Kütahya Hava Er Eğitim Tugayı'ndan tezkeremi almış, Haldun Simavi'nin Günaydın Gazetesi'nde redaktör olarak gazeteciliğe dönmüştüm.
Bilgisayar yoktu. Olivetti daktiloların şarkısı bitmemişti. Yazıişleri masasında kapış kapıştı. Gerçi herkesin zimmetinde bir Olivetti vardı ama uzunca bir yazı masasının etrafında müşterek çalışan, böylece henüz birbirlerinin yüzüne bakabilen sayfa sekreterleri ve redaktörler, ilk baskıya kadarki telaş içinde servislere gidip geldiklerinde daktilolarını yerlerinde bulamayabilirdi.
Yazıişlerinin tek seyyah aletiydi Olivetti'ler. Küçüktüler, koltuk altlarına sığarlardı. Genellikle iki parmakla yazan gazetecilerin hoyrat parmakları altında inim inim inler, sık sık bozulurlardı. Sarı, yeşil, kırmızı renkleriyle narin, çilekeş kadınlar gibiydiler.
Herkes severdi onları.
Ben de severdim. Fakat tanıştığı insanlar kadar kullandığı eşyaları da peşin peşin sevip duygusal bağ oluşturan tiplerden olduğum için, kıskançlık damarım da vardı. İdare'nin önüme koyup zimmetime, daha doğrusu namusuma teslim ettiği Olivetti'nin benden başkasına şarkı söylemesine tahammül edemezdim.
Olivetti verdiler, almadım. Yazıişleri dolaplarından birinin üzerinde terk edilmiş duran, tozlar içinde, mahkemelerdeki zabıt katiplerinin kullandığı cinsten, geniş şaryolu bir Facit daktiloya diktim gözümü. Kütük gibi ağırdı. Koltuk altına sığmazdı. O yıllarda hiç kimse gazeteciliği spor olsun diye yapmadığı için, günde on-onbeş defa ağır bir daktiloyu kaldırıp kucağında taşıyarak pazu geliştirmeyi düşünmezdi.
"Bana bunu verin" dedim.
Facit'i verdiler. Kucakladım.
Şaryosundaki kâğıt sıkıştırmaya yarayan demir kıskacın bir ucunu söktüm. Ajanslardan ve bürolardan gelen haberlerin yazıldığı teleks makinelerinde kullanılan çift katlı rulolardan birini daktilomun demir kıskacına geçirdim. Kıskacı yukarı kaldırıp, rolunun bir ucunu merdanenin ağzına verdim ve daktilomu kendi çapında mütevazı, minik bir rotatife çevirdim. Teleks rulosundaki kâğıtlar iki kattı ve karbonlu olduğu için her yazımda iki nüsha metin elde edilmiş oluyordu. Üstelik rulo bitinceye kadar sağda solda daktilo kâğıdı aramaya da gerek kalmıyordu.
Yazımı yazar, kâğıdı keser, herkesin "Tezcan'ın Rotatifi" dediği ve gizliden gizliye saygı duyup elleşmediği daktilomu kaldırıp arka kısmına yatırarak diker, yazdığım metni tashih için gözden geçirirdim. Daktiloyu kaldırıp dikince, geniş tabanı karşıma gelirdi. İşte tam oraya bir kartpostal yapıştırmıştım. Hani şu bayram tebriği olarak gönderilen kartpostallardan. Üstünde çok güzel bir resim vardı. Hangi ressamın olduğu yazmıyordu ama çok anlamlı bir resimdi.
Sarayda cübbesi, sarığı, kaftanı, belindeki ipek kuşağa sıkıştırdığı kabzası pırlantalı eğri kamasıyla üzerinden zenginlik ve kudret fışkıran çıplak ayaklı bir siyahi Harem Ağası, hücre-yi saadetinden çıkıyor, yine kendisi gibi zenci olan bir köle yere çökmüş, Ağa'nın yine kendisi gibi çıplak olan kara ayağına çarık giydiriyordu.
Bu resmin altına İsmet Özel'in şiirinden bir beyit yazıp yapıştırmıştım.
"Köleler gördüm, karavaşlar
Hayaları burulmuş bir adamın ayaklarını yıkamaktalardı"
Daktiloyu her kaldırışımda, o resim ve şiir karşıma gelir, "hayaları burulmuş adamlara" asla ve asla köle olmamam için beni uyarırdı.
İki yıl çalıştım o Facit ile. O, bana bir gün bile ihanet edip başkalarına şarkı söylemedi. Ben de ona bir gün bile ihanet edip hiç kimsenin ayağına çarık giydirmedim.
Yazıişleri'nde bir arkadaşa açıkça haksızlık edilmesi yüzünden istifamı verip gittikten iki yıl sonra, artık Asil Nadir'e satılmış, efsanevi patronu İstanbul'u terk edip Göcek'e yerleşmiş, yeni patronunun İngiltere'de uğradığı mali çökertme operasyonu yüzünden kapanmak üzre olan Günaydın'ı ziyaret ettiğimde, gözlerim önce daktilomu aradı Yazıişleri'nde.
Yazı masasının üstünde yoktu. Masada pek fazla Olivetti de yoktu. Patron hapiste olduğu için aylardır maaş almadan çalışırken Yazı masasında kalp krizi geçirip ölen redaktör arkadaşım Erdoğan'ın vefa adına konulmuş hüzünlü resmi vardı sadece.
Erdoğan, kendisine yapılan haksızlığa başkaldırıp istifa ettiğim arkadaşımdı.
Onun resmini öperken daktilomu gördüm. Karşıdaki dolabın üzerinde, toz içindeydi. Kimse el sürmemişti. Üstünde benim taktığım son teleks rulosu vardı hâlâ. Gidip şefkatle tozlarını sildim ellerimle. Önünden tutup arkasına doğru kaldırdım. Zenci harem ağasına çarık giydiren siyahi köle resmi ve o şiir oradaydı, duruyordu.
Son kez okudum dizeleri. "Hayaları burulmuş bir adamın ayaklarını yıkamakta" olan kölelerden olmamak için yemin ettim son kez.
Ne hikmetse, Ankara'da kopan son fırtına, hani şu Erzurum'daki soruşturmayı yürüten savcıların Yüksek Yargı tarafından görevlerinden alındığı gün, Günaydın Gazetesi'ndeki daktilomun altındaki resim ve şiir geldi aklıma. Televizyonlardaki haber kuşaklarında "Yargı Darbesi" başlıklarını okurken, "Köleler gördüm, karavaşlar/hayaları burulmuş bir adamın ayaklarını yıkamaktalardı" dizelerini mırıldandım kendi kendime. Ve "Hadi bakalım" dedim gülerek.
"Hadi bakalım, ne olacak görelim!"
a.tezcan@zaman.com.tr
|