Madde, Mânâ ve Elmas Teorisi
Prof. Dr. Yunus Çengel -
yunus@scs.unr.edu
GİRİŞ
Müspet ilmin kaynağı gözlemdir, kamçısı da merak ve sorgulamadır. İlmin gelişmesi önündeki en büyük engel ise şartlanmadır ve onun da kaynağı her şeyin üzerine siyah bir cehalet örtüsü çeken alışkanlıktır. İki şeyi her zaman birlikte görmeye alışan bir insan, zamanla bu iki şeyi birbirinin parçası veya birini diğerinin kaynağı olarak algılar ve biri olmadan diğerinin olamayacağı hissine kapılır.
Zamanla betonlaşan bu önyargıları kırmak gerçekten çok zordur. Okullarda yapmaya çalıştığımız en mühim şeylerden biri öğrencilerin beraberlerinde getirdikleri bu tür yanlış anlamaları söküp doğruları ile değiştirmek. Ama bunu bile tam olarak başardığımız söylenemez. Mesela hiçbirimiz termodinamiğin birinci kanununda ifadesini bulan enerjinin korunumu prensibine itiraz etmeyiz, ama yalıtılmış bir odanın ortasına konup kapısı açık olarak çalıştırılan bir buzdolabının odayı soğutmayıp aksine ısıtacağını kabul etmekte zorlanırız. Çünkü buzdolabı ile soğutmayı beraber görmeye şartlandık. Farelerle yapılan deneyler de şartlanmanın nasıl yanlış bilgilerin kaynağı olabileceğini gösteriyor.
Benzer şekilde, biz her şeyi – kuvvet, sevgi, öfke ve hatta hayat, görme, işitme vs – ancak etkileri maddede görülünce algılayabiliyoruz ve tabii olarak her şeyin kaynağının madde olduğu yanılgısına düşüyoruz. Pek de sorgulamadan kendimizi içinde bulduğumuz bu önyargı günümüzde de ilmin üzerine kurulduğu platformu oluşturmaktadır. Ancak gittikçe yükselen bu binanın oturduğu zeminin sağlamlığı artık yavaş yavaş sorgulanmaya başlanmalı ve gerekirse zemin muhkem hale getirilmelidir. Bu makalede evren ve varlıklar hakkındaki madde (veya enerji)’den oluşan tek katmanlı mevcut görüş ciddi olarak sorgulanmakta ve varlıklar hakkındaki anlayışımızı derinden etkileyecek ve hatta değiştirecek yeni bir görüş ortaya konmaktadır. Tüm varlıkların madde ve madde-dışı (mânâ) unsurlar karışımı olduğu gözlemlerle izah edilmekte ve evrenin aslında madde-enerji katmanı ile beraber çok sayıda madde-dışı katmandan oluştuğu gösterilmektedir. Maddeye dayalı mevcut evren anlayışımızı temelinden sorgulayan bu iddialı yaklaşım okuyucuların değerlendirmesine sunulmuştur.
MADDE VE ENERJİ
Einstein’in meşhur E = mc2 formülünden de görüleceği gibi, madde ile enerji aynı varlığın iki değişik tezahürüdur, ve biri diğerine dönüşebilir. Yani madde ve enerji aslında eşdeğerdir ve maddeye enerjinin bir şekli olarak da bakılabilir. Keza, “maddenin korunumu” ve “enerjinin korunumu” kanunlarının ifade ettiklerinin aksine, evrende korunan madde veya enerji değil, ikisinin toplamıdır. Madde ve enerjinin ayrı ayrı korundukları prensibi temel değil pratik bir yaklaşımın sonucudur ve sağladığı kolaylıktan dolayı genel kabul görmüştür.
Madde, hidrojen ve karbon gibi elementlerden, elementler atomlardan, atomlar elektron, proton ve nötronlardan, proton ve nötronlar da quarklardan, ve hepsi en niyayet evrenin temel yapı taşı olduğu tahmin edilen nötrino parçacık (veya dalga)’larından oluşur. Elektron, quark, ve nötrino parçacıkları zıplayıp duran toplardan ziyade dalgalara benzerler, ve dalga özellikleri taşırlar. Mesela elektronların dalga özelliği interference deneyi ile kolayca gösterilebilir. Diyebiliriz ki fiziksel evren parçacıklardan, veya başka bir bakış açıyla dalgalardan oluşur – aynen bir TV yayını gibi. Yani tüm evrenin hammaddesi en temel şekliyle ifade etmek gerekirse, “enerji dalgası”dır. Televizyon yayın dalgaları ekranda nasıl elma, çiçek, kuş, veya insan imajları oluşturuyorlarsa, evrendeki enerji dalgaları da elma, çiçek, kuş, ve insan (ve hatta ses) oluyor. Yani bir insan bedeninin hammaddesi ile bir kuş veya elma veya bir kayanın hammaddesi tamamen aynı – hepsi elektron, proton, ve nötronlardan (veya TV yayını gibi dalgalardan) oluşuyorlar.
