nasıl huzur yaratabileceğimizi göstermiştir.’’
Bütün bunlara ek olarak şimdilerde yeni bir çalışma yapan Dr.Emoto bunu Islam dünyasına hediye edeceğini bildirmiştir. Bu çalışmada Allah’ın 99 ismi su örneklerinin üzerine yazılmakta ve oluşturdukları su kristali fotoğraflanmaktadır. Buna örnek olarak ‘’Adl ve Muksit’’ isminin yazılmış olduğu suyun oluşturduğu kristalin resmi Dr.Emoto’nun web sayfasında yayınlanmaktadır.
Araştırmacı Dr.Masaru Emoto Tokyo da bulunan Hado Enstitüsünün başkanıdır. ‘’Hado’’ fenomeni ile ilgili yazdığı pek çok kitap vardır. Japonca da bu kelimeyi meydana getiren iki hece ‘’dalga’’ ve ‘’hareket’’ anlamına gelmektedir.
Aşağıda ki tanım ise Dr.Emoto tarafından yapılmıştır ve suyun tabiatı ile ilgili olarak pek çok keşif yapmasına vesile olmuştur.
Dr. Emato ya göre Hado tüm maddede atomik seviyede görülen titreşim desenine verile isimdir ve bunun temeli de insan şuurudur.
Yıllar geçtikçe ve Dr. Emoto nun teorisi kabul gördükçe Hado anlayışıda bütün Japonya da yaygınlaştı. Öyle ki bu kelime günlük konuşma dilinin bir parçası oldu. ‘’Buranın hado su çok düşük haydi gelin buradan ayrılalım’’. ‘’Gelin çevremizin Hado sunu değiştirelim.’’ İşte bu tip konuşma şekilleri özellikle Emoto’nun devrim yaratan su kristalleri ile ilgili çektiği fotoğrafların yayınlanmasından sonra Japonya da çok yaygınlaşmıştır.
Ancak, resimleri sadece kristalize olmuş bir su molekülü olarak düşünmemek lazımdır. Dr.Emoto yu Hado fenomeninin öncüsü yapan şey onun
DÜŞÜNCE VE DUYGULARIN FİZİK REALİTEYİ ETKİLEDİĞİNİ İSPAT ETMİŞ OLMASIDIR.
Yazılan ve söylenen kelimelerle değişik hado=titreşimler meydana getirmekte ve hatta müzik dinletildiği zaman da su ‘’ifadesini değiştirmektedir.’’
Örneğin insan şükran duygusunu ifade edince bu hemen suya yansımaktadır.
Bu
konu ile ilgili sıkça sorulan sorulara ve cevaplarına aşağıda yer verdik:-
Soru: Su kristali bize ne anlatıyor?
Cevap: Su kristalleri meydana gelen titreşimlerin deseni ve görüntüleridir. Genelde positiv titreşimler güzel bir şekilde oluşmuş su kristalleri meydana getirirler ve kristalizasyon oranı negative titreşimlerin meydana getirdiklerinden daha fazladır.
Soru: Su kristalleri neden çeşitli kelimeler ve onların manalarına bağlı olarak değişiklik gösteriyorlar.?
Cevap:Bütün lisanlar tabiatın titreşimlerinden meydana gelir. Ebeveynlerimiz ve öğretmenlerimizden tarafından eğitildikten sonra biz tabiatın lisanını konuşmaya başlarız. Ancak, biz küçük yaşlarda onların konuştuğu lisanı nasıl öğrenebildik? Muazzam büyüklükteki tabiatın titreşimi bizi bu sorunun cevabına yönlendirebilir. Positive titreşimler güzel sözleri yarattı ve negativ titreşimler ise negativ kelimeler yarattı. Bu evrenin en temel prensibidir.
Soru: Şayet suya önce negative bir söz olan ‘’beni rahatsız ediyorsun’’ söylenip ardından tekrar ‘’Sevgiler ve teşekkürler’’ gibi bir ifade söylenirse su gene güzel kristaller oluşturabilirmi?
C
eCevap:Evet, oluşturabilir. Özellikle ‘’Sevgiler ve teşekkürler’’ gibi bir kelime yaptığımız araştırmalara göre en güzel su kristalini oluşturmuştur.
Soru: Hangi tip su insanlara en uygun olanıdır?
Cevap: Birlikte kendinizi en rahat hissettiğiniz su. Kendinizi su ile yanyana koymaya çalışın. Öyle ki, biz su çeşitleriniz arasından seçim yapabilir ve kendimize en uygun olanını bulabiliriz. Suyu aynen bir erkeği veya kadını sevdiğimiz gibi sevmeliyiz.
Soru: ‘’Suyun verdiği Mesajlar’’ isimli kitabınızda delillerle sabit olan bir fotğraf kolleksiyonu var. Bundan da şu sonuca varabiliriz; hayvanlar, bitkiler, insanlar, organik veya inorganik herşey, kısacası tüm varlık birbirleri ile olan ilişkilerinde muhteşem bir ahenk içindedirler. Diğer taraftan inanıyorumki aynı deneyi tekrar tekrar yapmakta sonuçların aynı veya farklı olup olmadığını görmek açısından büyük fayda var.
Cevap: Evrenin sürekli bir akış içinde olduğu söyleniyor. Bu dakika bir sonraki dakikada burada olamaz. Bu bağlamda su kristalleri de aynı sonucu vereceklerdir, ancak deney yapılan ortam aynı kalırsa beklediğimiz gibi aynı sonuçları alırız. Bu yüzden kelime deneyleri için el yazısı değilde basılmış harfler kullanıyoruz. Tabii daha kapsamlı bir görüş bildirmek için daha fazla deney yapmamız gerekiyor.
Soru: şayet DNA ve insan dokusunun ve virüslerin kelimelere reaksiyon verdiğini bilseydik bunu tedavi amaçlı kullanabilirmiydik
?
Cevap: İnsan bedenin yapısı 42 octavdan meydana gelmiştir ve bu frekanslarla ifade edilebilir. Bu da demektirki hem bakteriler hem de mitokondri bu skalada yer alırlar. Şayet, biz, bunlara denk gelen uygun frekansları yayabilirsek o zaman bir iletişim imkanı doğabilir. Zaten şimdi de pek çok insan alternatif tıp uygulamalrı yapıyor, ama bu teori hakkında bilgileri yok. Zaten DNA ve virüslerin yüksek frekans seviyelerinde yer aldığını gördüğümüze göre bu konuda önemli olan şuurumuzu nasıl yönlendireceğimizdir frekansları konuşmaktansa.
Soru: Su da benlik veya rahatsızlık duygusu varmıdır?
Cevap: Sonuç olarak su da benlik veya rahatsızlık yoktur. Ancak, suyun misyonu bizim düşüncelerimizi veya önlerindeki herhangi birşeyi taşımak
ve çok boyutlu bir nakliyeci olarak davranmaktır. Su, sürekli olarak verilen bilgileri kopyalar. Su kristali fotoğrafına baktığımızda ilk etapta suyun şuurlu olduğunu düşünürüz. Bu durumda su, projeksiyon yapan bir yansıtıcı ve ayna görevini yapan tek şeydir.
Japon bilim adamı Dr. Masaru Emoto, kendini İslam'a yakın hissettiğini söyledi:
“- Allah'ın 99 adının su üzerindeki etkisini kitabımda anlatacağım.”
(İpek Durkal, 28/03/2009 - Günaydın'ın haberi)
'Sudaki Mucize', 'Suyun Bilinmeyen Gücü', 'Sudaki Gizli Mesajlar', 'Su Müzik Dinliyor', 'Aşkın Şekli' adlı kitapları ve 'Ne Biliyoruz ki?' isimli filmle ünü tüm dünyaya yayılan Dr. Masaru Emoto Türkiye'deydi.
Doğa Koleji'nin sponsorluğunda '5. Dünya Su Forumu' çerçevesinde gelen Emoto; sudaki şifanın gizemini, düşünce ve duyguların fizik realiteyi nasıl etkilediğini anlattı. Dinleyicilere güzel sözler, güzellikler ve güzel duyguların su kristalleri üzerindeki etkisini fotoğraflarla gösterdi (Romantizm duygularına hitap edip sempati toplamış).
Bu seminer sonrasında röportaj yapma fırsatı bulduğumuz Emoto; vücudumuzun yüzde 70'inin (Aslında %65) sudan oluştuğuna dikkat çekerek, suya iyi davranmamız gerektiğine (Nasıl iyi davranılacak? Su hayvan veya insan mı ki, ona iyi davranmaktan bahsedilebilsin?) böylece daha sağlıklı ve sevgi dolu bir dünya kurulabileceğine (Daha sağlıklı ve sevgi dolu dünya ile ‘suya iyi davranmak’ rabıtası anlaşılamıyor) işaret ediyor. Kendisini İslamiyet'e yakın hisseden Emoto, Suudi Arabistan'da Esma-Ül Hüsna'nın (Allah'ın 99 adı) su üzerindeki etkisini (Bunu yapabilse çok iyi olurdu; bunu iyi yapabilecek kendine has birikimi ve kapasitesi acaba var mı?) gösteren bir kitap çıkarmaya hazırlanıyor.
SUYLA KONUŞUN (Suyla nasıl konuşulabilir, bu romantizm değil mi?)
(Soru): “-Alternatif tıpta çalışmalarınız kabul görüyor. Peki, iyi ve güzel düşünmenin; suya iyi davranmanın (Suya nasıl iyi davranılacak? Açıklık yok…) insan vücudu üzerindeki etkisi nedir?”
(Cevap): “-Bu benim 7.5 yıllık çalışmam. O sürede, kanser ve benzeri hastalara iyi, güzel, şefkatli konuşulmuş bu sulardan içirildi ve hastalıkları tedavi etmede olumlu etkisi görüldü (Gerçekliği tartışılabilecek bir konu).
(Soru): “-Bu, tıp dünyasında kanıtlandı mı?”
(Cevap): “-Evet, bu suları içen kişiler iyileşti ama 'neden, nasıl iyileşti?' sorularının cevabını kesin olarak vermek mümkün değil. (Hem ‘kanıtlandı’ diyor, hem de ‘kesin olarak mümkün değil’ diyerek ilk söylediği sözle ters düşüyor. O halde, bu iddiada nasıl bulunabiliyor?) Eğer bilimsel kanıt istiyorsanız, tıp alanındaki bilim adamları bunun doğruluğunu onaylamıyor çünkü o zaman kendi işlerine son vermiş olacak! (Kanıtlanamayan bir iddiası için kaçamak bir cevap…)
SUYUN DA DUYGULARI VAR (?)
(Suyun duygusu olması için, en azından ‘hayvan’ mertebesinde bir canlı olması lazımdır; halbuki, su canlı değildir ve duygusu da olamaz.)
(Soru): “- İnsanın kendi kendine sizin teorinizi uygulayabilecek gücü var mı? Vücudu ile konuşarak kendisini tedavi edebilir mi?”
(Cevap): “-Evet, tabii ki... Suyun da insan gibi, duygulara sahip olduğunu düşünüyorum.(“Düşünüyorum” demek delil teşkil eder mi?) Vücudumuzda, görmediğimiz suyu hayal ederek ona şükranlarımızı sunmamız (?), onun hakkında iyi düşünmemiz, sağlığımız için de faydalı bir yol olacaktır (Suya değil, Allah’a şükranlar sunulabilir, istinatsız rastgele romantik laflar edip dinleyiciden sempati toplamağa çalışıyor).”
(Soru): “-Suyun hafızası ve duygusu olduğunu (Suyun hafızası ve duygusu olur mu? Saçma..), kelimeleri anladığını (Saçma.. Kelimeleri anlaması için suyun aklının olması lâzımdır.) da anlatıyorsunuz. Aslında anladığı 'teşekkür ederim' cümlesi değil de, insanların bunu söylerken yaydığı enerji herhalde değil mi?
)
(Cevap): “-Kelimeler bazı titreşimlere sahip (Her ses zaten bir titreşimdir. Bu basit bir fizik bilgisidir) ve bunlarda bir enerji yükü var. Elma derken farklı bir enerji veriliyor ve bu enerji iyi ya da kötü titreşimler üretiyor. Suya etki eden de işte bu enerjidir.” (Bilimsel bir dayanağı ve ispatı olmayan yuvarlak sözler. Geçerliliğinin delili olmayan sözlerinin başka bir örneği).
(Soru): “-Onca ülke gezdiniz. Sizce suyla ve pozitiflikle en ilgili ülke hangisi?(‘Suyla ve pozitiflilikle en ilgili ülke’ ne demek? Aslında yanlışlık sorudan başlıyor, yanlış soruya verilecek cevabın ne önemi olabilir?(Cevap): “-Müslüman ülkelerde daha iyi bir reaksiyon ile karşılaştım. Özellikle Güney Amerika'da... 'Water' isimli filmin de etkisi olsa gerek (Bu filimde onun iddialarına destek mi veriliyor?) Rusya'da da çok iyi karşılandım. Aslında her gittiğim ülkede güzel reaksiyonlar aldım. Fakat Japonya'da bu kadar iyi değil.” (Soru): “-Kendi ülkeniz size karşı mı çıkıyor?
