Aynı coğrafyanın kopuk halkları olarak yaşamını sürdüren Türk ve Ermeniler arasında henüz gün yüzüne çıkmamış pek çok hatıra ve ortak bağ mevcut. Siyasi propagandaların tesiriyle birbirlerine farklı yaklaşımlar sergileyen iki halkın aslında yakın geçmişe kadar yaşanan büyük birlikteliğine ancak bugünün yaşlılarıyla konuştuğumuzda şahit olabiliyoruz.
Onlardan biri de Malatyalı Stepan amca. Stepan amca, 1950'li yıllarda Malatya'dan ayrılarak İstanbul'a göçmüş. O dönemlerde bu göç meselesi meşhurdur. Gerek iş imkânları gerekse kültürel sorunlardan dolayı büyük şehre göçmek en uygun seçenekler arasındaydı. Nitekim İstanbul'daki hayatı da 1980'lere kadar sürmüş ve kendi kültürünü daha iyi yaşamak için Erivan'a geçmiş. İstanbul'da Şişli ve Beyoğlu gibi takımlarda spor faaliyetlerinde bulunmuş, dönemin ünlü film oyuncularıyla ilginç olaylar yaşamış ve hatta Türkan Şoray'ın ilk filminde arka sahnedeki gençler arasında kendisi de yer almış. Bu konuyla ilgili bir olay anlatıyor: Bir film çekimi esnasında Neriman Köksal'ı gören arkadaşları aralarında iddiaya girerler ve Stepan amcanın Neriman Köksal'ın yanağından öpemeyeceğini savunurlar. Çünkü Neriman Köksal, hükümet gibi bir kadın olarak biliniyor ve en ufak bir laubalilikte sinirleneceği düşünülüyor. Onları mahcup etmek için Neriman Köksal'ın yanına gidip durumdan bahseden Stepan amca umduğunu bulur ve Neriman Köksal, “Tabii canım, ne demek…” deyip Stepan amcayı kucaklayıp iki yanağından öper.
olu dolu bir İstanbul hayatı yaşadıktan sonra nihayetinde çocuklarının kendi kültürlerinde büyümeleri için Erivan'a taşınmayı düşünen Stepan amca, düşündüğü gibi hareket eder ve farklı bir coğrafyaya ilk adımını atar. Dolayısıyla hayatının en önemli üç dönemi; Türkiye, Sovyet Ermenistan'ı ve bugünkü Ermenistan olarak farklılıklar gösteriyor. Ermenistan'a geldiği zamanlarda ilk işi eski Malatyalıları bulmak olan Stepan amca, kendi komşuları ve akrabaları olan pek çok Malatyalıya ulaşıyor. Dönemin Malatya semtinde yerleşik bulunan Malatya göçmenleri de Stepan amcayı hatırlayıp hasret gideriyorlar. “Şimdiki gençler Malatya'yı bilmez, bilenler de öldü gitti zaten.” diyor. Erivan'daki Malatya semtinde Malatya'yı hatırlayan az sayıda insan kaldığını, geride sadece çeşitli yazı ve fotoğrafların bulunduğunu belirtiyor. Erivan'daki Anadolulular vaktiyle dernekler kurmuşlar. Yani Malatyalılar Derneği, Adanalılar Derneği, Muşlular Derneği gibi yapılanmalarla hemşehriler bir araya gelir, kültür faaliyetlerinde bulunurlarmış. Zaman içinde bunlar da işlerliğini kaybedip zamana yenilmişler. Yeni yetişen gençler de o illerle ilgili bilgilere sahip olmadığı ve ilgisizlik duydukları için dernek faaliyetlerini sürdürmemişler. Stepan amca, Malatya'dan çok uzun zaman önce göçmesine rağmen her ayrıntıyı güzel bir şekilde hatırlıyor. Malatya'daki evleri Salköprü Mahallesi'ndeymiş. 70 olaylarında öldürülen Malatya Belediye Başkanı Hamit Fendoğlu'nun (Hamido) sınıf ve futbol arkadaşı olduğunu anlatan Stepan amca, Hamido'nun haylazlıklarını saya saya bitiremiyor. Bugün merkezde bulunan İnönü heykelinin yapımı için halkın birkaç yıl boyunca daha fazla vergi ödediğini, Ahmet Emin Yalman'ın Malatya ziyaretinde Hüseyin Üzmez tarafından nasıl vurulduğunu ve İsmet Paşa'nın akrabaları olan Temelli ailelerinin günlük yaşantılarında neler olup bittiğini birinci ağızdan öğreniyoruz. Hatta Turgut Özal'ın ailesiyle kurdukları ilişki de Stepan amcanın hatıralarında önemli bir yer tutuyor.
alatya'daki en önemli yerlerden Kernek, Horata ve Derme'nin isim kökeninin Ermenice oluşu ve anlamları üzerine konuşan Stepan amca, ilkokulu bugün hâlâ eğitim veren Hidayet İlköğretim'de, liseyi ise Kanalboyu'ndaki Sanat Okulu'nda okumuş. Lisede “Ermeni öğrenciye not vermem” diyen öğretmenleri sayesinde eğitimi pek çok aksamaya uğramış. İsimler konusunda da, Derme'nin Der-Mesih'ten geldiğini, Horata'nın “su gürültüsü” olduğunu ve Kernek'in “yıkanma yeri” olduğunu anlatırken, Malatyalılar için ilginç olacak bir konudan da bahsetti.