Madde ve enerjinin birbirine dönüşümü, parçacık fiziği araştırma merkezlerinde rutin olarak yapılan işlerdendir. Her parçacığın “karşımadde” (antimatter) denen kütlesi aynı yükü zıt bir ikizi vardır. Bir parçacık kendi karşıparçacığı ile karşılaştığı zaman, parçacıkların ikisi de yok olup eşdeğer miktarda bir enerjiye dönüşür. Gerekli kütle-enerjiyi oluşturmaya yeterli enerji bulunduğu zaman da bir parçacık-karşıparçacık çifti oluşabilir. Mesela bir elektron ile pozitron (pozitif yüklü elekton veya anti-elektron) yüksek hızda çarpıştırıldıkları zaman, birbirlerni yok edip eşdeğer miktarda gama ışını, ve gama ışınından da quark ve antiquark parçacıkları oluşur. Benzer şekilde bir proton ve antiproton (negatif yüklü proton) çarpıştırılınca gluon ışını, ve ondan da quark, antiquark, elektron, ve nötrino parçacıkları oluşur.
Artık bu madde-enerji dönüşümleri atom seviyesinde de oluyor. 2002 yılında CERN laboratuvarında negatif yüklü bir antiprotonla pozitif yüklü bir antielektrondan bir antihidrojen atomu yapılmış, ve bu antihidrojen atomu hidrojen atomu ile çarpıştırıldığında her iki atomun da yok olup eşdeğer miktarda bir enerjiye dönüştüğü gözlenmiştir (Bilim ve Teknik, Aralık 2002). Güneşte her saniye 5 milyon ton madde enerjiye dönüşür. Bütün bu gözlemler açıkça gösteriyor ki madde enerjinin bir şeklidir.
Parçacık fiziği teorileri, evrenin ilk oluşum aşamalarında madde ve karşımaddenin aynı miktarda olmasını gerektirir. Ama bugün karşımadde yok denecek kadar azdır, ve bu madde-karşımadde dengesizliği bir muamma olmaya devam etmektedir. Gerçi bu böyle olmasaydı, evrende madde diye birşey kalmayacak, ve herşey elektomanyetik radyasyona dönüşecekti. “CP ihlali” denen bu aykırılık hala izah edileceği günü beklemektedir. Ama her halükarda bizim temel yapı taşımızın televizyondaki bir insan imajının elektromanyetik radyasyon olan temel yapıtaşından pek de farkı yoktur. Ve denebilir ki elektrikler kesilince nasıl bir televizyon yayın alemi yok oluveriyorsa, bize çok sağlam görünen bu evrenin de bir anda yok oluvermesi gayet mümkündür.
Bu televizyon analojisi şu meraklı soruyu da akla getirir: Televizyon yayını ve evrenin temel yapıtaşları aynı olduğuna ve televizyon alemi her an yeni yayınla tazelendiğine göre, acaba evren de daimî olarak her an yenileniyor mu? Acaba iddia edildiği gibi herşeyi yutan karadeliklerin tam aksini yapan beyaz noktalar var mı? Sakın bu beyaz noktalar karadeliklerin yapışık ikizleri olmasın? Neyse, biz bu konulari bilim-kurgu yazarlarına bırakıp konumuza devam edelim.
Galaksilerdeki yıldızları bir arada tutan çekim kuvvetinin görülen kütle ile sağlanması mümkün değildir. O halde göremediğimiz bir “karanlık madde” gerekli ilave çekim kuvvetini sağlamalıdır. Karanlık madde ışık vermez, ışığı almaz ve yansıtmaz. Karanlık madde electron, proton, ve nötrondan oluşmaz
Evrendeki tüm maddenin %80’i karanlık maddedir, ve karanlık maddenin en muhtemel temel yapıtaşı adayı evreni dolduran gölgemsi madde parçacığı olan nötrinodur. Yani içinde yaşadığımız evrenin büyük kısmı fiziken değil “ilmen” mevcuttur. Ayrıca, zaman ve mekan madde yüzünden vardır. Yoksa madde, zaman ve mekanda var olan bir şey değildir.
MADDEYİ BİR ARADA TUTAN TUTKAL:
KUVVET
Eğer evren sadece madde (veya enerji) olsaydı, büyük patlamadan (big bang) sonra irili ufaklı bir toz bulutu (veya bir radyasyon alanı) olarak kalacaktı. Atom gibi anlamlı yapıların oluşması, parçacıkların bir araya getirilmesiyle olur, ve bu da kuvvet gerektirir. Mesela proton içinde quarkları, ve atom çekirdeği içinde birbirini iten pozitif yüklü protonları, güçlü kuvvet bir arada tutar.
Kuvvet maddeye etki eder, maddeyle iletilir, ama madde değildir. Kuvvetin kendisi görülmez; varlığı madde üzerindeki etkisinden bilinir. Bu etkinin kuvvet taşıyıcı parçacıklarla sağlandığı düşünülür – elektromanyetik kuvvetin fotonlar ve yerçekimi kuvvetinin henüz gözlenmemiş graviton adı verilen parçacıklar tarafından iletilmesi gibi. Maddeye benzer olarak, tüm kuvvetlerin temel yapıtaşlarının aynı olduğu kanaati yaygındır, ama bu kuvvetlerin birliği teorisi “unified theory” henüz kanıtlanabilmiş değildir.