(Cevap): “-Japonya'da bana karşı olan bir grup var. Bilim adamları çalışmalarımı yıpratmaya çalışıyorlar. Çünkü yenilikten, birilerinin öne çıkmasından hiç hoşlanmıyorlar.
(Söylediklerinin delile dayanmadığına dikkat çekenleri ithama, karalamağa ve kendini haklı göstermeye çalışıyor.)
DESTEKÇİM YOK
(Soru): “-Bilim dünyasında bu araştırmanıza destek olan kimse yok mu?”
(Cevap): “-Halkın büyük ilgisini görmeme rağmen (Halk, cahilliklerinden ilgi gösteriyor olabilir) bilim çevresi, ağırlıklı sağlık grupları, maalesef desteklemiyorlar (Niye maalesef? Desteklenmesi gereken bir şey mi ortaya koymuş ki, ‘Maalesef desteklemiyorlar’ diyor?). Nedenini sorarsanız, biraz önce bahsettiğimiz gibi, kendi pozisyonlarını korumak istemeleri (Kendini haklı gösterebilmek için, yanlış değerlendirme ve iftiralarda bulunuyor.). Bilim çevresi ile bizim uyuşamama sebebimiz; benim yaptığım şeyler üç boyutlu ifade edilemiyor. Fiziksel bir şey değil. Olmayan bir şeyin resmini çekiyor, olmayan bir şeyi gösteriyorsunuz. Ruh gibi, hayalet gibi... Dolayısıyla bunu rakamsallaştıramadığımız için bilim adamları ile tartışamıyoruz. Farklı boyutlarda düşünüyoruz. (Bu, bir açıklama değil; gerçeği saptırma..)
(Soru): “-Buna rağmen bu kadar kitap yazdınız ve dünyanın pek çok ülkesinde seminerler veriyorsunuz...”
(Cevap): “-Bütün bilim adamları teorimin karşısında değil, destekleyenler de var. Örneğin Almanya-İsviçre sınırında soğuk füzyon deneyi yapılıyor. Bu deney ispatlandıkça, bana az da olsa destekte bulunan bilim adamlarının söylemleriyle benim şu anda tüm bu anlattıklarım altyapısını hazırladığım halkaya tam oturur. Ben şimdi sadece altyapıyı oluşturuyorum.(Soğuk füzyonla onun iddialarının ne alâkası olduğunu açıklamıyor. Müphem bazı laflar ediyor. İyi bir şovmen ve satıcı halini sergiliyor).
(Soru): “(Tercümanımız soruyor)- İslamiyet'te 'kıyametten önce güneş batıdan doğacak' inancı var. Bu deney (Ne deneyi? Bu, kıyametin son alâmetini söyleyen bir hadistir.) sonrası da kuzey ve güney kutuplarının yer değiştireceği söyleniyor. Bu muhtemel mi?” (Bu soru, adamına sorulmamış; kime sorulması gerektiği bilinememiş..)
(Cevap): “-Evet, dünya dönecek ama güneş ters taraftan doğacak. (Bu sözlerini hangi delile istinat ettirdiğini söylemiyor). Ben, İslam'ın bu teorisini (?) doğrulayabilirim... (Bu derin konu üzerinde, hangi vukuf ve ehliyetle konuşabiliyor ki? İslâm’ın ‘teorisi’ yoktur; ‘inanç sistemi’ vardır. Kendisinin teorileri varsa, önce kendi teorilerini doğrulamağa çalışmalı, sonra İslâm’ın inanç sitemindekileri!)
HER SU İÇİŞİMDE ÖZÜR DİLİYORUM
(Soru): “-Günde kaç bardak su içiyorsunuz?”
(Cevap): “-Bir litreye yakın.” (Aslında bir litre azdır. İnsanlara yanlış yönlendirme yapıyor!).
(Soru): “-İçmeden önce suya bir şey söylüyor musunuz?”
(Cevap): “-Özür diliyorum ve teşekkür ediyorum.” (Sudan özür dilenmez! Suyu kendine muhatap alıp ona kendi hesabına bakması, Yaratanı hesabına bakmaması, büyük bir hatadır.)
(Soru): “-Neden özür diliyorsunuz, içtiğiniz için mi?”
(Cevap): “-Hayır, ömrümün 50 senesini suyun ne kadar önemli bir nimet olduğunu bilmediğim ve onu gözardı ettiğim için...(Herkes, çocukluk çağından itibaren suyun ne kadar önemli bir nimet olduğunu bilirken, onun ömrünün 50 senesini bunu bilmeden geçirdiğini söylemesi çok garip ve kendisini küçük düşürecek bir itirafı olmuyor mu?) Araştırmalarımdan sonra suyun gerçekten Allah'a giden bir yol ve onun bir mesajcısı olduğunu anladım (Yalnız su değil her şey.. Söylediği en doğru cümlesi bu).
ACABA İSLÂM ADAMI MIYIM?
(Soru): “-Seminerinizde, zemzem suyunun kristalleri ve Besmele yazısının gösterildiği suyun kristal parçacıklarını gördük. İkisi de şahane bir görüntüye sahipti. Sizin İslamiyetle ilişkiniz ne boyutta?”
(Cevap): “-Şintoizm (Japon milli dini) ile Müslümanlık birbirine benziyor zaten. (Aslında hiç benzemez, Müslüman halkı yanıltıyor). Allah'ın 99 adını gösterdiğimiz kristaller çok güzel oldu. Tam benim düşündüğüm gibi (?) şekiller oluştu ( Oluşabilecek şekilleri kendisi önceden nasıl düşünebilmiş?) ve bunun üzerine düşündüm de; aslında ben İslam ile ilgili bir adam mıyım, İslam’ın bana mesajı mı var? Beni kendine mi çekiyor gibi düşüncelere kapıldım. (İnşallah Müslüman olur.). Yakında Suudi Arabistan'da bir kitabım yayınlanacak. Esma-ül Hüsna'yı suya göstereceğim ve oluşacak kristallerin fotoğraflarını çekeceğim. (Esma-ül Hüsna zaten devamlı olarak suya ve her şeye aksediyor, bu yeni bir şey değil ki...Sadece kendinde bunu yapabilecek özel bir yetenek ve farklılık olduğunu mu iddiaya çalışıyor?)
DR. Masaru Emoto kimdir?
Yokohama Üniversitesi ‘sosyal bilimler’ mezunu olan Emoto, 1992 yılında ‘alternatif tıp’ dalında doktora yaptı.
Beş kitabı bulunan Dr. Masaru Emoto'nun kitapları, toplam 70 ülkede 45 dile çevrildi ve dünya çapında en iyi satanlar listesine girdi.
UNESCO tarafından Barış Elçisi seçilen Dr.Emoto, donmuş suda oluşan kristallerin, kendilerine belirli düşünceler yoğun olarak yönlendirildiğinde değişiklik gösterdiğini keşfetti (Bu, bilimsel bir deney mi?) . Özel bir teknikle (?) bunların fotoğrafını çekmeye başladı.
**** * BİLİMSEL DUA ARAŞTIRMALARI *****
Daha iyi Olmak İçin Dua eden İnsanlar
Jeanie Davis
WebMD Medical News
6 Kasım 2001
—Bütün Hayatımızda olduğu gibi tıptada gizemli yöntemlerden biri olan duanın işe yaradığına dair deliller var.
Son yapılan araştırmalardan birinde, bir grup yabancı insanın kendileri için dua ettikleri aşı ile döllenme yapılan kadınların daha yüksek oranda hamile kaldıkları görülmüştür. Diğer bir araştırmada ise kalp ameliyatı geçirme riski altında bulunan insanların dua gruplarına katıldıktan sonra daha az komplikasyon yaşadığı görülmüştür.
Dölleme çalışmaları Seul/Korede bir hastanede toplanmış ve dua edilen kadınlarda hamilelik oranının iki katına ulaştığı tesbit edilmiştir. Bu çalışmanın başında ise New York da Kolombiya Üniversitesi Doğum ve jinekoloji Kürsüsü başkanı Rogerio A. Loho bulunmuştur.
Bunun hayli önemli bir buluş olduğunu söylemiştir Bay Lobo.
Buna rağmen ilk söylediği şey, daha bunun ne anlama geldiğini bilememiş olmalarıdır.
1998 ve 1999 yılları süresince Seul/Korede ki hastahanede aşı ile dölleme tedavilerinde
bulunan 199 kadın üzerinde rastgele çalışmalar yapılmıştır.
Tüm kadınlar aynı yaş grubu ve aynı dölleme faktörleri baz alınarak çalışmalar için şeçilmiştir.
Kadınların yarısı Kanada da ve Avusturalya da onlar için dua eden bir kaç Hristiyan dua gruplarına tesadüfü bir şekilde yönlendirilmişlerdir. Her bir hastanın bir fotoğrafı HASTANIN YÖNLENDİRİLDİĞİ gruba verilmiştir: ilk dua grubu direk olarak kadına dua ederken; ikinci grup birinci dua grubu için ayrıca dua etmekte bir üçüncü grup ise bir ve ikinci grupların her ikisine birden dua etmişlerdir.
Ne kadınların ne de onlara tıbbi destek veren personelin bu araştırmadan haberi olmadığı gibi kendileri için dua edildiklerinden de haberleri yoktu.
“Bunu belli etmeme titizliğini kontrol etmede oldukça dikkatliydik” diyor Bay Lobo.
“Kasten, tarafsız bir yöntemle gerçekleştirdik” Hiç bir hasta kendi için dua edildiğine dair enfermasyon almadı bu yüzden kadınların sonucu etkilenmedi.Hastaların kendi başlarına dua edip etmediklerini veya başka birilerinin onlar için dua edip etmediklerini bilmiyoruz diyor bay Lobo.
Kendisi için dua edilen grupta bulunan kadın diğer normal hastalara göre iki kez hamile kaldığını söylüyor.
Pozitif bir sonuç alacağımızı ummuyorduk diyor Lobo. Araştırmacılar bilgileri bir kaç defa tekrar tekrar anliz ettiler herhangi bir uyumsuzluk veya çelişki olup olmadığını bulmak için.
fakat herhangi bir şey bulamadılar diyor Bay Lobo.
Lobo henüz dua edilen kadınlar üzerindeki yüksek başarı oranının nedeni için keşfedememiş oldukları bazı “biyoljiksel değişkenler” olabileceğini itiraf ediyor ve bunların dua edilen kadınlar arasında yüksek başarı oranına neden olduğunu itiraf ediyor ve arkadaşlarıyla aşı ile üreme üzerinde devamı olan bir çalışma daha planladıklarını belirtiyor.
İkinci araştırma çok ciddi kalp problemleri olan 150 hastayı içermekteydi. Bunlar için yapılması gerekenin anjiyoplasti olduğuna işaret ediyordu tüm raporlar. Anjiyoplasti Doktorların tıkalı kalp damarını açmak vücuda soktukları özel kablo içine yerleştirilmiş olan ve açmayı destekleyen küçü bir cihazla gerçekleştiren işleme verilen isimdi.
Operasyon boyunca kendileri için dua edilen hastaların daha az komplikasyon geçirdikleri bu çalışmanın öncülerinden yazar ve Duke Üniversitesi Tıp Merkezi yöneticisi Mitchell W. Krucoff’a rapor edildi.
Onun bu çalışması Amerikan Kalp Gazetesinde baş makale olarak yayınlandı.
Krucoff, güç bir işleme maruz kalacak yüz elli hastayı kaydetti ve onları tesadüfi bir seçimle tamamlayıcı beş terapiden birini almaya yönlendirdi bu terapiler sitres atma, şifalı eller, güzel sözler rehberliği, başkaları için dua edenler ile korumak veya hiç bir tamamlayıcı terapiyi almamaktı.
Tüm tamamlayıcı terapiler bunlardan biri -başkaları için dua edenler- hariç, performans verdi kalp hastalıkları işlemi için başlanmadan en az bir saat önce hastanın yatağı kıyısında iken.
Budistler, Katolikler, Moravyanlar, Yahudiler, Kökten Hristiyanlar, Baptistler gibi tüm Dünyadan yedi çeşitli Mezhepin dua grupları Kardiyolojik operasyonlar esnasında bu özel hastalara dua ettiler.
Her bir dua grubuna kendileri için dua edecekleri özel hastaların adları, yaşları ve rafhatsızlıkları bildirildi.Hastlaradan hiç biri, hastaların ailelerinden kimse ve hastalarla ilgilenen görevlilerden hiç biri dua edildiğini bilmiyordu.
“Bu çok büyük bir titizlikle kontrol edilen bir çalışmaydı, biz tedavi amaçlı yeni ve güçlü bir kardivaskılar ilaç baktığımızdan ve hastaların tedavi dönemlerinde sonuçlarını görmek için”
diyor Bay Krucoff.
