Amerikalı çevreci aktivist Annie Leonard:
***İhraç ettiğimiz şeylerin en - zehirlisi tüketim kültürü ***
EMİNE DOLMACI Amerikan endüstrisi, her yıl dünyaya 4 milyon tondan fazla zehirli kimyasal boca ediyor. Amerikalı çevreci ve aktivist Annie Leonard ise ülkesinin ihraç ettiği şeylerin en zararlısının tüketim kültürü olduğunu söylüyor. İstanbul’u ziyaretinde şehrin 27 panosunda birden ‘Sex and The City’ filminin afişini görünce “Aman tanrım!” demiş Leonard. “ Bu da mı oldu!” Şu an ülkemizde gösterimde olan ‘Sex and The City’ adlı dizi-film konsepti Leonard için kimyasal atıklardan daha zehirli. Adı geçen yapım, sadece yoz ahlak anlayışı ile değil, kadınları tüketime teşvik etmesi ile de marka haline gelmiş bir ‘ürün’ çünkü. Peki Annie Leonard kim? Dünyanın 270 ülkesinde 3 milyondan fazla kişinin izlediği, ‘Şeylerin Hikayesi-The Story of Stuff’ belgeselini çeken ve acayip önemli şeyler söyleyen bir kadın. Leonard, Türkiye’yi ABD gibi olmaktan kaçınması gerektiği noktasında uyarıyor. Popüler kültür yalan söylüyor; tüketmek mutluluk getirseydi Amerika dünya mutluluk endeksinin 150. sırasında olmazdı! Leonard’ın araştırmasına göre; dünya kaynaklarının üçte biri son 30 yıl içinde tüketildi. Bugün Amerika’da satılan eşyaların �’i 6 ay içinde çöpe gidiyor! Sizce de korkutucu değil mi? Bir gömlek aldığınızda, nasıl üretildiğini, nasıl dağıtıldığını ve siz kullandıktan sonra nasıl ortadan kaldırılacağını düşündünüz mü hiç? İşte bunu kafaya takan ve 10 yıl boyunca eşyaların nereden gelip nereye gittiğini araştırmak için ülke ülke dolaşan Amerikalı Annie Leonard, bu süreci hazırladığı bir belgesel filmle anlattı. Yaptığı 20 dakikalık film o kadar çarpıcıydı ki, 5 ay içinde dünyanın 270 ülkesine ulaştı, 3 milyon kişi izledi. ‘Şeylerin Hikâyesi-The Story of Stuff’ isimli belgeselin yapımcısı Leonard, insanlara tüketim konusunda kendi toplumu gibi olmamalarını öğütlüyor. Tüketim çılgınlığının vardığı boyutlarla yaşanan ekolojik ve sosyal krizler arasındaki bağlantıları gözler önüne sererken, daha adil ve yaşanabilir bir dünya için çalışıyor. Sürdürülebilir Yaşam Kolektifi ve Anadolu Kültür Vakfı’nın davetiyle İstanbul’a gelen Annie Leonard ile, tüketim kültürü ve bununla nasıl mücadele edileceğini konuştuk. Dünya üzerindeki dengeye baktığımızda, hem bir taraftan tüketiyoruz hem de büyük şirketler ve devletler hızlı bir şekilde dünyayı kirletiyor. Geri dönüş için çok geç mi? Biz kaybediyor gibi görünüyoruz. Sağlık, denizler, ormanlar, çevre ve sosyal adalet konusunda daha kötüye gidiyoruz. Fakat benim hâlâ umudum var. Geç değil, toplumumuzu dönüştürüp, sürdürülebilir bir geleceği yaratmak mümkün. Fakat bunu yapabilmek için problemlerle ilgili derinleşmemiz, üzerinde kafa yormamız lazım. Amerika’da, “Titanik’teki sandalyelerin yerini değiştirmek” diye bir deyim var. Ben sandalyelerin yerini değiştirenlere diyorum ki; “Gemi aslında batıyor, çok ciddi bir problemimiz var!” Eğer Titanik batıyorsa ne yapılabilir ki, onu kurtarmanın yollarını da öneriyor musunuz? İnsanları daha derin düşünmeye davet ediyorum. Sorunların gerçek nedenlerinden yola çıkmalıyız. Beni düşündüren konu ülkemin dünyadaki rolüdür. Biz kirliliği yaratan endüstrileri, çöpü ve zehirli atıkları ihraç ediyoruz. Biz ülkemizdeki kimyasalları, zararlı olduğunu bilerek başka ülkelere gönderiyoruz. Fakat daha da tehlikelisi, ihraç ettiğimiz başka bir şey, bu düşünce tarzı. Tüketim toplumunu ihraç etmek çok daha tehlikeli bence. İstanbul’da 23 panoda ‘Sex and the City’yi görünce, “Aman Tanrım, eyvah!” dedim. Ne öneriyorsunuz, şikâyete devam etmek mi? Yani bu konuda haklı olmak ve gerçeği bilmek yeter mi? Elbette yetmez, yapılacak çok şey var. Ben genellikle insanlara tek bir şey söylemekten çekiniyorum. Şayet sağlıklı besinlerle besleniyorsanız organik tarımı tercih edebilirsiniz. Araç kirliliğinden şikâyetçiyseniz bisiklet kullanırsınız. Bireysel olarak seçimlerimizi yaparken doğaya dost ve sosyal adaleti gözeten tercihlerde bulunmalı, daha az enerji kullanacağımız seçeneklere yönelmeliyiz. Bu seçimi yapmak bizim değerlerimizi ve eylemlerimizi aynı çizgiye getiriyor. Bu tutarlılıktan aldığımız güçle, bunu sosyal ve yapısal değişikliklere de çevirebiliriz. Türkiye gibi geri dönüşüm sisteminin olmadığı veya bisiklet yollarının bulunmadığı bir ülkede, güçlü bir çevreci medya da henüz yok. Buna rağmen nasıl mücadele edilebilir? İstanbul’da geri dönüşüm var bence. Bütün çöplerde bunları toplayan ve geri dönüştürenler var. Diğer ülkelerdeki gibi fakirler elbette. Şaka bir yana, medyanın olmaması bahane değil. Çünkü internet yoluyla her mesajı iletebiliyorsunuz, internet medyasını çok iyi kullanma şansımız var. Siz belgeselinizde 1960’lı yıllardaki tasarımdan söz ediyorsunuz. Üretim ve tüketim ilişkilerinde bugünkü noktada ne düşünüyorsunuz? Bence tasarımcının anahtar bir rolü var. Şimdi bazı tasarımcılar; yeşil kimyasallar üretiyorlar ve bunlar eskisi gibi zehirli maddelerden oluşmuyor. Bazıları kültürde, müzikte daha az enerji ve daha az malzeme kullanarak tasarımlar yapıyorlar. Tabii daha iyi ürünler ortaya koymaları için politikalar oluşturulabilir. Avrupa Birliği’nden çok kıskandığım bir örnek vermek istiyorum. AB’nin elektrik ve elektronik çöpler konusunda bir mevzuatı var. Amerika’da biz içinde ağır kimyasalların da bulunduğu televizyonumuz bozulduğunda bunu çöpe atıyoruz. Sonuçlarından ise belediyeler sorumlu tutuluyor. Avrupa’da ise üreten şirkete geri götürüyorsunuz. Bu durumda üretenler sorumluluk almak zorunda kalıyor. Burada üretim işin bir tarafı. Diğer tarafında ise tüketim cephesi var. Sizin anlattığınız dönemden sonra nasıl bir bilinçlenme oldu? Yani insanlar nasıl uyanıp bir adım geri attılar? Bunun tek bir cevabı yok. Toplumdaki insanlar son derece çeşitli. Ben bundan 8 yıl önce anne oldum. Birden çocuk ürünlerindeki ve oyuncaklardaki zehirlerin farkına vardım. Bu, iyi bir başlangıç noktasıydı. ABD’deki güçlü noktalardan biri, insanlar artık mutlu değiller. Bu sistem onları mutlu etmiyor. Londra’daki bir arkadaşım, ‘Mutlu Gezegen İndeksi’ isimli bir rapor yayınladı. Temelde, ülkelerin kaynaklarını hangi verimlilikte mutluluğa dönüştürdüklerini ele alıyordu. ABD, 178 ülke içinde 150. sırada yer alıyor. Bu, esasında bize güçlü bir hatırlatma, sistemi değiştirmek için bir teşvik. Tabii, bizim için olduğu gibi Türkiye için de ciddi bir uyarı. Aynı yoldan giderseniz, sonu mutsuzluk olabilir. Bunu bireylere kazandırmak, belki de çocuk yaşlarda verilecek bir eğitimle mümkün. Neler yapılabilir bunun için? Türkiye hakkında fazla bir şey bilmiyorum ama başka ülkelerde, ailelerde, okullarda ve kiliselerde bu eğitim veriliyor. Amerika’da okullardan ticari reklamları kaldırmak için çalışıyoruz. Fakat en başarılı olanlar, politik kampanyalarla desteklenenlerdir. Hep tüketmekten söz ediyoruz. Yanlışlık burada belki de, tüketmek mi kullanmak mı demeliyiz, doğru olan nedir? Tüketim konusunda dört önemli problem var. Birinci problem, küresel anlamda