Öyle görülüyor ki kuvvet olmasaydı, evrende biz dahil her şey infilak edip parçacık bulutuna dönecekti. Sanki her bir atomda kuvvetten oluşan bir manevî kalıp, bir yuva, bir ruh vardır ve parçacıklar kanunların yönlendirmesi ve sevk etmesiyle bu yuvalarına koşup yerlerini almaktadırlar. Yani en basit bir proton bile bir madde-mânâ karışımıdır ve madde-dışı unsur olan kuvvet kaldırıldığı zaman fiziksel yapı adeta yok olmaktadır – aynen bir binanın harcı çıkarıldığı zaman çöküp bir tuğla yığınına dönmesi gibi. Bazı parçacık fizikçilerinin görüşlerine göre her temel parçacığın bir “gölge” kuvvet taşıyıcı parçacığı ve her kuvvet taşıyıcı parçacığın da bir “gölge” madde parçacığı vardır. “Supersimetri” denen kütle parçacığı ile kuvvet taşıyıcısı arasındaki bu ilişki üzerindeki çalışmalar CERN ve Fermilab laboratuvarlarında devam etmektedir.
Kuvvet taşıyıcısı bu tür parçacıklar henüz gözlenebilmiş değildir ve gözlenmesi muhtemel de görülmüyor. Çünkü kuvvetin kaynağı madde değildir. Madde veya enerjinin temel yapıtaşında (mesela nötrinoda) kuvvet diye bir unsur gözlenmemiştir. Bilim gözlemlere dayanır. Kuvvetin kaynağının madde olduğu tezi olsa olsa bir ön kabuldür ve bu aşamada bilimsellikten yoksundur. Madde ve kuvvetin yapışık ikizler gibi her zaman beraber görülmeleri, objektifliklerini korumaları gereken bilim insanlarını bile kuvvetin kaynağının madde olduğu konusunda şartlandırmıştır ve bu önyargı yeni bilimsel açılımlar önünde ciddî bir engel teşkil etmektedir. Kuvvet, maddeden bağımsızdır ve başlı başına değişik bir boyuttur. Artık evrene tek katmanlı değil, iki katmanlı (hatta çok katmanlı) bakma zamanı gelmiştir. Özetlemek gerekirse,
Mevcut görüş (tek katmanlı): Varlık = Madde (veya enerji)
Yeni görüş (iki katmanlı): Varlık = Madde (veya enerji) + Kuvvet
Yani, elmasta karbon ile ışığı ayırt ettiğimiz gibi, madde ile kuvveti de ayırt etmeli, ve kuvveti evrende her maddeye tam nüfuz eden yaygın ama görülmez bir ışık olarak görmeliyiz. Bu yaklaşım, madde veya enerji ile ilgili bu güne kadar öğrendiğimiz hiçbir şeyi değiştirmemizi gerektirmez. Ama kuvvet ile ilgili içinde bulunduğumuz tüm çıkmazlara bir çıkış yolu açabilir – kuvvet taşıyıcı parçacıkların bir maddesi olması gerekmediği gibi.
Büyük patlamadan önce evrenin sonsuz yoğunlukta bir nokta olduğunu, ve varlığı gözlenemediği halde etkisinin tezahürüne bakarak ilmen evrende yaygın olarak karanlık maddenin var olduğunu kabulde zorlanmayan bilim dünyası, bu tür yaklaşımlara alışkanlıkların getirdiği önyargı ile değil, açık yüreklilikle ve objektif olarak bakmalıdır. Unutulmamalıdır ki bilim tarihinde en büyük açılımlar, en “uçuk” fikirlerden çıkmıştır. Bu kuvvetin kaynağının ne olduğu sorusu, büyük patlamadan evvelki sonsuz yoğunluklu noktanın kaynağının ne olduğu sorusu gibi, felsefe ve teolojiye havale edilebilir.
Proton konusunu kapatmadan evvel ilginç bir gözlemi de ifade etmek gerekir. Bilindiği gibi evrende bir kısmı tabii olarak bulunan bir kısmı da laboratuvarda füzyon ile üretilebilen 100’den fazla element vardır. Bu elementlerin temel farkı çekirdeklerindeki proton sayısıdır. Mesela hidrojen atomunda 1, karbonda 6, demirde 26, ve altında 79 proton vardır. Ama tüm protonlar birbirinin aynıdır – aynen pirinç taneleri gibi. Şimdi düşünelim: Eğer 12 pirinç tanesini birlikte sıkı sıkı bağlayınca 12’lik bir pirinç dizesi yerine bir mısır tanesi, 26 tanesini bağlayınca bir bakla, ve 79 tanesini bağlayınca bir fındık oluyorsa, bunda bir iş var demektir. Veya, 12 beyaz adam bir araya gelip kenetlenince dev bir zenci adama, ve ayrıldıkları zaman da tekrar 12 beyaz adama dönüyorlarsa... Daha da acaibi, iki mühendis kenetlenince bir tıp doktoruna ve üç mühendis kentlenince bir avukata dönüyorlarsa... Herhalde “pes” deriz. Karbon, demir, ve altının karekterleri birbirinden çok farklıdır, ama belli ki bu karekterler protonların kendilerinden gelmiyor. Çünkü protonlarda ne karbon karakteri var, ne demir, ne de altın. Hatta öyle görülüyor ki karbon veya demiri altına çevirmek gayet mümkün – yapmamız gereken tek şey nükleer santrallarda uranyum atomunu parçaladığımız gibi karbon veya demir atomlarını parçalayıp açığa çıkan protonları 79’luk gruplar halinde bir araya getirmek.