Hedef daha büyük denemelerde çalışmak için hangi terapininin daha garantili olduğuna karar vermekti.
Böylece kendileri için dua edilen grup diğer tamamlayıcı terapileri alan hastalardan daha az komplikasyon geçirdiğini söyledi Krucoff ve “bu istatiksel bir ispat olmamasına, kesinlik kazanmamasına rağmen açık saçık olan denemenin ikinci aşamasına başlama noktasında olmamızdır” demekte.
Denemenin İkinci aşamasındaki çalışma için şimdiden 300 kişiyi kaytılarına geçirmişti.
“Niçin duanın en iyi tedaviyi-sonucu ürettiğine dair herhangi bir tatmin edici mekanik bir açıklama olamadığını belirtiyor. Buna rağmen hastaların iyileşmeleri ölçüldüğünde en iyi yöntemin bu olduğunu söylüyor. Niçin olduğunu anlamasak bile hastaların nasıl olduğunu en azından ölçümlemekteyiz diyor”
Ön deneme olan ve iyi kontrol edilen her iki çalışma bir şeyler olğuna dair daha fazla kanıt sağlıyor diyor, Teksas Üniversitesi psikoloji ve psikobiyolojist profosörü olan Blar Justice.
Dua araştırmalarına bir kaç ON YIL dır devam eden Justice bizim röportajımız için raporları tekrar gözden geçirdi.
Justice bize,dua araştırmalarının gazetelerde ağırlık kazanmasıyla oluşan yansımadan çok daha önce devam etmekte olduğunu söylüyor ve “1980’lerden beri hayal ürünü olmayan iyi kontrol edilmiş beklenilen sonucu veren çalışmalar oldu.” diye ekliyor.
İnsana ait olmayan enzim hücreleri, bakteriler, bitkiler ve hayvanlar gibi inanca/dine dayalı olarak güçlendirici faktörlerden etkilenmeyen organizmalar üzerinde gerçekleştirilen çalışmalar Avrupa’da toplandı. Gruplar onların büyümesi için dua edilmeye kanalize edildi. Daha sonra dua edenlerin arkası bu organizmaların büyümelerine karşı olarak dua eden insanlara döndürüldü. Her defasında bitkiler duaların şiddetlerine göre cevap verdiler.
“
Onlara birşeyler oluyormuş gibiydi” diyor, Justice.
Şimdiki teknoloji duanın ardındaki mekanizmanın nasıl işlediğinin anlaşılmasının araştırılmasına izin vermiyorken, önceki kültürlerde yerçekimi ve diğer doğal fenomenler gizemli güçler olarak ciddiye alınmaktaydı.
“Keppler deli olmakla suçlandı, Ayın çekim kuvvetinin gelgiti oluşturduğunu söylediğinde, Galile bile bunu deli saçması olarak değerlendirdi ta ki Marconi bu teoriyi ispatlayana değin” diyor Justice.
“Diğer şeylerde olduğu gibi , sizler duanın bir etkisi olduğuna inanmak zorunda değilsiniz” diyor Justice.
Çeviren : Hayrettin ZOR
Burcu YAMAN YILMAZ
Yavuz Tuncay YILMAZ
http://sufizmveinsan.com
Prof.Dr. M. Kerem Doksat
~Bilimsel Olanla Olmayan Farkı~
İdealist, teist, deist, panteist veya pananteist kozmogoniler, spiritist ve spiritüalist, mistik ve dinî pek çok inanç sistemi kendi içlerinde tutarlı referanslarla hareket ederler. Dinler de, sosyal psikoloji bağlamında, birer ideolojidirler. Hepsinin kendine göre bir Ulu Yaratıcı, Tanrı fikri vardır ve melekler, cinler, diğer tabiatüstü-mânevî yaratıklarla dolu bir veri tabanı olan inanç ve referans sistemleri vardır ve kendi içlerinde tutarlıdırlar. Bâzı dürüst ve otokritiği güçlü kişilerin özeleştiriden kaçınmadıkları da görülmüştür. Kendi inanç sistemine göre, bir kişideki “ruhsal” bir sorun şeytandan, içine giren bir cinden veya Poltergeist’ten kaynaklanıyor olabilir ve bundan kurtulmak için de bir hocaya, mânevî şifacıya, exorcist’e, medyuma veya cinciye gidebilir. Nitekim, en câhilinden en sofistikesine kadar pek çok kişinin bu yollara tevessül ettiklerini biliyoruz. İnsanın okurken sinirden patlasa mı, gülmekten çatlasa mı karar veremediği, hastaya musallat olmuş cini çıkarmak için cinin (!) nasıl dövüleceğini anlatan kitaplar gırla gidiyor ve bunu yazan hurâfecilere, koca üniversite profesörü, televizyon sunucuları iltifat edebiliyorlar; böyle bir olayı katıldığım bir canlı televizyon programında yaşamış ve yayınladığım bir makalede anlatmıştım!
Bu konudaki ısrarcı tutumumun sebebi, İslâm’ın esasında böyle sapkınlıkların hiç olmadığını, böyle kişilerin ya şarlatan ya da akıl hastası olduğunu bilmemden kaynaklanıyor. Yoksa, ayakları yere basan ve akl-ı selîme alenen ters düşmeyen her türlü inanca saygım vardır. En önemli nokta-i nazâr, bunun bilimle ilgisinin olmadığı düsturudur.
Bilimsel olmak iddiasıyla bir şey yaparken ise, o tatbikatın dayanağının güvenilir ve geçerli olması gerekir.
Bütün bu epistemolojik tartışmalara ve Heraclitus’un “aynı derede iki kere yıkanamazsınız” ifâdesine rağmen, agnostik tavırlı emprisizm ve pratiklik prensiplerinin müspet ilmin (pozitif bilimin) temel taşı olduğunu düşünüyorum. Yâni ya doğrudan müşahede (observation: gözlem) yoluyla ya da bir varsayım üzerine binâ edilmiş bir teorinin tecrübelerle (experiment: deney) ispatı yoluyla elde edilen bilginin defâten ve farklı gözlemcilerce de teyidi söz konusu olduğu zaman, bu bilgi bilimseldir. Bu şekilde elde edilen bilgiye bilim ve felsefede objektif (nesnel) bilgi denir.
İlham, sezgi, içe doğma, rûyada görme, vahiy gibi vâsıtalarla elde edilen bilgiye ise sübjektif (öznel) bilgi denir.
Objektif bilgi dâimâ daha yeni ve geçerli, güvenilir bilgilerle çürütülüp değişebilmek özelliğini taşır.
Sübjektif bilgi ise dogmatik, nass’a dayanan ve değişmez vasıftadır; ancak üzerinde tefsirler yapılabilir ki, bunlar da yeni birer sübjektif bilgi oluştururlar. Objektif bilgi bir kanaât (opinion) konusudur, dâima değişmeye ve ilerlemeye adaydır, sübjektif bilgi ise bir îman konusudur ve –çoğu zaman- tartışılması bile memnûdur. Maâlesef, Amerikanca’ da “to believe” fiili o kadar rahat kullanılır oldu ki, ondan etkilenen Türk yazarlar da bilimsel konularda bile inançtan (belief) bahsetmeye başladılar, kanaât kayboldu.
Bu semantik bozulmanın tefekkür etmeyi de ne kadar bozduğu ve, meselâ, “Allah’a îman etmekle”, “Freud’un psişe modelinin doğru olduğu kanaâtinde olmanın” farkı kalmadı. Bu son derecede önemli epistemolojik esprinin kaybı, bilim adamlarını îman gibi taptıkları bilimsel teorilerle mücehhez kılarak, sekter kamplara böldü. Bir başka semantik sorun, Türk psikiyatrisinde ruh kelimesinin yanlış kullanılmasından kaynaklanıyor. Araplar psikoloji karşılığı olarak “ilm-i ruh” demiyorlar, “ilm-i nefs” terimini kullanıyorlar.
“Zihin” yerine “ruh” denince, metafizik-dinî mânâda ruhla karışıyor ve ne kadar sözüm ona medyum, şifâcı, “reenkarnasyon terapisti” geçinen şarlatan varsa, “biz de ruhla uğraşıyoruz, siz de” deyip, kendilerini psikiyatrla meslekdaş, hâttâ üstün görme hakkını kendilerinde buluyorlar. Hâlbuki psikiyatrın uğraştığı şey zihin, yâni psişedir ve bu anlamda ruhun organı da beyindir. Bu yaklaşım bâzlarına çok redüksiyonist (indirgeyici) gelebilir. Nitekim, psikiyatri tarihinde de bu konu sürekli tartışılmıştır. Adolf Meyer’in psikobiyoloji kavramını ortaya koymasını, George Engel’in “biyopsikososyal modeli” ve “genel sistemler teorisini” insanın varoluşuyla irtibatlandırması zenginleştirmiştir. Karl Jaspers, Karl Wernicke ve Sigmund Freud’un metodolojilerini fazla kutupsal oldukları için eleştirmiş ve psikiyatride “plüralist bir epistemolojinin” gerekliliğini vurgulamıştır. Bu eklektik tavır da bâzılarınca eleştirilmiş, bâzılarınca desteklenmiş, hâttâ geliştirilmiştir. Metafizik-dinî anlamdaki ruhun ve cin, melek gibi mânevî varlıkların ne olduklarını bilemeyeceğimiz, onları deney ve gözlem yoluyla ispat veya inkâr edemeyeceğimiz için, bunlar müspet ilmin kullanabileceği bilgiler, doneler değildir. Meselâ, ruhun ölümden sonra başka bir bedende yeniden dünyaya gelmesi demek olan reenkarnasyon mevzuu ne ruh, ne de öte âlem mefhumları objektif bilgi olmadıkları için, bilimsel bir tartışma konusu teşkil etmez; olsa olsa teolojik bir argümandır, yâni bir inanç konusudur.
Hipnozla kişileri geçmiş hayatlarına götürüp, o zamanlarda yaşadıkları olayların bu günkü problemlerinin sebebi olduğu düşüncesiyle, bunları hastaların hâfızalarından silerek tedavi etmek nev’înden uygulamalar da, bu perspektifle bakıldığında görüleceği gibi, bilim-dışı, hâttâ tehlikelidir. Aynı şekilde, pek çok insanın bâtıl bir îtikat hâlinde çekindiği “nazar değmesi” de, ne demek olduğu belirsiz bir kavram olduğu için, bilim-dışıdır.
Popper’ın işâret ettiği gibi, müspet ilim ve onun kullandığı malzeme olan objektif bilgi sâyesinde bilim de, teknoloji de, insanoğlunun hayat standardı da müthiş bir sür’atle ilerliyor.
Müspet ilmin istinat ettiği ve etmesi şart olan, aksi taktirde terakkinin, tekâmülün mümkün olmayacağı bilgi objektif bilgidir ve tıp da müspet ilmin sağlıkla ilgili dalıdır. Bu sebepledir ki, kişisel inancı, dinî veya ideolojik tercihi ne olursa olsun, tıp adamının, ezcümle psikiyatrın kullanacağı, rehber edineceği bilgi objektif bilgi olmak zorundadır.
Bir psikiyatr mesaisine dua ederek, niyet tutarak veya hiçbir şey yapmayarak başlayabilir; bu onun şahsî tercihidir. Ama, bilimsel uygulamaya hiç bir inancın katılmaması gerekir. Gene Popper’ın da vurguladığı gibi, bu temel ilkeye, çağımızın modern dinlerinin de (Marksizm ve Freudizm de dâhildir) istisna teşkil etmediği kanaâtindeyim. En önemli bilimsel ahlâk prensibi budur.
Bizler moralist değil terapistiz.
Onlara ideolojimizi, inancımızı veya tercihlerimizi, yönelimlerimizi hastalarımıza empoze etmeye asla hakkımız yoktur. Hastalarımızı yargılamak, vaftiz veya takdis etmek değil, tedavi etmekle mükellefiz.
Prof.Dr. M. Kerem Doksat doksat@superonline.coİstanbul - 13.07.2004
http://sufizmveinsan.com
(
Kendisi ‘sosyal bilimler’ mezunu ve ‘alternatif tıp’ dalında doktora yapmış. Konuştuğu alanların uzmanı değil. Alternatif tıp konusuna, delili ve ispatı olmadan, insanların merak, alâka ve ihtiyaçlarına hitap eden çok şeyi sokup bu şekilde meşhur olmak çok yaygın ve asrın modası olan konulardan biridir. İnsanları etkilemek için başarılı bir şovmenlik ve satıcılık yapmaktan başka, bahsettiği konularda onu konuşmağa ve yazmağa salahiyetli kılabilecek bir alt yapısı olmadığı sözlerinden anlaşılıyor. Romantik insanların damarına göre şerbet veriyor. Söyledikleri, İslâm’ın hakkaniyetini tasdik ettirici delillermiş gibi kullanılmamalıdır!)
Duanın gücünü keşfeden ilaç şirketleri şimdi ‘duayı modern tıp’ ile birleştirmenin yollarını arıyor.