çok fazla tüketiyoruz. İkinci problem adaletsizlik; dünyadaki nüfusun yarısı günde 2 dolarla yaşıyor. Üçüncü problem zehirli olmaları; dördüncüsü de, bunun ruhani ve psikolojik yanıdır. Artık tüketimi mutluluk için yapmaya başladık. Tüketicilik, hayatın anlamını burada aramak ciddi bir sorundur. e.dolmaci@zaman.com.tr Dünyada, günde 200 bin kişi köyden kente göç ediyor İnsanlar olarak o kadar fazla şey kullanıyoruz, tüketiyoruz ve atıyoruz ki; ortaya çıkan tablo ve bunun bir an önce sona erdirilmesi gerektiğine işaret ediyor. Sadece son 30 yılda yeryüzünün doğal kaynaklarının yüzde üçte biri tamamen yok oldu, gitti. ABD’de eski ormanlardan sadece yüzde 4’ü duruyor. Nehirlerin yüzde 40’ı içme suyuna dönüştürülemiyor. ABD, dünya nüfusunun yüzde 5’ine sahip olmasına rağmen dünyadaki kaynakların yüzde 30’unu tüketiyor. Bu oranlamayla bakarsak, tüm ülkeler aynı şekilde tükettiğinde 5 dünyaya daha ihtiyacımız olacak. ABD’de herkes günde 3 bin reklâma maruz kalıyor, 2 kilo çöp üretiyor. Devam edelim. Küresel balıkçılığın yüzde 75’i tam kapasitede veya kapasitenin üzerinde yapılıyor. Dünyanın en eski ormanlarından yüzde 80’i yok oldu. Sadece Amazon ormanlarında dakikada 2 bin ağaç yok oluyor. Bu dakikada 7 futbol sahası büyüklüğünde bir alan anlamına geliyor. Bunlar dünya insanları olarak doğal hayata verdiğimiz zararlar. Peki, kendimize nasıl zarar veriyoruz? Bugün ticarette kullanılan 100 bin üzerindeki sentetik kimyasalın çok az bir kısmı insan sağlığını nasıl etkileyecekleri konusunda test edilmiş, gerisi konusunda bir fikrimiz yok. Dünyada her gün 200 bin köylerinden kalkıp, gecekonduda yaşama, fabrikalarda ve insan sağlığına zararlı atölyelerde çalışma pahasına şehirlere taşınıyorlar. Aldıklarımızın yüzde 99’u 6 ayda çöp oluyor 11 Eylül’den sonra, ülke şoktayken, Başkan Bush, duruma uygun birkaç şey önerebilecekken; yas tutun, dua edin, ümit edin gibi, ‘alışveriş edin’ dedi. Biz bir tüketiciler ulusu olduk. Bizlerin birincil kimlikleri, anneler, öğretmenler, çiftçiler olmak değil, sadece tüketiciler olmak. İnsan olarak değerlerimizin ölçüldüğü ve topluma sunulduğu yegâne yol, bu sisteme ne kadar katkı yaptığımız ve ne kadar tükettiğimiz ile ilgili. Kuzey Amerika’da bu sistem üzerinden akan materyallerin yüzde kaçı satışından 6 ay sonra kullanılabilir haldedir? Yüzde 50 mi, yüzde 20 mi? Hayır, yüzde 1. Bir diğer deyişle hasat ettiğimiz, yer altından çıkardığımız, işlediğimiz, naklettiğimiz her şeyin yüzde 99’u bu sistemde bir daha kullanılamayacak şekilde çöpe dönüşmektedir. Zehir en çok anne sütünde toplanıyor! Bugün ticarette kullanılan 100 binin üzerinde sentetik kimyasal var. Bunların sadece küçük bir kısmı insan sağlığına etkileri konusunda test edilmiş. Mesela, bromatlanmış ateş geciktiricileri (BFR), kullandığımız eşyaları ateşe dayanıklı hale getiriyor ama süper zehirliler. Bunu bilgisayarlarımızda, ev aletlerinde, yataklarda ve hatta yastıklarda kullanıyoruz. Aslında, yastıkları alıyoruz, bir nörotoksine batırıyoruz ve sonra eve getirip kafamızı üzerine koyup her gece 8 saat uyuyoruz. Bu zehirli maddeler gıda zincirinde birikiyor ve vücutlarımızda konsantre halde toplanıyor. Gıda zincirinin en üstünde, en yüksek miktarda zehirli madde içeren gıda ise anne sütü. Bu demek oluyor ki, toplumların en küçük üyeleri -bebeklerimiz-anne sütünden hayatlarının en zehirli kimyasal dozunu alıyorlar. Bu inanılmaz bir zarar değil mi? Halbuki, emzirmek en temel beslenme yolu olmalıdır; güvenli ve kutsal