Benzer şekilde, iki hidrojen atomu ile bir oksijen atomu bir araya konursa, bu bir gaz karışımı olur ve karışım hidrojen ve oksijenin özelliklerini taşır. Ama iki hidrojen ve bir oksijen kimyasal bir bağ ile birbirine bağlanırsa, özellikleri tamamen değişik olan “su” oluşur. Kimyasal bağları sağlayan kuvvette su veya başka bir bileşik madde karakteri olmadığına göre, bileşimlerin karakterleri nereden geliyor? Newton’un bir elmanın düşüşünü sorgulaması, fizikte bir çığır açtı. Burada ifade edilen soruların cevabının etkisi, herhalde daha az olmayacaktır. Biz evrenin tek boyutlu (madde) olduğunda ısrar edip duralım ve iki boyutluluğa (madde ve kuvvet) “acaba mı” deyip mesafeli duralım. Ben öyle zannediyorum ki yüzyılların getirdiği şartlanma ve önyargıdan sıyrılmayı başarmış sorgulayıcı bilim insanları gözlemleyip göstereceklerdir ki evren bir veya iki değil, çok boyutludur. Ve bu boyutlardan sadece birisi içine çakılıp kaldığımız madde ile alakalıdır.
EVRENİN GÖRÜNMEYEN MOTORLARI:
KANUNLAR
Kanun ve kurallar tüm dünyada düzen ve huzurun temelleridir ve bu, evrende de böyledir. Mesela sadece yerçekimi kanunu iptal oluverse her şey havada uçuşmaya başlar, ve tam bir kaos olur. Bir ülkedeki kanunlar o ülkede yaşayanların genel iradesini, evrendeki kanunlar da tüm evrende hükümferma olan evrensel iradeyi yansıtır. Ülkelerde polisiye kuvvetler bireylerin kanunlara itaatini sağlar. Evrende ise bu işi evrensel kuvvetler ve etkiler yapar - yer çekimi kuvvetinin dünyada her şeyin yerçekimi kanununa itaatini sağlaması gibi.
Kanunlar madde değildir. Ve o yüzden de zaman ve zemine bağlı değildir. Böylelikle her yerde geçerlidir, ama hiçbir yerde değildir. Maddenin her zerresinin tüm kanunlara tam itaati ve kanunların ancak maddedeki tezahürüyle görülüp bilinmesi, kuvvet gibi, kanunların da kaynağının madde olduğu önyargısını oluşturmuştur. Ama maddenin temel yapıtaşı olan parçacık veya dalgalarda kanun diye bir unsur yoktur. Hatta denebilir ki evrendeki tüm kütle yok olsa da kütlelerin çekim kanunu, ve hiçbir ısı iletimi olmasa da (tüm evrenin aynı sıcaklıkta olması durumu gibi) ısının iletimi kanunu geçerlidir.
Bir maddeye aynı anda bir çok kanun etki eder. Bizim gözlemlediğimiz net etkidir. Biz analizlerde etkisi küçük olan kanunları kolaylık olsun diye dikkate almayız, ama her kanun her yerde etkilidir. Mesela elimizden bıraktığımız bir taşın düşüşünü analiz ederken genellikle sadece yerçekimi kuvvetinin etkisini dikkate alırız, ve havanın kaldırma kuvvetini (Arşimet kanunu) ve sürtünme kuvvetini küçük oldukları için (yoksa geçerli olmadıkları için değil) ihmal ederiz. Ama elimizden bıraktığımız helyum gazı doldurulmuş bir balonun hareketini incelerken havanın kaldırma kuvvetini mutlaka dikkate alırız, çünkü en büyük etkiyi o yapar (helyum gazı havaya göre çok hafiftir).