Amerikalı ünlü şarkıcı Aretha Franklin 60’lı yıllarda ‘I say a little prayer for you’ (Senin için küçük bir dua ediyorum) isimli şarkısını söylediğinde, kalpten dile getirdiği bu cümlenin, kısa bir süre sonra tıp dünyasında ter akıtan bilim adamlarına ilham vereceğini bilemezdi elbette. 70’lerden itibaren yapılan araştırmalar, dua etmenin, insan sağlığı üzerinde olumlu etki yarattığını gösteriyor! Duanın gücünü araştıran uzmanlar, şaşırtıcı verilere ulaşıyor. Klinik deneyler, insanın kendisi ya da bir başkası için ettiği duaların, hem eden hem edilen kişinin fiziki ve ruhi yapısına olumlu yönde katkıda bulunduğunu gösteriyor. Duanın gücünü keşfeden klinik, vakıflar ve ilaç şirketleri şimdi ‘duayı modern tıp’ ile birleştirmenin yollarını arıyor. Sir John Templeton Vakfı, bu istikametteki arayışların meyvesi olarak ortaya çıkan ‘Mind-Body’ (Ruh/Beden) alanındaki araştırmalar için yılda 30 milyon dolar harcıyor. ABD Ulusal Sağlık Enstitüsü de ‘düşünce’ odaklı tıp için 3,5 milyon dolarlık bir fon ayırmış durumda. Dünyanın en ünlü kalp cerrahlarını bünyesinde barındıran Cleveland Clinic’in hemen yanı başında bulunan Case Western Reserve Tıp Fakültesi’ndeki doktor adayları, tıp tarihi ve hastaya genel yaklaşım konularında ‘hastanın inancı’ konusunu da ders olarak görüyor. İngiltere’de binlerce insan hastanelerdeki yakınları için dua ediyor. Hatta birçok kişi, bir araya gelerek yakınları için toplu dualar ediyor. Dua edenler arasında doktorlar ve diğer sağlık personeli de bulunuyor. Bilim adamlarına göre grup dualarında daha güçlü bir frekans yakalanabiliyor. Duanın maddi etkilerini gösteren en önemli araştırmanın sahibi ise, Harvardlı bilim adamı Herbert Benson. Dua eden kişilerin beyin MR’larını çeken Benson, bu tarama ile vücudun ve beynin dua ederken değiştiğini ortaya koyuyor. ‘Yaptığımız beyin taramalarında, düzenli şekilde ibadet eden kişilerin, diğerlerine nazaran daha düşük tansiyona sahip olduklarını, daha az gerilim içinde olduklarını görebiliyoruz.’ diyen Benson’ın bulgularına göre, dua ya da ibadet esnasında vücut fonksiyonları rahatlıyor ve beyin büyüyor. Yer ve gök dua üstünde durur der büyükler. Kur’an-ı Kerim’in tavrı çok nettir bu konuda: ‘Duanız olmasaydı ne ehemmiyetiniz olurdu.’ der ayette (Furkan, 25/77)’. Müslüman doğarken dua mırıltıları ile doğar, onunla büyür, günlük işlerine onunla başlar. Yalnız Müslümanların değil ehl-i kitabın ve hatta Budistlerin bile bütün kainatıdır dua. Ellerde tesbih ‘Rab’ zikredilir. Ancak son yıllarda ‘dua etmek’ dini bir ritüel olmaktan bir adım öteye geçerek tedavi aracı olmaya başladı. Dua ile iyileşme süreci arasındaki bağlantıyı incelemek amacıyla yürütülen araştırmalar son derece önemli sonuçlar ortaya koyuyor. ABD ve İngiltere’de yapılan araştırmalara göre, hastalar için dua etmek, hastaların rahatsızlık belirtilerini azalttığı gibi, iyileşme sürecini de hızlandırıyor. Diğer bir deyişle; hem ‘dua eden’ hem de ‘dua edilen’ şifa buluyor. Durum böyle olunca başta Amerika ve İngiltere’de olmak üzere birçok ülkede ‘dua kulüpleri’nin sayısında artış gözleniyor. Birçok insan başı sıkıştığında ve hastalık kapısını çaldığında, doktorlarla birlikte duaya da başvuruyor. Dua eden sıhhat buluyor 1960’lı yıllarda sadece şarkılara tema olan ‘dua’ 90’lı yılların ortalarından sonra ciddi anlamda araştırma konusu oldu. Bu tarihten sonra ABD’deki ‘dua ve sağlık’ konulu araştırmaların sayısı neredeyse ikiye katlandı ve ortaya çarpıcı sonuçlar çıktı. Sözgelimi, Michigan Üniversitesi’nin araştırmasına göre, dindarlarda depresyon ve stres daha az görülürken, Chicago’daki Rush Üniversitesi’nin araştırmasına göre, düzenli olarak ibadet ve dua edenlerdeki erken ölüm oranının, dine bağlı olmayanlara göre yüzde 25 daha az olduğu tespit edildi. Dua eden kalp hastalarının, ameliyattan sonraki birkaç yıl içindeki ölüm oranlarının, etmeyenlere nazaran yüzde 30 daha az olduğu ortaya çıktı. Columbia Üniversitesi’nde yapılan araştırmada ise, üreme sorunları yaşayan kişiler için düzenli olarak dua okundu ve bir süre sonra bu kişilerdeki döllenme başarı oranının yüzde 8’den yüzde 16’ya çıktığı gözlemlendi. San Francisco Hastanesi’nde 393 kalp hastası üzerinde yapılan bir başka araştırmada ise, 150 hasta için düzenli olarak dua edildi. Tanımadıkları kişilerin kendilerine dua ettiği bu hastaların, ilaç tedavisine daha çabuk cevap verdikleri tespit edildi. ‘Dua ile terapi’nin yoğun olarak kullanıldığı Duke Üniversitesi’nden kardiyaloglar da dua eden hastaların daha hızlı iyileştiğini kanıtladı. Üç yıl süren bu çalışmada 795 kalp hastasına dünyanın çeşitli yerlerinden, aralarında Amerika’da yaşayan Müslümanların, Nepalli Budist rahiplerin ve Manchester’li Hıristiyanların oluşturduğu 26 ayrı grup, dua etti. Yine 1998’de yayınladığı bir araştırmayla Dr. Elizabeth Targ, Afrika’daki bazı AIDS hastalarının toplu yapılan dualarla iyileşme gösterdiklerini kaydetti. Bazı araştırmalarda hasta ve dua edenin karşılıklı olarak birbirlerinden haberdar olmasa bile, ‘dua’nın yine şifa verici etkisini göstermesi, bilim adamları tarafından meselenin en etkileyici kısmı olarak nitelendiriliyor. Öte yandan inancın fiziki etkilerine yönelik bilim dünyasında sonuçları merakla beklenen son araştırma ise İngiltere’de yapılıyor. İngiliz bilim adamları, teologlar ve beyin uzmanlarından oluşan bir grup iki yıl sürecek bir çalışma sonucunda ‘Neden bazı insanların inançları güçlü, bazılarının değil?’, ‘İnancın acı üzerindeki etkisi nedir?’ sorularının cevabını araştırıyor. İngiltere’de yeni oluşturulan ‘Zihin Bilim Merkezi’ne bağlı bilim adamları, bu sayede inancı, inancın gücünü ve sarsılma noktalarını anlamaya çalışacak. Grup duaları daha etkili Bilimsel çalışmaların da ‘duanın gücünü’ kanıtlaması doğal olarak dua gruplarının sayısını ve duaya olan talebi artırıyor. Nitekim İngiltere ve İrlanda’da sadece çeşitli Hıristiyan mezheplerine ait binin üzerinde dua grubu var. Küçük bir ada ülkesi olan Singapur’da bile 31 dua grubu bulunuyor. İngiltere’de bir milyondan fazla Hıristiyan’ın bağlı olduğu bir cemaatin sözcüsü Janet Holloway’a göre araştırmalar, duanın hastalar üzerinde pozitif etkisinin olduğunu kanıtlıyor. Holloway, ‘Birçok doktor alternatif terapiler arayışında iken biz de duayı bir alternatif olarak görüyoruz.’ diyor.
PSİKİYATRİ PROFESÖRÜ HAROLD G. KOENIG: Dindarlar daha uzun ve sağlıklı yaşıyor Dua etmeyenlere kıyasla, dua edenler üzerinde yaptığınız klinik deneylerden ne gibi sonuçlar elde ettiniz? Dua edenler ya da dindar hastalar, stresle daha kolay başa çıkıyor, depresyona girme oranları daha düşük oluyor, girseler de daha kolay çıkabiliyor. Depresyon, kişilerin hasta olduklarında yaşadıkları ciddi bir zihinsel sağlık sorunudur. Ümitlerini kaybedip her şeyden vazgeçerler. Din ve dua ise yaşama manâ katar, insana ümit verir. Bunlar ise kişinin ruhunu ayağa kaldırarak onu depresyondan çıkartır. Yaptığımız bir çalışmada, sağlıklı ve dua eden ihtiyarların, etmeyenlere oranla yüzde elli oranında, ortalama 6 yıl daha fazla yaşadıklarını gördük. Görüyoruz ki duanın zihinsel sağlığa katkısı, aynı zamanda fiziksel sağlığı da etkiliyor. Yaptığınız klinik deneylerde sadece Hıristiyanlar üzerinde mi çalıştınız yoksa diğer dinlerin mensupları da araştırmalara dahil edildi mi? Amerika’dakilerin yüzde 90’ı Hıristiyan olduğu için bulgularımız doğal olarak Hıristiyanlarla ilgili haliyle. Bununla birlikte dünyanın diğer yerlerinde de, sınırlı da olsa Müslüman ve Yahudilere yönelik olarak benzer çalışmalar yapıldığını biliyoruz. Müslümanlarla ilgili olan çalışmalar Malezya’da yapılıyor. Buna göre endişe, depresyon ve üzüntü, dua edildiğinde ya da Kuran okunduğunda hissedilir derecede azalıyor. Bildiğim kadarı ile dua ya da Kur’an okumanın fiziksel sağlık üzerindeki etkilerine dönük bir çalışma yok. Ama yapılırsa aynı sonuçları vereceğine eminim. Dua etmenin, çaresi olmayan hastalıkların tedavisinde önemli bir rol oynayabileceğine inanıyor musunuz? Dua etmek, iyileşmeyi hızlandırabilir mi? Son yüz yıl içersinde yapılan bin 500 çalışmadan hareketle, ki bu çalışmaların yüzde ellisi dindar insanların zihinsel ve fiziksel olarak daha sağlıklı olduğunu göstermekte, dua etmenin gerçekten de tedavi edilemez hastalıklar üzerinde etkili olduğunu ve iyileşmeyi hızlandırdığını söyleyebilirim. Tabii ki daha da fazla araştırma lazım. Ama, eldeki veriler, düzenli dini hayat yaşayan kişilerin, daha mutlu, fiziken ve ruhen daha dirençli olduklarını gösteriyor. Ruhen sağlıklı olmalarının, bağışıklık, kan ve kalple ilgili sistemler üzerinde de olumlu etkisi olduğunu biliyoruz. Stres, bedenin doğal tedavi sistemlerinin direncini kırıyor. Dua ve dini yaşam ise stresi azaltıyor, iyileşmeyi hızlandırıyor. Ama tabii ki bundan kişilerin sadece hastalandıklarında dua etmeleri gerektiği sonucunu çıkarmamak lazım. Sağlıklı iken de edilmeli ki, savunma sistemleri sürekli tetikte olsun, beden direnci düşmesin. Böylelikle sağlıklı kararlar alabilirler, bu da stresi azaltır.
LARRY SCHERWİTZ, PH. D. (California Pasifik Tıp Merkezi) ‘Enerjimiz dua ile zaman ve mekânı aşıyor’ Dua, hayatımızda büyük bir rol oynuyor. Üstelik sadece dua edilen adına değil, dua eden adına da. Dua etmek, bir tür amaç, dikkat ve istikamet harmonisi. Aynı zamanda kalbi, kutsal olana açmak manâsına da geliyor. Böylelikle amacımızı ve dikkatimizi kalbimiz sayesinde bir yere kanalize ediyoruz. Şöyle de diyebiliriz; dikkatimiz ve kalbimizdeki enerji, dua yoluyla, zaman ve mekanı aşıyor. Tabii bu, bu konu üzerinde araştırmalar yapan biri olarak benim kişisel yorumum. Bir de araştırmalar var. Çoğu kontrollü olan bu araştırmaların sonuçlarına göre; dua etmenin insan organizması üzerinde, birçok durumda, mütevazı ama istikrarlı bir etkisi var. Ne kadar çok dua edilirse, bu etkinin daha da artacağına dair emareler olmakla birlikte, henüz bunu destekleyecek yeterli veri elde etmiş değiliz. Ama sonuçlar, inancımızı destekliyor. Peki dua herhangi bir hastalığın tedavi süresini kısaltıyor mu derseniz; hastalık ve tedavi, sadece bedenle değil, ruh hali, kalp ve ruhun kendisiyle de ilgili bir süreçtir, derim. Duanın kalp ve ruh üzerindeki etkileri ortada iken, hastalığın iyileşmesine yardımcı olmuyor diyemeyiz.