olmalıdır. Almanlar ‘bir lokma bir hırka’ya dönüyor TİMOFEY NEŞİTOV 2. Dünya Savaşı’nda yerle bir olan ülkelerini kısa sürede ayağa kaldıran ‘çalışkan Alman’ efsanesi sona mı eriyor? Yapılan araştırmalar, birçok Alman’ın elde etmiş olduğu yaşam standardından memnun olduğunu, zengin ve stresli bir hayat yaşamaktansa, mütevazı hatta nispeten fakir ancak huzurlu bir hayatı tercih ettiğini ortaya koyuyor. Almanların yeni yaşam felsefesi: TUZSUZ AŞIM AĞRISIZ BAŞIM! İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Almanya’da ‘ekonomik mucize’ye (Wirtschaftswunder) imza atan neslin çocukları, müreffeh ülkenin refah düzeyini daha fazla artırmaya razı değil. IWG Araştırma Enstitüsü Başkanı Sosyolog Meinhard Miegel’in “Programlanmış Durgunluk: Almanların Ekonomik Büyümeye ve Maddi Refah Artışına Çelişkili Bakışı” adlı son araştırması, hükümetin iktisadi yarışa odaklanmış politikalarını sorguluyor. Siyasette ve özel sektörde hep insanların refah düzeylerini daha da artırmak istedikleri varsayımının hakim olduğuna dikkat çeken araştırmacı, hakikatin ise farklı olduğunu ileri sürüyor. Miegel, insanların prensipte refaha karşı olmadıklarını, ancak bunu artırmak için çaba sarfetmeye de razı olmadıkları sonucuna varıyor. Birçok Alman’ın elde etmiş olduğu yaşam standardından memnun olduğu, zengin ve stresli bir hayat yaşamaktansa, mütevazi hatta nispeten fakir ancak huzurlu bir hayata hasret kaldığı ortaya çıktı. Onaltı yaş üstü 1823 kişinin katıldığı araştırmaya göre malını mülkünü artırmak isteyenlerin oranı yüzde 27’iyi geçmiyor; bu hırslıların çoğu otuz yaş altı grubunda bulunuyor. Geri kalanlar ise, “elde edilmiş olanın muhafazası”, “güvenilir sosyal sistemler” ve “iyi bir hukuk düzeni” gibi nimetlere önem verdiklerini belirtmiş. Hayatı güzel ve anlamlı kılan şeyler arasında “çok çalışmak ve meslekî başarılara imza atmak” son sırada gelirken, “dostlar, aile, eğlence, boş zaman” ise en çok değer verilen güzellikler. IWG anketi, Almanların stres ve aceleye alerjisi olduğunu gösteriyor. “Yük altına girmek”, beklentilere tabi tutulmak, hayatın tadını kaçıran başlıca etkenler. Emeklilik yaşının 65’ten 67’ye çıkarıldığı bir dönemde Almanların çoğu kendi mesleğini bir yük olarak görüyor ve en geç 61 yaşında emekli olmayı hayal ediyor. Ankete katılanların yüzde 78’i “mütevazi bir refah” içinde “güvenli bir hayat” yaşamayı, maddi fırsat ve risklerle dolu bir yaşama yeğliyor. Risk, dinamizm ve şans dolu hayatlar ise sadece yüzde 11’in ilgisini çekiyor. Almanların ezici çoğunluğu ayrıca “özgürlük ve şahsi sorumluluk”tan ziyade “güven ve eşitlik” içinde yaşamak istiyor. Hasret kalınan şeylerin başında ise sağlam ailevi bağlar, çevre adına tüketim fedakârlığı, daha basit ve doğal hayat şekilleri geliyor. Almanların çoğu ayrıca kamuoyunda ve meslekî hayatta paraya ve mülke aşırı derecede önem verilmesinden rahatsız. Anket, refah eksenli hareket eden Almanların oranının toplumda altıda bir bile olmadığını gösteriyor. İki katı kadar insan ise refahın artmasına ilgi duymuyor. Toplumun geriye kalan yarısı ise refaha karşı çıkmamasına rağmen bu yolda çaba sarfetmeye razı olmadığını belirtiyor. Hükümetin “Yaşlanan ve azalan bir nüfusla ekonomik büyümeyi nasıl sağlayabiliriz?” sorusunun etrafında dolaşmasını eleştiren Meinhard Miegel, şu anki Alman toplumunun ekonomik büyümeye müsait olmadığını vurguluyor. Miegel’e göre, Wirtschafstwunder döneminden kalma iktisadi ve sosyal politikaların gözden geçirilmesi zamanı geldi.