Madde-kanun ilişkisini daha iyi anlıyabilmek için helyum balonunu tekrar dikkate alalım. Önce balonu serbest bırakıp havada yükselişini videoya kaydedelim, ve bir binanın tepesine varış zamanını ve nerede ve ne zaman patladığını not edelim. Sonra bilgisayarda balonun (ve hatta çevrenin) gerçekçi bir resmini çizip balon ve çevre şartları ile ilgili tüm bilgileri girelim, ve balonun hareketi ile ilgili tüm kanunları (yer çekimi, sürtünme, kaldırma, idal gas, hava yoğunluğunun yükseklikle değişimi, vs) uygulayıp balonun hareketini ekranda grafik olarak izliyelim. Görülecektir ki bilgisayardaki sanal balonun hareketi gerçek balonunki ile aynıdır. Sanal balon da binanın tepesine aynı zamanda ulaşacak, ve gerçeği ile aynı zaman ve yükseklikte patlayacaktır. Hatta iki video yan yana oynatılırsa, gerçek balon hareketi ile sanalı ayırdetmek neredeyse mümkün olmayacaktır. Buna benzer binlerce örnek verilebilir, ve bu örnekten son derece önemli sonuçlar çıkarılabilir:
Önce şu gayet açık olarak görülüyor ki varlıklarda esas olan madde değil, madde olmayan kanunlardır. Yani mânâdır. Kanunlar adeta bir yumak gibi balona has bir ruh oluşturmakta, ve balonun maddesi de o ruha tabi olmaktadır. Balon sanki o madde-dışı ruha bir kılıf veya bir cesettir, ve kanun yumağından oluşan balon ruhunun göze görülmesini sağlar (akıl gözü sanal balonun hareketini hayal perdesinde direk olarak ilim ışığıyla görebilir; çünkü akıl madde değildir, ve görmek için maddeye ve bildiğimiz ışığa ihtiyacı yoktur). Ayni kanunlar ve dolayası ile aynı ruh, taş gibi havadan ağır bir şeyi kaldırmak yerine yere indirir.
Balonun maddesi her türlü tehlikeye açıktır, ve her an patlayabilir. Ama balon, parçalarına ve hatta atom ve moleküllerine bile ayrılacak olsa onu uçuran ruh her zaman ve her yerde vardır. Balon sanki yok olmakla sonsuzluğa ulaşır. Kanunlardan oluşan o ruh, her zaman yeni bir balona ve hatta aynı anda milyonlarca balona girerek gördüğümüz madde aleminde tekrar arz-ı endam edebilir. Silahlar ve infilaklar balonun atomlarını bile tahrip edebilir, ama o ruha hiçbir zarar veremez, çünkü madde değildir. Evrende kanunlardan muaf olan hiç bir varlık olmadığına göre diyebiliriz ki basit bir atom dahil herşeyin en azından kanunlardan oluşan bir manevi ikizi veya bir ruhu vardır. Kanunlar kaldırılacak olsa, tüm varlıklar çözülür ve evren bir toz bulutuna döner.
Balon örneğinden çıkarılacak ikinci bir ders de olayların daha olmadan nasıl olacağını görmemizi sağlıyan ilmin ve teorinin önemi ve gücüdür. Varlıkların gayet düzenli ve sanatlı olması, herşeyde hassas bir ölçü ile olması, ve bir faydaya ve gayeye yönelik olması, evrende herşeyin ilimle yapıldığını ve yaygın bir ilmin varlığını gösterir. İlim de kanun gibi mânâdır, yani kaynağı madde değildir, çünkü maddenin temel yapıtaşı olan parçacık veya dalgalarda ilim diye bir unsur yoktur. O halde ilim sabittir – yani zaman ve mekanla değişmez, artıp eksilmez. Değişen sadece bizim farkına vardığımız miktardır. Araştırmacıların yaptığı ilmi icad etmek değil, ezelden beri var olan ilmi keşfetmektir – bir hazine arayıcısının var olan bir defineyi keşfetmesi gibi.
Varlıklardaki yaygın ilim ışığı, ancak akıl gözü ile görülür. Zaten ilmî araştırmalarda genellikle yapılan da gözlemlerle varlıklardaki bu ilim pırıltılarını görmeye çalışmak, yeterince gözlem yaparak bu pırıltıların hangi genel ilmî kuraldan kaynaklandığını ortaya koymak, ve yeterli sayıda yeni gözlemlerle bu kural veya teoriyi test ederek teyid etmektir. O yüzden termodinamikçi Botzman’ın dediği gibi, “iyi bir teoriden daha pratik bir şey yoktur.” İlmin önemli bir kaynağı da kalbe doğan ilhamdır. Önsezi, 6. his, ve içgüdü ilmin akıl yerine kalbe yansımalarıdır.
Evrensel kanun ve prensipler değişimleri kural altına alan genel ilimlerdir, ve varlıkların durumlarına has ilimler için bir çerçeve oluştururlar. Bir şey yaparken en iyisini yapmak ilim ile olur, ve ilim arttıkça herşeyin daha iyisi yapılır. O yüzden modern toplumlarda yüzyıllarca yıllık ilim birikiminin okullarda genç dimağlara aktarılmasına çok önem verilir. Çünkü yeni bir şey yaparken kullanılabilecek en değerli unsur ilimdir. Mimar ve mühendis gibi tasarım yapan kişiler, tasarlanan şeyi – mesela bir televizyonu - madde kullanmadan ilim ile hayallerini kullanarak yaparlar, ve tasarımı kağıda veya bir CD’ye kaydederler. Bu tasarım, yapılacak şeyin ilmî bir vücudunu oluşturur. Artık usta ve teknisyenlere düşen, ilimden oluşan bu ruha fabrikalarda binlerce hatta milyonlarca maddî ceset giydirmektir. El becerisi isteyen işlerin artık gittikçe robotlara bırakıldığı dikkate alınırsa, insan için en değerli şeyin ilim ile uğraşmak ve hayal ile inşa etmek olduğu anlaşılır. Sağlam bir ilmî vucudu veya ruhu olmayan şeylerin maddî bedenleri de sağlam olmaz, ve uzun süre bir arada kalamaz. Demokratik toplumlarda vizyonerlere değer verilir, çünkü onlar toplum için yeni bir ruh inşa ederler. Toplum benimsediği bu yeni ruhu adapte ederek yenilenir. Değişım istemeyen totaliter rejimlerde ise ilim ve hayalleriyle topluma yeni bir ruh üreten düşünür ve yazarlar, en tehlikeli kişiler olarak görülürler.