ENES ERGENE (İlahiyatçı-yazar) ‘Müslüman’ın bütün kâinatı duadır’ Dua ve zikir, Müslümanların her zaman en önemli gündemidir. Dua ve zikir, bir Müslüman’ın bütün hayatını kuşatır. Nitekim Kur’an açık olarak şöyle der; “Ey iman edenler! Allah’ı çokça zikredin, sık sık anın. O’nu sabah-akşam takdis ve tenzih edin...” (Ahzab, 33/41); “Duanız olmasaydı ne ehemmiyetiniz olurdu.” (Furkan, 25/77); “Anın beni ki, anayım sizi.” (Bakara, 2/152); “Onlar Allah’ı ayakta, oturarak, hatta yan gelip yatarken de anarlar.” (Âl-i İmran, 3/191)... Burada ideal bir Müslüman’ın portresi çizilir âdeta. Yani bir anlamda onun zikir ve tesbihle sürekli iştigali vurgulanır. Bu süreklilik onu evrâd u ezkarla bütünleştirir. Nasıl günde üç defa cismani açlığını giderme ihtiyacı duyuyorsa, öyle de, her hali ve tavrında Allah’ı zikrederek rûhî ve manevi açlığını giderir. Velhasıl, Hz. Ali (ra), Efendimiz’in (sas) talim ettiği gece okunacak duaları hayatı boyunca hiç terk etmemişti. Kendisine, “Nehrevan gecesi de mi?” diye sorulduğunda, “Nehrevan gecesi de.” buyurdular. İmam Rabbâni Hazretleri bir nâfile ve evrâd âşığı idi. Üstat Bedîüzzaman Hazretleri üç cilt olan Mecmûatü’l-Ahzâb’daki duaları, onca meşgalesine rağmen on beş günde bir hatmediyordu. Bir taraftan risaleleri yazıyor, Kur’an’la meşgul oluyor, mahkeme ve müdafaa işleriyle uğraşıyor, yazılan risaleleri tashih ediyor ve bin türlü rûhî ve manevi baskıya maruz kalıyor, ama yine de Mecmûatü’l-Ahzâb’ı okumaya devam ediyordu. Hem talebelerinin hem de meskûn bulunduğu mahallerdeki komşularının şehadetiyle, geceleri sabahlara kadar ibadet ve ezkâr ile âh-u zâr ediyordu. (ALİ ÇİMEN - HAKAN YILMAZ / ZAMAN-TURKUAZ)
__________________
Aklın Elinde Şüphe, İlme Yol Aralar.Geçerse Nefsin Eline Kalbi Paralar.Kendilerini ”Şartlarını" kötü yapar.Herşeyi Maddede Arayanların,Akılları Gözlerindedir.Göz İse Maneviyatı Görmez!
Suya Tesir Eden Dua..
Dua öyle bir güçlü bir vesiledir ki, hastalıkları iyileştirir, suyu dahi halden hale sokabilir. Bu konuda Japon Bilim adamı Prof.Dr.Masaru Emoto’nun su üzerine yaptığı bir araştırma son derece ilginç yeni bilgiler sunuyor bize..
Yaptığı araştırmanın verilerine göre, “The message of the water” isimli kitabında, “Su, cansız bir madde değil; canlı ve duyguları algılayan kristallerden oluşmaktadır. Su çevresinden pozitif ve negatif bilgileri alır ve ona göre tepki verir.”diyor Prof.Emoto.
“Emoto, üç yıl kadar önce mikroskopla yaptığı araştırmalarda, donmuş su kristallerinin dış tesirler karşısında çok değişik şekillerde reaksiyon gösterdiğini keşfetti. Bu araştırmalara göre su kristalleri, dış çevre tesirlerinin yanı sıra, müzik, söz ve kavramlara da tepki veriyor.
Emoto, on iki yıl süren çalışmaları ve yaptığı on binlerce deney neticesinde, suyun sadece iyi ve kötü bilgileri, müzik ve sözleri değil, hisleri ve şuuru da kaydettiğini ortaya çıkardı.
Çekilen kristal fotoğraflarında suyun verdiği mesaj çok açık; sevgi ve minnettarlık gibi duygular fıtrat tarafından tasvip görmüştür. Yani sevgi ve minnettarlık, fıtratın özüdür. Su, ne kadar sevgi, duygu ve âhenk dolu söz ve musikî ile karşılaşırsa; altıgen kristal yapısı da o kadar güzel ve düzgün olmaktadır. Meselâ çekilen fotoğrafların birinde suyun yanında "şeytan" dendiğinde, kristaller kaotik bir biçime girerken, diğerinde de güzel sözlerle dua edildiğinde, suda, berrak ve estetik yapısı ile mükemmel bir altıgen ortaya çıkıyor. Emoto, bu çalışmalarıyla görünmeyen bir ruh âleminin varlığına da işaret ediyor.
DUA EDİLEN DU KRİSTALLERİ :
SU KRİSTALLERİNİN DUA EDİLMEDEN ÖNCEKİ HALLERİ :
Emoto’nun ekibi su moleküllerinin insan sözünün içeriğinden nasıl etkilendiğini görmek için Fujiwara Barajından topladıkları suya da dua okumuşlar. Su kristalinin duadan önceki biçimi ile duadan sonraki biçimi arasında belirgin bir farklılık gözlemlemişler.
Emoto, araştırmasıyla suyun sadece hâfızasının ve bilgi taşıyıcı özelliğinin olmadığını, aynı zamanda kâinatın dilini ve gerçek sevgi titreşimini de yansıttığını ispatlamaktadır. Meselâ iki kavanozun içine haşlanmış pirinç konuyor. Birine “teşekkür” , diğerine “aptal” yazılıyor. Bir ay boyunca bu sözler bu şişelere söyleniyor. Netice çok enteresan: "Aptal" denen kavanozun içindeki pirinçler siyahlaşıyor ve kavanozdan çok kötü koku çıkıyor. Diğerinde ise; pirinç beyaz kalıp, hoş bir koku yayılıyor. Bu da gösteriyor ki, kötü ve iyi sözler, su ve pirincin üzerinde tesirli oluyor. Öyleyse Allah'ın nimet ve ihsanlarına karşı, zikir, fikir ve şükür vesilemizi hiç unutmamamız gerekiyor. Bilhassa Bismillahirrahmanirrahim ile Elhamdülillah gibi son derece basit ve etkili duaları hiç unutmamalıyız..
Başlangıçta söylenen bir söz var ve bu söz, önce maddî bir titreşime, şekil oluşturan bir sese dönüşüyor. Ve sonra tekrar belli bir bilgi haline geliyor. Su böyle frekansları en açık bir şekilde ispatlanabilir olarak çeken bir maddedir. Su kristallerinin şekli, dünyanın nasıl bir durumda olduğunu gösteriyor. Meselâ; Berlin, Londra veya Paris'teki klorlu çeşme sularının dejenere olmuş kristal yapılarına karşılık; temiz kaynak suları estetik ve çok ince dizayn edilmiş altıgen yapılar göstermektedir. Bu geometrik şekil tabiattaki bütün hayat olaylarının temel biçimini oluşturuyor. Heavy-metal müzik ve küfür sözlerinin aksettiği suyun kristal yapısı, yapılan deneylerde tamamen parçalanıp dağılarak eski kristal formları binlerce parçaya bölünüyor. Vücudumuzun % 70 gibi büyük bir kısmının sudan oluşması gerçeği de, bizim, diğer insanların ve tabiatla olan münasebetlerimize dikkat etmemiz gerektiğini ortaya koyuyor.
Emoto ile ilgili Amerikan Holistik Tıp Derneği Başkanı ve 295 yayını olan Dr.Norman Shealy şu yorumu yapmış:
''Dünyanın yarısı sularla kaplı, vücudumuzun dörtte üçü de su Su, bizim içinde yaşadığımız dördüncü boyutla ruhumuzun beşinci boyutu arasında bağlantıyı temsil eder. Bundan evvel pek çok çalışma, şifacıların hidrojen birleştirmeleri veya suyun infrared ışınları emmesi ile ilgili gözle görünmeyen etkilerini meydan çıkartmıştır. Ancak, bu çalışmaların hiçbirisi Dr.Emoto nun zarif çalışması ile boy ölçüşemez. Düşünce ve güzelliğin etkisi bundan evvel bu kadar iyi bir şeklide hiç anlatılamamıştı.''
Yeni bir çalışma yapan Dr.Emoto bunu İslam dünyasına hediye edeceğini açıkladı. Bu çalışmada Allah'ın 99 ismi su örneklerinin üzerine yazılmakta ve oluşturdukları su kristali fotoğraflanmakta. Buna örnek olarak ''Adl ve Muksit'' isminin yazılmış olduğu suyun oluşturduğu kristalin res
Su Kristalleri adlı kitabında suyu çeşitli yönlerden ele alan Prof. Emoto, çalışmalarının ilmî temelini oluştururken, din gerçeğini de göz ardı etmiyor. "21. yy'da en önemli olayın ilimle dinin yeniden buluşması olacağını düşünüyorum. Eğer din olmasaydı insan aptallaşacak, modern ilim de hiçbir zaman ortaya çıkmayacaktı." diyor.
Vücudumuzun dörtte üçü su. Dünyanın büyük bir bölümü de sudan oluşuyor.
Suyla ilişkimizin ne kadar farkındayız? Dr.Masaru Emoto Japon bir araştırmacı. Su ile ilgili fotoğraflarla doküman haline getirilmiş şaşırtıcı bir keşif yapmış. Dr.Masaru Emoto uluslarası ilişkiler ağırlıklı üniversite eğitiminden sonra ikinci bir üniversite eğitim alıp alternatif tıp doktoru olmuş.
Su kristalleri fotoğraflarını ‘’Suyun Verdiği Mesajlar’’ isimli iki kitabında yayınlayan Emoto'nun kitabı tüm dünyada 400 bin adet sattı.
Temel olarak Dr.Emoto suyun ifadelerini yakalamayı başarmış. Geliştirdiği teknikte çok soğuk bir odanın içinde son derece güçlü bir mikroskop ve çok yüksek hızlı bir fotoğraf çekim şekli uygulamış. Bu teknikle henüz oluşmuş donmuş su kristallerini fotoğraflamış. Ancak, değişik bölgelerden alınmış su örneklerinin hepsi kristalize olamamış. Mesela çok kirli nehirlerden alınan su örnekleri sadece suyun içinde bulunduğu hali göstermişler.
Çok temiz kaynaklardan gelen su örneklerinin ve kendilerine sevgi dolu sözcükler söylenen su örneklerinin aynen kar tanelerine benzeyen çok parlak, yoğun motifli, simetrik ve çok renkli desenler oluşturdukları görülmüş.
Dr.Emoto Japonya, Avrupa ve Amerika da canlı deneyler yapmış ve düşüncelerimizin, davranışlarımızın, duygularımızın çevre üzerinde ne kadar derin etkileri olduğunu göstermiş.
Emoto ile ilgili Amerikan Holistik Tıp Derneği Başkanı ve 295 yayını olan Dr.Norman Shealy şu yorumu yapmış:
''Dünyanın yarısı sularla kaplı, vücudumuzun dörtte üçü de su Su, bizim içinde yaşadığımız dördüncü boyutla ruhumuzun beşinci boyutu arasında bağlantıyı temsil eder. Bundan evvel pek çok çalışma, şifacıların hidrojen birleştirmeleri veya suyun infrared ışınları emmesi ile ilgili gözle görünmeyen etkilerini meydan çıkartmıştır. Ancak, bu çalışmaların hiçbirisi Dr.Emoto nun zarif çalışması ile boy ölçüşemez. Düşünce ve güzelliğin etkisi bundan evvel bu kadar iyi bir şeklide hiç anlatılamamıştı.''
Yeni bir çalışma yapan Dr.Emoto bunu İslam dünyasına hediye edeceğini açıkladı. Bu çalışmada Allah'ın 99 ismi su örneklerinin üzerine yazılmakta ve oluşturdukları su kristali fotoğraflanmakta. Buna örnek olarak ''Adl ve Muksit'' isminin yazılmış olduğu suyun oluşturduğu kristalin resmi Dr.Emoto'nun web sayfasında yer alıyor.
ABD. deki DUA Kulübeleri !
