Suzan Bayraktaroğlu ile 4 yıl önce açılan halı müzesinde, Ankara'da görüşüyoruz. Arka fonda göz alıcı kırmızısı ve mavisiyle 400 yıl önce dokunmuş bir Milas halısı. Yerde 16. yy'dan kalan başka bir halı. Üzerinde oturuyoruz. Biz konuşurken içeriye bir anne-kız giriyor. Genç anne duvarlarda raylı paravan sistemiyle sergilenen halıları ileri geri iterek inceliyor. Kızı ise yere çömeliyor hemen. Yüzyıllık halının desenlerini inceliyor.
Seccadeler koca bir kitabın sayfalarıymış gibi dizilmiş. Her sayfada başka bir yörenin ve yüzyılın deseniyle, rengiyle karşılaşıyorlar. Annesi desenlere ve renklerine, bir de kaçıncı yüzyıldan kaldığına dikkat ediyor, kızı ise sayfa gibi açılmasına, çevirip çevirip kahkahalar atıyor.
Vakıf Eserleri Müzesi Ulus'ta Gençlik Parkı'nın hemen karşısında, İller Bankası'nın yanında tarihi bir binada ziyaretçilerini bekliyor. Giderseniz giriş katta, soldaki salonda turuncu bir zemin üzerine asılı olan karanfil desenli Milas halısına dikkatlice bakın. Uzun ve aksiyon dolu bir seyahatin sonunda oraya gelmiş. Onu yüzyıllar süren uykusundan genç ve meraklı bir halı uzmanı Suzan Bayraktar uyandırır önce. Milas Ulucamii'nde onlarca kat halının altında toz ve güve içinde kendisine yüklenen görevi sabırla ifa ediyordur çünkü. Bayraktar, deseni, rengi, örme tekniği ile benzersiz olan halıyı envanter listesine bir numaralı halı olarak kaydeder ve depoya kaldırır. O vakitler müze olmadığı için vakıf eserleri depolarda tutuluyordur. Bu halının hikâyesinin finali, bulunmasından yıllar sonra 2002'de başlıyor.
Suzan Hanım, ofisinde Washington'dan gelen bir halı sergisinin kataloğunu inceliyordur. Sayfaları çevirirken depodaki bir numaralı halının fotoğrafıyla karşılaşır. O süreci şöyle anlatıyor: "Şoke oldum. Elim ayağım titremeye başladı. Depoda bildiğimiz halı Amerika'da ve adamlar sergilerinin kataloğunu Washington'dan Ankara'ya arkadaşıma gönderiyorlar."
Uzun yazışmalar, İnterpol'e bildirmeler sonunda halı Amerika'dan 2004'te gelir ve 2007 yılında kurulan müzede yerini alır. Bayraktaroğlu, insanların camilere vakfettiği, yüzyıllarca dayanıp günümüze ulaşan her biri sanat eseri kıymetindeki halıların böyle bir akıbete uğramasını büyük vebal olarak görüyor. Nitekim ilk çalıntı halıya rastladığı 1994 yılındaki şaşkınlık ve heyecanını anlatırken gözleri doluyor.
Konuşma yaptığı sempozyumda çalıntı halıyla karşılaştı
İstanbul'da büyük bir halı kongresi yapılıyordur, Lütfi Kırdar Sergi ve Kongre Sarayı dünyadan gelen yüzlerce halı uzmanı ve halı ticaretiyle uğraşan onlarca firmayı ağırlamaktadır. Firmalar stant kurmuş halılarını ziyaretçilere gösteriyordur. Bayraktaroğlu da konuşmasını yaptıktan sonra bu stantları gezerken daha yenilerde envantere kaydettiği ve depoya kaldırdıkları halıyı bir gurup yabancının incelediğini görür. Gerisini kendisi anlatıyor: "Yaklaştım evet bu bizim halı. Hatta halıyı kendi ellerimle tamir etmiştim, diktiğim ipi buldum. Elim ayağım titremeye başladı. Firmaya belli etmemem gerekiyordu ama çok heyecanlanmıştım. Nereye söylemeliyim, genel müdürlüğümü aramalıyım, emniyete mi haber vermeliyim, şaşırdım kaldım. Neden sonra bu organizasyonun başındaki profesöre söylemek aklıma geldi. Adını şimdi hatırlamıyorum. Yanına gittiğimizde dilim tutuldu, bir süre konuşamadım. Kızım sakin ol, söyle diyor. Yanımdaki arkadaşıma sen söyle diyorum ama o da neyi söyleyeceğini bilmiyor. Birkaç dakika sonra sakinleştim, hoca anlattıklarımı duyar duymaz standa gitti, halıya el koydu. Firma halının çalıntı olduğundan haberdar değilmiş. Aynı kişiden 7 halı aldıklarını söylediler. Hepsini verdiler. O zaman gece 12'ye kadar emniyette kaldık."
Araştırmacıların girmesi yasak ama hırsızlar girebilir
Suzan Hanım, İki yıl sonra 1996'da yine İstanbul'daki uluslararası bir toplantıya uzman sıfatıyla katılır. Zengin bir Alman, halı koleksiyonunu ve koleksiyonunun en nadide parçaları olan Türk halılarını anlatır. Sunumunun sonuna doğru der ki "Koleksiyonumun en değerli parçasını göstereceğim şimdi. Henüz yeni aldığım için kitabıma ve sunumuma koyamadım." Ekrana yansıyan fotoğraf Suzan Hanım'ı şoke eder. Öyle derin bir ah çeker ki bütün salon dönüp ona bakar. Hatta ne tesadüftür ki önünde oturan kişi önceki toplantıda da vardır ve dönüp Suzan Hanım'a "Yine mi?" der.
Koleksiyoner satın aldığı halının çalıntı olduğunu duyunca sempozyumu da ülkeyi de terk eder. Uzun yazışmalar bir sonuç getirmez. Halı halen Almanya'da, koleksiyoner ise ölmüş. Böyle olaylar sadece halıların başına gelmiyor, 2000'li yıllara kadar vakıf camilerinden o kadar çok eser çalınıyor ki o zamanlar vakıflarda çalışan personel arasında şöyle bir espri dolaşır: "Depolara araştırmacıların girmesi yasak ama hırsızlara serbest."