MADDE ve MÂNÂ:
Varlıkların Dış ve İç Yüzü
Çevremizi ve varlıkları algılamamızda genellikle beş temel duyumuza (görme, işitme, koklama, tatma, ve dokunma) dayanırız. Bu beş duyu da maddeyle ilişkilidir. Yani maddesi olmayan bir şeyi (akıl ve sevgi gibi) göremeyiz, ve yine maddesi olmayan şeylere dokunamayız. Bunun sonucu olarak maddeyi gerçek varlık, maddesi olmayan şeyleri de adeta hayalî varlıklar veya maddî etkileşimlerin tezahürleri olarak görürüz. Aslında madde olarak algıladığımız herşey – atomaltı parçacıklardan galaksilere, mikroplardan insana kadar – madde ve mânâ karışımıdır, ve adeta madde ve mânâ iplikleriyle dokunmuş bir kumaştır. Ve esas olan madde değil, mânâdır. Madde sadece mânâların beş duyumuz tarafından algılanmasını mümkün kılan kılıf veya elbisedir. Yani mânâ öz, madde is kabuktur. Mânâ zaman ve mekân üstü, madde is zaman ve mekâna ve dolayesi ile fizik kanunlarına tabidir. Mânâyı anlamakta zorlananlar ve mânâ ile pek rahat hissetmeyenler için gayet ikna edici ve şüpheleri giderici çok örnekler vardır.
1) Kitap: Mânânın Tezahür Sayfaları
Kitap görünüşte mürekkep ve kağıttan oluşan, gözle görülen ve elle tutulan maddî bir varlıktır. Ama aslında kitabı kitap yapan içindeki mânâlardır, ve kitabın maddesi manevî varlığı olan mânâsı yanında bir hiç gibi kalır. Zaten son yıllarda gittikçe yaygınlaşan ve onlarcası bir tek CD’ye veya flashcard’a sığan elektronik eKitapların ne kağıdı vardır, ne de mürekkebi. Kelimeler adeta ekran sahifelerinde ışığa dönüştürülen elektrik enerjisiyle istenilen renkte yazılıp bozulabilmektedir. Hatta denilebilir ki kitap denen şey mânâların sahifelerde görünmesini sağlayan bir perdedir, bir ekrandır, bir kılıftır, bir dürbündür.
Örnek olarak, 99 gram kâğıt ve 1 gram mürekkepten oluşan 100 gramlık bir kitabı göz önüne alalım, ve bunu üzerine rasgele 1 gram mürekkep dökülmüş 99 gram kağıt ile karşılaştıralım. Madde olarak, 100 gramlık bir kitap ile 100 gramlık mürekkepli kağıt arasında hiçbir fark yoktur. Bunları madde tahlili yapan bir laboratuvara göndersek, her ikisi de aynı tahlille geri gelir. 100 gramlık kitap ile 100 gramlık mürekkepli kağıt madde olarak aynı olduğuna göre, bunların aralarındaki her fark mânâ ile alakalıdır, ve dolayesi ile manevîdir. İşte kitap için mânâ denen şey, kağıt ve mürekkep dışındaki herşeydir. O yüzden diyebiliz ki
Kitap = Kağıt, mürekkep, vs (madde) + Mânâ
Hatta daha küçük bir boyutta, yazı aleminin temel yapı taşları olan harflerin dizilimlerini kelime yapan yine mânâdır, ve denebilir ki kelimelerle ifade edilen mânâlar, mânâ aleminin en küçük birimleri yani atomlarıdır. Mesela, “kitap” bir kelimedir, çünkü bir anlamı vardır, yani mânâ yüklüdür, ama aynı beş harften oluşan “kipat” bir kelime değildir, çünkü taşıdığı bir mânâ yoktur. Yine diyebiliriz ki
Kelime = Harf veya ses dizilimi (lafız) + Mânâ
Açıkça görülüyor ki kelimelerde esas olan yine mânâdır, harf dizilimi olan lafız ise sadece bir kılıftır. Mânâ öz, lafız ise kabuktur. Mânâ lâtif, lafız ise kesiftir. Mânâ ruh, lafız is cesettir. Demek bir harf dizilimi, ancak bir mânâsı veya ruhu olduğu zaman bir kelimedir. Yani kelimeler de insanlar gibi bir bakıma “canlı” varlıklardır, ve onların ruhları mânâlarıdır. Mânâsını kaybeden bir kelime, ruhu giden bir insan gibi ölür ve dağılıp gider. Yeni bir kelimenin doğması için de önce mânânın oluşması lazımdır. Sonra bu mânâya uygun bir lafız bulunur. Mânâ ile lafız zamanla özdeşleşir, ve cilt ile beden gibi birbirinden ayrılmaz olur.