“Küresel ekonomik krizden en çok etkilenen ABD’nin New York şehrinde yaşayanlar, çözümü duâda arıyor. ABD’li tasarımcı Dylan Mortimer (28) tarafından hazırlanan telefon kulübesi tarzındaki duâ noktaları şehrin en uğrak yerleri oldu. Daha birkaç ay önce önemli banka ve yatırım merkezlerinde çalışıp lüks içinde yaşayanlar sokak ortasındaki kulübeleri görünce, Allah’tan ekonomik krizin bir an önce bitmesini ve yeniden bir iş bulmayı diliyor. New York Üniversitesi Görsel Sanatlar bölümü mezunu olan Dylan’ın amacı ise kriz sonrası kapitalistleri dine yönetmek değildi. ‘Modern dünyada yeni bir inanç diyaloğu’ arayan Dylan, “Telefon kulübesi modelini Allah’ı arama bağlantısı kurulması için hazırlamıştım. Amacım kişisel inancın kamu alanındaki yerini sorgulamaktı. Fakat olaylar galiba farklı gelişiyor” diye konuştu. “İşte size bu kulubeden de bir görüntü…
Kıymetli kardeşlerim, Türkiye’de birçok işyerinde bay/bayan mescitler var. Bunların kıymeti bir zamanlar bilinmiyordu ama son günlerde giderek artıyor. Bakın ABD sokaklara koymaya başladı bile.))) İşyerinde maddi moral kadar, yani maddi ödüllendirmeler, geziler, hediyeler kadar manevi isteklendirme ya da motivasyon da önemli….
'İyileşirim' diyene ilaçlar yarıyor
Almanya'daki araştırma inanmanın, olumlu düşünmenin gücünü bir kez daha ortaya koydu
17 Ekim 2009 - 5:00
Araştırmaya göre, ilaçlar en çok tedaviyle iyileşeceğine inanan hastalara yarıyor. İlacın kendisini iyileştireceğine inanan hastalar, olumsuz düşünen hastalardan çok dahahızlı sağlığına kavuşuyor. Çünkü olumlu düşünceyle birlikte beyin vücuda ‘iyileş’ mesajı yolluyor.
Bilimadamları 'dua'yı yeni keşfetti5 Kasım 2009 Perşembe
'Dua ve ibadet, insanı belirli kurallara hapseder, bu nedenle psikolojik açısından insanın ibadete ihtiyacı yoktur’ diye düşünen bilimadamalarını yalanlayan yeni çalışma.
İ
zzet Taşkıran’ın haberi
Bilimadamlarının ‘Dua ve ibadet, insanı belirli kurallara hapseder, bu nedenle psikoloji ve sağlık açısından insanın ibadete ihtiyacı yoktur’ şeklindeki bakış açısı yıkılıyor. Bir tabu haline gelen geleneksel düşünce akımının varlığını sorgulayan Psikiyatr Profesörü Nevzat Tarhan, yakın zamanda bilimsel olarak gerçekleştirilen beyin görüntüleme çalışmalarında dua ve ibadetin insana yaptığı olumlu etkileri açıkladı. Moral FM’de yorumlarıyla renk kattığı Hayata Dair’de dua ve ibadetlerin insan psikolojisine etkisi konusuna değinen Tarhan, eskiden beri var olan geleneksel bakış açısınıysa şöyle özetledi:
DUA VE İBADET HAKKINDA BİR TABU DAHA YIKILDI “Bu düşünce tarzına sahip bilim adamları ‘İbadetler insanı belirli kuralları hapseder ve yargılayıcıdır. Bu nedenle dua ve ibadete psikolojik ve sağlık açısından ihtiyaç olmadığı gibi yanlıştır.’ diyor. İbadete ve dua düşkün kişilerin cemaati merkeze almasın kendileri olmasına izin vermediğini düşünüyor. Fakat son yıllarda yapılan duygusal beyin çalışmaları sonucunda doğa ve dini pratiklerinin kişide nasıl bir sonuç ortaya çıkardığı ve onu nasıl değiştirdiğinin öğrenilmesiyle mevcut düşünce tarzı yıkıldı.”
İBADETLER BEYİNDE ENDORFİN (MUTLULUK) HORMONU SALGILATIYOR Prof. Nevzat Tarhan, materyalist düşünceye sahip kesimlerce ortaya atılanın aksine dini pratik ve ibadetlerin kişi de huşu ve huzur sağladığını vurgulayarak “Bunların beyinde endorfin tarzında hormon ve kimyasallar salgıladığı ortaya çıktı. Bu tespitten sonra geleneksel psikolojinin dini pratikleri ve doğayı gereksizleştiren tezi sorgulanmaya başlandı.” diye konuştu. Programda bireylerin yaptığı ibadet ve duaların alçak gönüllü olma, kendi sınırlarını bilme, insanın derin yönlerini keşfetmek, benlik bilincini güçlendirmek ve motive etme gibi faydaları olduğuna değinen Tarhan, sözlerine şöyle devam etti: “Varoluş kaygısındaki ölüm, bireyselleşme ve yalnızlık gibi derinlik isteyen analizlerde kişinin dini pratiğinin olmasının psikolojik sağlığa katkı yaptığı açıklandı. Psikoloji alanında yapılan tespitler din hayatının en önemli boyutu olan duanın insana olan faydası konusunda araştırmaları arttırdı. Özellikle bireyde zihinsel dönüşümü sağlaması, karışık güdüleri eğitip ruhsal bütünlük sağlama eğilimi dikkati çekti.
Dua ve ibadetin bireyin uyumu konusunda korku, dehşet ve çöküntüyü azalttığı ve sosyal dayanışmayı arttırdığı belirlendi.”
DUA, İNSANININ ÖZGÜRLEŞMESİNİ SAĞLIYOR “Eğer bir dua ve dini pratik, kişide ahlaki değişim noktasında kolaylaştırmaya neden olmadıysa bunun bir ibadet olmaktan uzak olduğu şeklindeki görüşler iyice güçleniyor. Sürekli yaratıcının karşısında durarak onun kontrolü altında olması insandaki hayattaki olumsuzluklara karşı denetim duygusunu arttırıyor. Dua ve ibadet insanı kısıtlıyor gibi görünse de aslında insanın özgür olmasına katkı sağlıyor. Çünkü yeni yapılan psikolojik çalışmalar, asıl özgürlüğün arzu ve dürtülerden arınmak olduğunu ortaya koyarak bunu göz ardı etmenin bireyselleşmesi olmayacağını öne sürüyor. Vicdan denilen uyarı sistemini güçlendirerek şiddete eğilimin azaldığını bunu sağlayan baş etmenin de ibadet ve dua olduğunu bilimsel bilgiler doğruluyor.”
“Hasta, kendi dinine uygun bir dinî temsilcinin ruhî ve moral tesellisini kabul veya reddetme hakkına sahiptir.” Bu ifade 1995 tarihli Bali Hasta Hakları Bildirgesi’nin ‘Dinî destek hakkı’ başlıklı 11. maddesinde yer alıyo
ABD’DE 108 HASTAYA 1 DİN GÖREVLİSİ DÜŞÜYOR
Buna göre “Sağlık kuruluşları, imkânları ölçüsünde hastaların dinî vecibelerini serbestçe yerine getirebilmesi için gerekli tedbirleri alırlar. Hastalara dinî telkinde bulunmak ve onları manevî yönden desteklemek üzere talep etmeleri halinde dinî inançlarına uygun din görevlisi davet ederler.” Uluslararası camiada geçerli olan bu düzenleme, Türkiye’deki yasal boşluktan dolayı yerini bulmuyor. Çünkü, bu alandaki tek uygulama bir yıl devam ettikten sonra, 1996 yılında ‘laikliğe aykırı’ bulunduğu gerekçesiyle Danıştay tarafından iptal edilmişti. O tarihten itibaren de Türkiye’deki hastanelerde düzenli bir din hizmeti bulunmuyor. Hemen hemen her hastanenin bir bayan, bir de erkek mescidi mevcut. Bunun dışında dinî telkin ve dua için din görevlisi istihdam edilmiyor. Ancak, ABD ve Avrupa ülkelerindeki örneklerinde, büyük hastanelerde tam gün, küçük hastanelerde ise yarı zamanlı bir din görevlisi bulunuyor. İlgili dinin ilahiyat eğitiminden geçmesi zorunlu olan hastane din görevlileri, hastalara kendi dinî inançlarına göre telkinlerde bulunuyor. Bu şekilde hem tedavide motivasyon sağlanıyor hem de hasta daha hızlı bir şekilde iyileşiyor. Hastanelerde din hizmetiyle ilgili çalışmalar yapan ÖNDER’in Başkanı Yusuf Ziyaeddin Sula, “İnsanların en fazla ihtiyacı olduğu durumlarda bu desteği esirgememek lazım. Dinî telkin aldıklarında hastaların hayat kaliteleri yükseliyor.” diyor. Konunun taraflarından Diyanet İşleri Bakanlığı ise “Boşluk bir an önce doldurulmalı ve hastalara din hizmeti verilmelidir.” görüşünü savunuyor.
“Dinî hizmet almak hastaların olmazsa olmaz hakkıdır. Biz bu hakkı, tedavi olma, en az acılı tedavi uygulaması isteği, tedavinin kesilmesi gibi en tabii hasta haklarından ayıramayız.” Bu sözler, Viyana İmparator Franz Joseph Hastanesi din görevlisi Franz Sesler’e ait. Aynı zamanda mevcut olan bir uygulamayı da anlatıyor. Avrupa ülkelerinde ve ABD’de hasta hakları kapsamına giren ve yasalarla düzenlenen, ‘hastanın din hizmeti alma hakkı’ maalesef Türkiye’de bulunmuyor. 1995 yılında Sağlık Bakanlığı ve Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından ortaklaşa başlatılan uygulama, 1996 yılında Danıştay’ın yürütmeyi durdurması üzerine iptal edilmişti. O tarihten itibaren hastanelerde din hizmeti verebilecek herhangi bir görevli yok. Bu konudaki yasal boşluktan dolayı da hastaneler böyle bir istihdama gerek duymazken, ağır hastaların son andaki talepleri yerine getiriliyor. Psikiyatrist Mustafa Ulusoy, bir acizlik hali yaşayan ve teselliye ihtiyaç duyan hastanın, Yaratıcı’nın şefkat ve merhameti ile teselli bulabileceğini söylüyor. Ona göre, bu tedavide bir motivasyon unsuru da olabilir. Medical Park Bahçelievler Hastanesi Başhekimi Rüya Saitali, “Terminal dediğimiz son dönemdeki hastalar için istedikleri zaman din görevlisi getirtiyoruz.” diyor. Uygulamanın taraflarından olan Diyanet’e de, bu konuda telefonlar geliyor. Diyanet’in, talep olursa ve yasal düzenleme gerçekleşirse bu tür bir hizmetin içinde yer alabileceği belirtiliyor.
Başörtüsü kullanan kadınların sayısı artıyor mu yoksa azalıyor mu, başörtüsü Anayasa değişikliği kapsamına alınsın mı alınmasın mı tartışmaları sürerken, önemli bir eksiklik göz ardı ediliyor. İmam Hatip Liseleri Mezunları Mensupları Derneği (ÖNDER), “Dünya Hastanelerinde Din Hizmetleri” başlığıyla hazırladığı raporda bu konuyu enine boyuna işliyor. Viyana’da tıp eğitimini tamamlayan Dr. Ayşegül İlhan tarafından hazırlanan raporda, Avrupa ülkeleri, ABD ve Türkiye uygulaması karşılaştırmalı olarak veriliyor.
Dindar insanlar daha hızlı iyileşiyor
Hastaların dinî hizmet alabilmesi, Lizbon Hasta Hakları Bildirgesi (1981), Amsterdam Avrupa Hasta Hakları Bildirgesi (1994), Dünya Hekimler Birliği Bali Bildirgesi (1995) gibi metinlerde bir hak olarak garanti altına alınıyor. Hastanelerde ‘ruhi bakım’ veya ‘din hizmeti’ alan hastalar da diğerlerine göre daha kısa bir sürede iyileşiyor. 2000 yılında ABD’de yapılan bir araştırmaya göre, katılımcıların yüzde 79’u dini ve ruhani inancın hastalıkları iyileştireceğini düşünüyor. 1992 Gallup araştırmasına göre, halkın yüzde 66’sı ruhi inanç ve değerleri temsil eden bir danışmanı tercih ediyor, yüzde 81’i ise kendi değer ve inançlarının tedavi sürecinde yer alması gerektiğini belirtiyor. Virginia Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde yürütülen bir araştırmada da kalça kırığı bulunan yaşlı kadınlardan dinî inanç ve pratiği bulunanların diğerlerine oranla daha hızlı iyileştiği tespit edilmiş. 44 ortopedik hasta üzerinde yapılan araştırmada, papazların ziyaret ettiği hastaların iki gün erken taburcu oldukları, yüzde 66’sının daha az ağrı kesici istediği, yüzde 66’sının ise daha az hemşirelerle görüşme yaptığı belirlenmiş.
Seküler kaygılar da var!