Belki bugün de devam ediyordur; batıl inançlardan dolayı, sarılık türünden hastalıklara yakalanan çocukların götürüldüğü Hanımın Çiftliği gibi yerlerde, İslam âlimlerine ait olduğu anlatılan mezarların toprağı, haşlanmış yumurta üzerine dökülür ve çocuklara yedirilir. Ben de o çocuklardan biriydim vaktiyle… Stepan amca, o mezarlarda Hıristiyan azizlerin yattığını ve Ermeniler oralardan göçtükten sonra yerel halk tarafından mezarların adının değiştirildiğini anlatınca şoke oldum. Fakat adı üstünde, batıl inanç coğrafya farklılığı dinlemeden her yerde kendisini gösteriyor. Hastalıkların iyileşmesi, çocuk sahibi olma ve başarılı olma konularında mezarlardan yardım dileyen batıl kültürün zavallı araçları da, adı ve dini bilinmeyen ölüler oluyor.
Çocukluğumdan beri merak ettiğim, Çarmuzu'dan merkeze dolmuşla giderken yolcuların “Arap Osman'da inecek var” dedikleri Arap Osman denilen mekânı da sordum. Vaktiyle orada bir tütün fabrikası olduğunu, sahibinin adının Osman olduğunu ve çocuklukta orada farklı mahalle delikanlılarıyla çokça kavga ettiklerini de anlattı. Aynı soruyu bir süre önce Çarmuzulu dedeme de sormuştum. O da merakıma büyük bir iştiyakla cevap vermiş, meseleyi Ermenilere getirmiş, Ermeni arkadaşlarından bahsetmeye başlamıştı. Bir anda “İnçpes ek? Lav ek?” ne demek diye sormuştu bana. Ben de bunun Ermenicede “Nasılsınız? İyi misiniz?” anlamına geldiğini söylediğimde, bu tip diyalog cümlelerini 1950'li yıllarda Ermeni arkadaşlarından öğrendiğini hatırlamıştı. Galiba “eski toprak” dedikleri böyle olsa gerek.
Stepan amca bugün de varlığını devam ettiren Taşhoron Kilisesi'nin vaktiyle askerî kışla olarak kullanıldığını, kubbesindeki değerli maddeden yapılmış olan paratonerin de hırsızlarca çalındığını ve kubbenin bu yüzden yıkıldığını anlattı. Kilise önündeki un fabrikası da büyük bir havuza sahipmiş. O vakit evlerin kendi su kaynakları olmadığı için büyük havuzlardan su getirilirmiş. Aynı yerde “Gâvur Hamamı” olarak adlandırılan bir hamam da bulunurmuş. Salköprü'den bugünkü Dede Korkut'a kadarki bölgeyi çaprazlama kesen banliyö hattının olduğunu ve Atatürk Evi'nin yanında da bir stadyumun yer aldığını söylediğinde bir Malatyalı olarak Malatya'yı yeniden tanımanın hazzına erişmiştim. Kernek'ten, Salköprü'den, PTT meydanından gösterdiği fotoğraflara bakınca da o dönemin Türkiye'sinin yansımaları işliyor insan hafızasına. Zaten bu fotoğraflar ancak aile arşivlerinde yer alan tarihi belgeler. Bana gösterdiği, 1890 yılına ait olan; dedesinin çocukluğunda çekilen aile resmi Malatya Belediyesi arşivinde bile yer almıyor. Ermeni bir ailenin yer aldığı fotoğrafta çocukların boynuna asılı kitaplar dikkat çekiyor. O dönem Ermenilerde okuma yazma oranı oldukça yüksekmiş. Kiltepe'deki mezarlığa gömülen babasının cenazesini gösterdiği fotoğrafta ise Hrant Dink'in dede ve ninesi de bulunuyor. Zaten onlarla akrabalık bağları da var.
En son 1978'de Malatya'yı ziyaret etmiş. “Malatya'nın en çok neyini özledin?” dediğimde ise kısa ve net bir cevap veriyor: “Kâğıt kebabı ve analı kızlı yemeğini!” Malum, Ermenistan'daki mutfak kültürü Anadolu'yu çok yansıtmıyor. Kaldı ki kâğıt kebabının o büyüleyici kokusunu bulabilelim. Ermenistan mutfağı yıllar yılı o denli Anadolu'dan uzaklaşmış ki, şu anda Halepli Ermenilerin açtığı lokantalar dahi belli bir azınlığın uğradığı yer olmuş. Çok iyi şekilde ud çalıyor Stepan amca. “Malatya'nın kızları”, “Malatya'nın gençleri”ne, “koynuma girmeye yeminli misin?” de “Kernek'e gelmeye yeminli misin?”e dönüşmüş. Gülerek, “Türküleri de muhafazakârlaştırdılar” diyor. “Kim ki Malatyalıyla düşmemiş; o kişi hamdır, pişmemiş.” diyen Stepan amca, tüm gönül dostlarına selamlarını yolluyor.