Mânâlar değişik bir alemdendir – mânâ alemi – ve harf ve dizilimlerinden tamamen bağımsızdır. Zaten aynı mânânin değişik dillerde değişik kelimelerle ifadesi de bunu gösterir. Kelime denen şey, belli bir harf (veya ses) diziliminin belli bir mânâ ile ilişkilendirilmesi, ve zamanla özdeşleştirilmesidir. Başka bir ifade ile, kelimeler, mânâ özü veya ruhunun harf (veya ses) dizilimi kılıf veya bedenine girmesi ve bütünleşmesinden oluşur. Zaten yeni bir dil öğrenen bir kişi de aynen bunu yapar: Bir harf veya ses dizilimini bir mânâ ile ilişkilendirir, ve o mânâ o harf veya ses diziliminde parlayıncaya (veya ruh bedene girinceye) kadar tekrarla onu pekiştirir.
2) Gül: Yapraklarda Yansıyan Güzellik
Gül deyince akla güzellik ve sevgi gelir – yoksa gülün yapı taşları olan karbon, azot, hidrojen, ve oksijen atomları değil. Gül, madde ve mânâ ilişkisini anlamak için de güzel bir örnektir. Şöyle ki: Birbirinin tamamen aynı olan iki gül alalım, ve bunlardan birisini iyice ezerek çamur haline getirelim. Sonra da bu iki gül arasında bir fark olup olmadığını soralım. Herhalde böyle bir soru çok tuhaf bulunur, ve gülün bir parça çamur ile mukayese edilemiyeceği söylenir. Ancak gül ile onun çamur ikizi bir kimya laboratuvarına gönderilecek olursa, her ikisinin eşdeğer olduğu raporu gelecektır. Yani madde olarak, bir gül ile onun ezilmesinden oluşan çamur arasında hiç bir fark yoktur. Ama bunlar farklıdır, ve aralarındaki fark madde olmadığına göre tamamen mânâdır. (Hiç kimse herhalde bunlar madde olarak aynı şeydir diye gül yerine gül çamuru vermeyi düşünmez).
Demek gülün çamurunda olmayan her özellik ve hasiyet mânâ ile alakalıdır, ve mânâsı yanında gülün maddesinin kıymeti neredeyse bir hiçtir. Yani gülü gül yapan maddesi değil, o maddede tezahür eden mânâdır. Gül adeata bir mânâ taşıyıcısıdır, ve güzel mânâlar göndermek istendiğinde akla gelen ilk şey güldür. Gülü alan kişi de gülün maddesini değil, gönderilen güzel mânâları alır ve hisleriyle masseder ve zevkeder. Tabi yanlışlıkla gözü maddeden başka bir şey görmeyen mânâdan habersiz birilerinin eline geçmezse – inek veya eşek gibi.
Müsbet ilmin kaynağı gözlemdir. Biz de gülü gözlemleyip irdeliyerek mânâ ile ilgili temel bilgilere ulaşabiliriz. Gül (veya başka bir çiçek) deyince akla ilk gelen şey herhade “güzellik”tir. Ve biz bu güzelliği gözümüzle görürüz ama kalbimizle tanır ve hissederiz (burada elbette vücudun pompası olan fiziksel kalpten bahsetmiyoruz). Öyle görülüyor ki bu kalbin, güzelliği tadıp zevkeden bir his dili, ve güzelliği öğüten ve hazmedip tüm vücuda yayan bir güzellik midesi vardır. Bu midenin eli de görebildiği yer kadar uzun olan gözdür. Kişi güle bakmaya devam ettikçe gülün güzelliğini yemeye devam eder, ama gülden hiçbir şey eksilmez. Çünkü yediği güzellik madde değil, mânâdır. Kalben gelişkin bir insanın gözleriyle güzellik yemekten aldıği haz, ağzıyla yediği lezzetli bir yemekten aldığı hazdan daha az değildir. Bir koyun veya inek ise, ancak ağzına götürüp yerse gülden bir haz alabilir (tabi gülün dikenleri diline batmazsa). İşte insan ile hayvan arasındaki en temel fark, bu tür yüzlerce manevî hisler ve midelerdir. Yani hayvanda bir, insanda ise yüzlerce mide vardır, ve bunların biri hariç hepsi mânâ ile alakalıdır. Yoksa, bildiğimiz insan midesi ile hayvan midesi arasında pek bir fark yoktur. O yüzden yemek için yaşamak aslında insanlıktan istifa etmektir.