Hastanelerdeki din hizmetleri, Avrupa ülkeleri ve ABD’de tam gün ve yarı zamanlı çalışanlarla gerçekleştiriliyor. Din görevlileri, hastanelerin etik kurullarının bir üyesi olarak görev yapıyor. ABD etik kurullarında 3 bin, İngiltere etik kurullarında ise 500 din görevlisi hizmet veriyor. Görevlilerin bağlı olduğu dinî grubun ilahiyat eğitimini almış olması şartı koşuluyor. Yarım gün çalışan görevlilerin ise, bağlı olduğu inanışın kabul edeceği belli bir dinî eğitime sahip olmaları gerekiyor. Türkiye’de ‘laiklik’ gerekçesiyle iptal edilen uygulamanın, dinî yanı dışında seküler yanı da bulunuyor. Din hizmetlerini sadece din açısından ele almanın doğru olmayacağı, hastane açısından ekonomik bir fayda sağlayacağı ve hasta maliyetlerini düşürdüğü yönünde tartışmalar ve araştırmalar yapılıyor. Bu araştırmalarda, dinî bakımın müşteri memnuniyeti sağlayacağı, hastaneye olan talebi artıracağı ve dolayısıyla bu açıdan da ekonomik çıkara yol açacağı üzerinde durularak, işin ‘dünyevi’ boyutları da gündeme getiriliyor.
Ankara Tabip Odası’nın yürütmeyi durdurma talebiyle açtığı dava sonucunda Danıştay’ın verdiği kara Buna göre “Sağlık kuruluşları, imkânları ölçüsünde hastaların dinî vecibelerini serbestçe yerine getirebilmesi için gerekli tedbirleri alırlar. Hastalara dinî telkinde bulunmak ve onları manevî yönden desteklemek üzere talep etmeleri halinde dinî inançlarına uygun din görevlisi davet ederler.” Uluslararası camiada geçerli olan bu düzenleme, Türkiye’deki yasal boşluktan dolayı yerini bulmuyor. Çünkü, bu alandaki tek uygulama bir yıl devam ettikten sonra, 1996 yılında ‘laikliğe aykırı’ bulunduğu gerekçesiyle Danıştay tarafından iptal edilmişti. O tarihten itibaren de Türkiye’deki hastanelerde düzenli bir din hizmeti bulunmuyor. Hemen hemen her hastanenin bir bayan, bir de erkek mescidi mevcut. Bunun dışında dinî telkin ve dua için din görevlisi istihdam edilmiyor. Ancak, ABD ve Avrupa ülkelerindeki örneklerinde, büyük hastanelerde tam gün, küçük hastanelerde ise yarı zamanlı bir din görevlisi bulunuyor. İlgili dinin ilahiyat eğitiminden geçmesi zorunlu olan hastane din görevlileri, hastalara kendi dinî inançlarına göre telkinlerde bulunuyor. Bu şekilde hem tedavide motivasyon sağlanıyor hem de hasta daha hızlı bir şekilde iyileşiyor. Hastanelerde din hizmetiyle ilgili çalışmalar yapan ÖNDER’in Başkanı Yusuf Ziyaeddin Sula, “İnsanların en fazla ihtiyacı olduğu durumlarda bu desteği esirgememek lazım. Dinî telkin aldıklarında hastaların hayat kaliteleri yükseliyor.” diyor. Konunun taraflarından Diyanet İşleri Bakanlığı ise “Boşluk bir an önce doldurulmalı ve hastalara din hizmeti verilmelidir.” görüşünü savunuyor.
“Dinî hizmet almak hastaların olmazsa olmaz hakkıdır. Biz bu hakkı, tedavi olma, en az acılı tedavi uygulaması isteği, tedavinin kesilmesi gibi en tabii hasta haklarından ayıramayız.” Bu sözler, Viyana İmparator Franz Joseph Hastanesi din görevlisi Franz Sesler’e ait. Aynı zamanda mevcut olan bir uygulamayı da anlatıyor. Avrupa ülkelerinde ve ABD’de hasta hakları kapsamına giren ve yasalarla düzenlenen, ‘hastanın din hizmeti alma hakkı’ maalesef Türkiye’de bulunmuyor. 1995 yılında Sağlık Bakanlığı ve Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından ortaklaşa başlatılan uygulama, 1996 yılında Danıştay’ın yürütmeyi durdurması üzerine iptal edilmişti. O tarihten itibaren hastanelerde din hizmeti verebilecek herhangi bir görevli yok. Bu konudaki yasal boşluktan dolayı da hastaneler böyle bir istihdama gerek duymazken, ağır hastaların son andaki talepleri yerine getiriliyor. Psikiyatrist Mustafa Ulusoy, bir acizlik hali yaşayan ve teselliye ihtiyaç duyan hastanın, Yaratıcı’nın şefkat ve merhameti ile teselli bulabileceğini söylüyor. Ona göre, bu tedavide bir motivasyon unsuru da olabilir. Medical Park Bahçelievler Hastanesi Başhekimi Rüya Saitali, “Terminal dediğimiz son dönemdeki hastalar için istedikleri zaman din görevlisi getirtiyoruz.” diyor. Uygulamanın taraflarından olan Diyanet’e de, bu konuda telefonlar geliyor. Diyanet’in, talep olursa ve yasal düzenleme gerçekleşirse bu tür bir hizmetin içinde yer alabileceği belirtiliyor.
Başörtüsü kullanan kadınların sayısı artıyor mu yoksa azalıyor mu, başörtüsü Anayasa değişikliği kapsamına alınsın mı alınmasın mı tartışmaları sürerken, önemli bir eksiklik göz ardı ediliyor. İmam Hatip Liseleri Mezunları Mensupları Derneği (ÖNDER), “Dünya Hastanelerinde Din Hizmetleri” başlığıyla hazırladığı raporda bu konuyu enine boyuna işliyor. Viyana’da tıp eğitimini tamamlayan Dr. Ayşegül İlhan tarafından hazırlanan raporda, Avrupa ülkeleri, ABD ve Türkiye uygulaması karşılaştırmalı olarak veriliyor.
Dindar insanlar daha hızlı iyileşiyor
Hastaların dinî hizmet alabilmesi, Lizbon Hasta Hakları Bildirgesi (1981), Amsterdam Avrupa Hasta Hakları Bildirgesi (1994), Dünya Hekimler Birliği Bali Bildirgesi (1995) gibi metinlerde bir hak olarak garanti altına alınıyor. Hastanelerde ‘ruhi bakım’ veya ‘din hizmeti’ alan hastalar da diğerlerine göre daha kısa bir sürede iyileşiyor. 2000 yılında ABD’de yapılan bir araştırmaya göre, katılımcıların yüzde 79’u dini ve ruhani inancın hastalıkları iyileştireceğini düşünüyor. 1992 Gallup araştırmasına göre, halkın yüzde 66’sı ruhi inanç ve değerleri temsil eden bir danışmanı tercih ediyor, yüzde 81’i ise kendi değer ve inançlarının tedavi sürecinde yer alması gerektiğini belirtiyor. Virginia Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde yürütülen bir araştırmada da kalça kırığı bulunan yaşlı kadınlardan dinî inanç ve pratiği bulunanların diğerlerine oranla daha hızlı iyileştiği tespit edilmiş. 44 ortopedik hasta üzerinde yapılan araştırmada, papazların ziyaret ettiği hastaların iki gün erken taburcu oldukları, yüzde 66’sının daha az ağrı kesici istediği, yüzde 66’sının ise daha az hemşirelerle görüşme yaptığı belirlenmiş.
Seküler kaygılar da var!
Hastanelerdeki din hizmetleri, Avrupa ülkeleri ve ABD’de tam gün ve yarı zamanlı çalışanlarla gerçekleştiriliyor. Din görevlileri, hastanelerin etik kurullarının bir üyesi olarak görev yapıyor. ABD etik kurullarında 3 bin, İngiltere etik kurullarında ise 500 din görevlisi hizmet veriyor. Görevlilerin bağlı olduğu dinî grubun ilahiyat eğitimini almış olması şartı koşuluyor. Yarım gün çalışan görevlilerin ise, bağlı olduğu inanışın kabul edeceği belli bir dinî eğitime sahip olmaları gerekiyor. Türkiye’de ‘laiklik’ gerekçesiyle iptal edilen uygulamanın, dinî yanı dışında seküler yanı da bulunuyor. Din hizmetlerini sadece din açısından ele almanın doğru olmayacağı, hastane açısından ekonomik bir fayda sağlayacağı ve hasta maliyetlerini düşürdüğü yönünde tartışmalar ve araştırmalar yapılıyor. Bu araştırmalarda, dinî bakımın müşteri memnuniyeti sağlayacağı, hastaneye olan talebi artıracağı ve dolayısıyla bu açıdan da ekonomik çıkara yol açacağı üzerinde durularak, işin ‘dünyevi’ boyutları da gündeme getiriliyor.
Ankara Tabip Odası’nın yürütmeyi durdurma talebiyle açtığı dava sonucunda Danıştay’ın verdiği karar üzerine 1996 yılı Ağustos ayında hastanelerdeki din hizmetlerine son r üzerine 1996 yılı Ağustos ayında hastanelerdeki din hizmetlerine son verildi. Bu tarihten itibaren de herhangi bir düzenleme bulunmuyor. Devlet hastaneleri ve özel hastaneler bu konuda mevcut durumla ilgili görüş bildirmekten kaçınırken, din hizmetine yönelik olarak da sadece ibadet yeri noktasında birer mescitleri bulunuyor. Daha fazlasının yapılması ise, yasalarda gerçekleştirilecek yeni bir düzenlemeye kalıyor. e.dolmaci@zaman.com.tr
ABD’DE 108 HASTAYA 1 DİN GÖREVLİSİ DÜŞÜYOR
Yüz ve üzeri yatak kapasiteli hastanelerde tam gün çalışan din görevlileri bulunuyor.
Hastanede din görevlisi olabilmek için en az fakülte veya papaz okulu mezunu olma şartı aranıyor.
Din görevlileri, sağlık ekibinin bir parçası olarak kabul ediliyor.
Görevliler sadece hastalarla değil, aynı zamanda onların aileleri, arkadaş ve diğer sosyal çevreleri ile de ilgileniyor.
Ölen hastaların yakınlarına başsağlığı dilemek ve onlarla ilgilenmek de bu görevlilerin hizmet alanı içinde kabul ediliyor.
Bunların yanı sıra ağır bir stres altında olan hastane personeli ile ilgilenmek de bu uzmanlara düşüyor.
Halen ABD etik kurullarında 3000, İngiltere etik kurullarında 500’den fazla tam mesai çalışan din görevlisi bulunuyor.
ABD’de yapılmış bir bilimsel çalışmaya göre, her 108 hastaya 1 din görevlisi düşüyor.
Tam mesaiyle çalışan din görevlilerinin yanında yarım mesai (part-time) olarak çalışanlar da var ki, bunların sayıları İngiltere’de yaklaşık 4500 (66 Yahudi ve 25 imam olmak üzere) olarak tahmin ediliyor.
Boşluk bir an önce doldurulmalı
Diyanet İşleri Başkanlığı: Din İşleri Yüksek Kurulu uzmanı Mehmet Kapukaya’nın, Diyanet Dergisi ekim sayısındaki “Cami dışı hizmetlerde din görevlileri” başlıklı yazısında kurumun görüşleri şu şekilde dile getiriliyor: “1995 yılının başlangıcında ülkemizde hastanelerde yatarak tedavi gören hastalara kısa süreli de olsa din hizmeti verilmeye başlanmış; ancak yasal boşluk sebebiyle bu uygulama uzun sürmemiştir. Bu boşluğun bir an önce doldurulması iyi olacaktır. Avrupa ülkelerinde bu hizmet yerel din görevlileri tarafından yerine getirilmekte ve buralarda hastalara din ve moral hizmetinin sunulması tabii bir hak olarak görülmektedir. Bu arada kamuoyu desteğine de ihtiyaç duyulduğu göz ardı edilmemelidir. Hastanelerde yatan hastaların büyük ekseriyetinin, bu hizmetten memnun kalacakları aşikârdır. Din görevlisinin ölümü hatırlattığı ve hastaya negatif moral verdiği tezinin hastalarca kabul gören bir tez olmadığına inanıyoruz.”
Tedavide motivasyonu artırır
Mustafa Ulusoy (Psikiyatrist): Hasta olmak, insan olmanın temel nosyonu olan acizliği yaşamak demektir. İnsanın ağzının tadı kaçmıştır. Bedensel olarak güçsüzdür. Kırık döküktür. Kronik-müzmin bir hastalığı da varsa bilinmezliklerle örtülü bir süreç vardır önünde. Hasta olmak demek teselliye muhtaç olmak demektir. Yaratıcı’nın, ‘Bir hastayı ziyarete geldiğinizde ben oradaydım’ dediği nadir durumlardan biridir. İnsan kalbi Yaratıcı’nın rahmeti ve şefkatiyle teselli bulabilir. Allah’ın ayetlerinden teselli edici bir söz, hadislerden hastalığın hikmetlerinden birkaç sözle kim bilir birçok kalp ne kadar teselli bulur soğuk hastane odalarında. Ayrıca hastalığı Allah’ın bir nimeti gibi görmek tedavi motivasyonunu da artırabilir. Birçok tıbbî hastalığı olan kişi hastalığını “inkâr” eder, etmek ister. Hastalık sahibi olma gerçekliğini kabul etmek istemeyen birçok hasta vardır. Bu, tedavi sürecini oldukça bozan bir durumdur. Dinî telkinlerde özellikle dikkat edilmesi gereken şey ise, Allah’ın gazap yönünün değil rahmet yönünün vurgulanmasıdır. Bu konuda muhteşem bir eser olan “Hastalar Risalesi” buna iyi bir örnektir.
Talep olduğunda, din görevlisi çağırıyoruz
Rüya Saitali (Medical Park): Biz akreditasyon gereği, her türlü dinî inancın, (Hıristiyanlık, Müslümanlık, Musevilik) kutsal kitaplarını bulunduruyoruz. Hastanede iki ibadethanemiz var. Bizim terminal dediğimiz son dönemdeki hastalar için de istedikleri zaman din görevlisi getirtiyoruz. Bu hizmeti verebilecek birini çağırıyoruz. Hastanemizde sürekli bulundurulan bir din görevlisi yok, bu verimli de değil. Camilerle ve kiliselerle görüşüp din görevlisi istiyoruz. Hasta ya da yakınının talepleri olduğunda bu gerçekleşiyor.
Dinî telkin hastadan esirgenmesin
Yusuf Ziyaeddin Sula (ÖNDER Başkanı): Türkiye’de öncelikle 1995 yılındaki denemenin yeniden başlatılması, daha doğrusu Danıştay tarafından yapılan engellenmenin kaldırılması lazım. Bir uygulama için Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok. Hem Hıristiyan dünyası hem Müslüman dünyasındaki örnekler incelenebilir. Bunun için Diyanet İşleri Başkanlığı devreye sokularak bir çalışma başlatılabilir. Öncelikle özel hastanelerden başlanmalıdır, çünkü onlar daha pratik yapacaklardır. Bir de işin ticari tarafı var. Bu hizmeti verdiklerinde daha fazla hasta çekme imkanları bulacaklar. Bir defa laiklik paranoyasından kurtulup konuya hak ve hürriyetler noktasında bakmak lazım. İnsanların en fazla ihtiyacı olduğu durumlarda bu desteği esirgememek lazım. Dinî telkin aldıklarında hastaların hayat kaliteleri yükseliyor ve hastanedeki hayat daha yaşanabilir bir hal alıyor. Bu rahatlık hastane yönetimini, doktorları ve hemşireleri de rahatlatıyor.
Mekke'de yaşıyor Kabe'yi görmemiş!
*************************
Diğer Prof. Osman ÖZSOY
Kabe'yi görebilmek için yanıp tutuşanların yanısıra, ömrü Mekke'de geçtiği halde Kabe'yi bir kez olsun görmemiş insanlar olduğunu biliyor muydunuz? İşte nasip denilen olgu
10 Ağustos 2009 08:06Bugünkü yazımızda gündelik mevzulara biraz ara vererek, ‘nasip’ olgusu üzerine bir fikir jimnastiği yapmak arzusundayım.Hani her gün birşeyler öğrenmek ister ya insan...Hani o gün birşey öğrenmediğinde o günü boş geçmiş sayar ya...İşte günlerden bir gün, aynı günde iki şey öğrenmenin hazzını yaşamıştım.O gün, ‘nasip’ denilen olguyu hakkelyakin tecrübe etmiş, ‘Vermeyince Mabud, neylesin Mahmut’ sözünün hikmetine bizzat muttali olmuştum.Geçtiğimiz yıl Harem-i Şerif’te, tam da Hacerü’l Esved’in karşı hizasında ezanı beklerken, hemen yanımda oturan, bakışlarını Beytullah’a dikmiş, gözlerini adeta hiç kırpmamacasına Kabe’yi seyreden 35-40’lı yaşlardaki uzun boylu, geniş omuzlu ve kiloca tombulca beyefendiye nereli olduğunu sordum. Doğma büyüme Mekkeli olduğunu söyledi. Mesleğini sorduğumda öğretmen olduğunu ifade etti.‘Doğma büyüme Mekkelisiniz ama, Hacerü’l Esved’e bakışınıza dikkat ettim, sanki ilk defa görüyormuş gibi, hiç temas etmemiş gibi bir hasretle bakıyorsunuz’ dedim. “Ben Hacerü’l Esved’e hiç dokunmadım’ dedi. “Nasıl yani, bugüne kadar yanına hiç gitmediniz mi?” dediğimde “Evet” dedi. “Nasıl olur ki?” dedim, “Hem de doğma büyüme buralı olduğunuz halde...”“Hacerü’l Esved’in yanında günün her saatinde çok itiş kakış var. Birini incitmeden, itiş kakış yapmadan yanına sokulmak nerede ise imkansız. Kimseyi incitmek istemediğimden yanına da gidemedim” dedi.Uzaktan, ama içten sevmek demek böyle birşey diye düşündüm. Tıpkı; "Ey Kabe, ne kadar hoşsun, kokun ne kadar da güzel, şanın şerefin ne kadar da yüce! Ama canım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Allah nezdinde malıyla, canıyla kulluk eden mü'minin hürmeti, senin hürmetinden daha büyüktür." (İbn-i Mace, Fiten, 2) Hadis-i Şerifinin vermek istediği mesajda olduğu gibi... Sevdiğine dokunamasan da, varlığını içinde hissediyor gibi yaşatmak... Varlık aleminin fiziğinden daha çok, metafizik boyutu ile hemhal olmak...Mekkeli öğretmenin bu davranışı zihnimde, Yunus Emre’nin:Bir kez gönül yıktın ise, bu kıldığın namaz değil,Yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil.Yunus der ey hoca, istersen var bin haccaHepisinden eyice, bir gönüle girmektir.dizelerini de çağrıştırdı.Mekkeli öğretmenin anlattıklarını namaz sonrası kaldığımız otelin lobisinde dostlarla paylaşırken, bir arkadaşımız, “O da birşey mi, dün bir ziyaretten Harem-i Şerif’e dönerken, bindiğimiz taksinin şoförü bize, Mekkeli olduğunu, ama şimdiye kadar Kabe’yi hiç görmediğini söyledi” dedi.Yarım saat içinde karşılaştığımız iki uç örneği görüyor musunuz?Bir yanda Kabe’den, Hacerü’l Esved’den gözünü hiç ayırmayan, ama insanları incitmemek için yanına sokulmayan bir gönül dostu var... Öbür yanda, Mekke’de yaşadığı ve işi gereği hergün Kabe’nin kapısına kadar yolcu taşıdığı halde, bir kez bile olsun Kabe’yi görmek nasip olmamış, bunu içten arzulamamış taksici var...Yaptığımız bir araştırmada İstanbul’da yaşayanların üçte birinin hayatında bir kez bile olsun denizi görmediğini öğrendiğimizde bile, Mekkeli taksicinin nasipsizliği kadar şaşırmamıştım.Konuyu dağıtmak istemem...Ama üzerinde yaşadığımız şu mübarek vatanda, ezan sesinin dört bir yanda semayı inlettiği şu güzelim ülkede, bu toprağın değerlerine yabancı, bu ülke insanı ile duygudaşlık kuramamış yetkililerin o gündür bugündür durumu bende, Mekkeli taksicinin içine düştüğü zavallılık ve nasipsizliği çağrıştırmaktadır. Gözlerini biraz açsalar, millete biraz kulak verseler, gönüllerinde biraz hareketlenme olsa, hep birlikte cennetasa bir ülkede yaşamanın hazzını alacağız.Dualar şekillenirken... Son olarak bir noktayı daha paylaşmak isterim. Ola ki bir mesajı olur...Malum şu sıra yoğun Umre trafiği var.Şimdiye kadar Kutsal Topraklara hiç gitmemiştim. Geçtiğimiz yıl eşimle birlikte Hacca gitmek çok istiyorduk. Kurada yedek çıktık, sıra gelmedi. Bu defa ben basın mensubu olarak gitmek için Diyanet’e resmen başvurdum, cevap veren bile çıkmadı. Baktım olmadı, ‘haydi çocuklar hazırlanın hep birlikte Umre’ye gidiyoruz’ diyerek evraklarımızı Birey Tur’daki değerli dostlarımıza gönderdik ve çoluk çocuk gittik.Geçtiğimiz yıl 19 Ağustos’u 20 Ağustos’a bağlayan gece saat 02.00 gibi Kabe’ye 100 metre mesafedeki otelimize yerleşip Umre öncesi yatsıyı kılmak için Harem-i Şerif’e girdiğimizde Kabe tüm haşmeti ile karşımızda göründü. Tavaf edenler hariç diğer insanların büyük bölümü halıların üzerinde ibadetle meşgüldü
***. Onlar arasında ayakta dikilen, ellerini genişçe açmış
dua eden biri dikkatimi çekti.
Yandan tanıdık gelince, baktım
ağabeyimin üniversiteden sınıf arkadaşı olduğu için tanıdığım İstanbul Ortaköy’de Dereboyu’nda bulunan
caminin imamı Murat Özkan Bey.
*****Kendisine selam verdiğimde aşırı abartılı tepki verdi
. İrkildiğini fark ettim.
Neden bu kadar şaşırdığını sorduğumda,
*********“İnanmayacaksın belki ama,
şu an sizin için dua ediyordum” dedi.
Veda tavafı yapmış,
ayrılmak üzereymiş.
Kabe’yi görmenin
bize de nasip olması için
bir dostumuz tarafından
o an yapılan
samimi dua,
demek bir ön kabul olarak çoktan yerini bulmuş
ve bizler Kabe’ye varmıştık.
*******Hiçbir dua karşılıksız kalmıyor.
Ama kula da biraz cehd ve gayret düşüyor.Mekke’de yaşayıp Kabe’yi bir kez bile olsun görmemiş insanların durumu ile, üzerinde yaşadığımız şu toprakların bu milletten beklediği tarihsel sorumluluğu bir kez bile olsun algılayamamış yöneticiler arasında fark var mıdır dersiniz?Hiç olmazsa Mekkeli öğretmen gibi yapsalar... Milletin değerleri ile buluşamamış olsanız da, bari incitmeyin.
Ne olur?
******* DUA nın en güzeli,
önce
Kur'an-ı Kerimde bulunan
DUA ayetleridir. *******
*******
Daha sonra,
Sevgili Peygamberimizin yapmış olduğu dualardır.*******
İnanaların Rabbine yapacağı
en güzel dualarda şunlara dikkat etmeli;
--DUA ,Ne zaman yapılmalı;
--Doğru DUA nasıl yapılmalı?
Çok Çok önemlidir.
Bunlar KURAN da belirtilmiştir.
- Kim bu dünyayı isterse;
HEMEN veririm,
sonra onu
cehenneme sokarız.
(17/18,19)
- Ey Rabbimiz, bize,
DÜNYADA da
AHİRETTE de
İYİLİK VER
Bizi cehenem azabından koru derler
Onların kazandıklarında ,
BÜYÜK NASİP VAR.
(2/201,202)
-En güzel isimler ALLAH ındır
siz ONA bu İSİMLER le
DUA edin.
Şeklinde olanıdır.
İnananlar Dualarının kabul edileceğine
yürekten inanırlar..
*** DUA nın kabul edilmesi, mucize ile karşılaşmak veya duanızın aynen yerine gelmesi şeklinde değil, sizin için en güzel şekilde dünya veya ahirette neticelenmesidir. DUA da istenilen şeyin "aynen gerçekleşmesi" gerekmez; çünkü insan, bazen kendisi için zararlı olan bir şeyi Allah'tan talep ediyor olabilir. "İnsan hayra DUA ettiği gibi, şerre de DUA etmektedir. İnsan, pek acelecidir" (İsra Suresi, 11) ayeti, bu durumu açıklamaktadır.
Demek ki, DUA bir ubudiyettir (Kulluk,itaat,ibadet) ki,
******
Rabbine;
halini,
etvarını, ihtiyacını
arz ediyorsun.
O da
sana en faydalı olacak şekilde
kabul ediyor.******
****
Allah DUA konusu olan şeyin
daha azını verebilir,
belki daha fazlasını verebilir,
ya da hiç vermeyebilir.
****
(Nedenini HIZIR Bölümü / Hz Hızır- Hz.Musa ile Yolculuğu kıssası Ayeti ;bölümünde bulabilirsiniz)***
Zira Yaradan bizi
bizden daha iyi bilmektedir.
Ancak her durumda da
Allah Kendisine dua edenin
duasına icabet etmiştir.****
* DUA edin ,kabul edeyim. *
(46/60)
"Kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak ki
Ben (onlara) pek yakınım.
Bana DUA ettiği zaman
*DUA edenin DUA sına cevap veririm. *
Öyleyse, onlar da
Benim çağrıma cevap versinler ve
Bana iman etsinler.
Umulur ki irşad (doğru yolu bulmuş) olurlar." (Bakara Suresi, 186)