Gülü güzel yapan herhalde atomlarındaki güzellik değildir. Zira canlı bir güldeki bir hidrojen veya azot atomu ile ezilip çamur haline getirilmiş bir güldeki hidrojen veya azot atomu tamamen aynıdır – elmas ile grafitteki karbon atomlarının aynı olması gibi. Parçalarında olmayan bir şey bütününde olamıyacağına göre (korunum kanunu), gülün güzelliği kendisinden yani maddesinden değil, dışarıdan gelir – aynen elmasın göz kamaştıran pırıltılarının dışarıdaki bir ışık kaynağından geldiği gibi. Gül ve diğer güzel şeylerin özelliği, bu güzelliği alıp yansıtabilmeleridir – aynen elmasın özelliğinin ışığı alıp büyüleyici bir şekilde yansıtabilmesi olduğu gibi. Bu da evrende madde (ve zaman) ile ilgisi olmayan yaygın bir güzelliğin, ve dolayası ile bir güzellik katmanının, olmasını gerektirir. Eski Yunanlılar bile bu mânâyı hissetmişler ki bu katmanı “güzellik tanrıçası” Venüs veya Aphrodite olarak kutsallaştırmışlardır.
Biraz dikkatle bakılırsa, gülde güzellikle beraber ilim, süsleme, san’at, tanzim etme, koruma, ve sevgi gibi madde olmayan bir çok şey açıkça görülür. Öyleyse gül, madde ve mânâ karışımı olarak şöyle ifade edilebilir:
Gül = Yaprak, koku, tohum, vs (Madde) + Güzellik, san’at, vs (Mânâ)
Gül, güzellik ve sevgi ile o kadar özdeşleşmiştir ki o nazenin yaprakları adeta atom ve moleküllerden değil de güzellik ve sevgiden dokunmuştur. Güzellik ve sevgi, sanki yapraklara bürünüp gül olarak görülmüştür. Gülde tezahür eden bu mânâları dikkate almadan onu sadece molekül yığını anlamsız bir madde olarak görmek, gözlemlerlerimizle bağdaşmaz. Hidrojen ve karbon karışımı olan bir hidrokarbon yakıtı sadece karbon olarak görmek ne kadar yanlış ise, gülü de sadece bir madde olarak görmek o kadar yanlıştır, ve bu dar bakış açısıyla gülü anlamak mümkün değildir. Bır şeyi anlamak, ancak onun maddesiyle beraber mânâsını da anlamakla mümkündür.
3) Sinek: Hayat Bunun Neresinde?
Şimdi de herhangi bir sineği gözlemleyelim. Diğer canlılar gibi, sineğin de temel yapı taşları hidrojen, oksijen, azot, ve karbon atomlarıdır. Bunlar da diğer atomlar gibi elektron, proton, ve nötronlardan oluşur. Yani tüm varlıklar, canlı olsun cansız olsun, atomlarlardan (veya elektron, proton, ve nötronlardan) yapılmışlardır, ve bu temel yapı taşlarını bir arada tutan harç da kuvvetlerdir (kuvvetli, zayıf, elektomanyetik, ve çekim kuvvetleri). Şimdi yeni ölmüş bir sineği canlı bir ikizi ile yan yana koyup karşılaştıralım. Ölümle madde kaybı veya kazancı olmadığı için, bu iki sinek madde olarak birbirinin aynıdır. Hatta eğer canlı sinek hareketsizse, canlıyı ölüden ayrırmak baya zordur. O zaman diyebiliriz ki canlı ve ölü sinek arasındaki her fark, madde-dışıdır yani mânâdır.
Hayat
Önce hayatı ele alalım. Canlıların temel yapıtaşı olan atom veya moleküllerde (veya onların da temel yapıtaşları olan parçacık veya dalgalarda) hayat diye bir unsur yoktur. Yapıtaşında olmayanın bütününde olamıyacağına göre, hayat madde olamaz. O halde hayat, madde-dışı bir şeydir, yani mânâdır, ve zaman ve mekana tabi değildir. O zaman evrende yaygın bir “hayat” katmanı vardır, ve bu hayat ışığını alabilen her şey – maddî vücudu olsun veya olmasın – canlıdır.
Gözlemler, dünyadaki tüm canlıların ortak vasfının su içermeleri olduğunu gösteriyor – aynen mikrodalga fırınlarda eletromanyetik radyasyonu emerek ısıtılabilecek şeylerin ortak vasfının su içermek olduğu gibi. Bu yüzden başka gezegenlerde hayat aramak, su arayarak yapılır. Ama su, hayatın kaynağı değildir, ve olamaz. Çünkü iki hidrojen ve bir oksijen atomundan oluşan su molekülünde hayat diye bir şey yoktur, ve suyun kendisinde olmayan bir şeyin kaynağı olduğu iddiası abestir – aynen rengarenk pırıltılarıyla göz kamaştıran elmasın ışık kaynağı olduğu iddiası gibi, veya televizyon aletinin ekranında görülen görüntülerin kaynağı olduğu iddiası gibi. O halde denebilir ki
Canlı = Su (madde) + hayat ışını (mânâ)
Yani, yapısında su olan bir varlık hayat ışınını alabiliyorsa canlıdır, yoksa değildir. Bir canlı hayat ışınını alma kabiliyetini kaybettiği zaman ölür. Ayrıca, mâna olan hayatın varlığı için maddenin varlığı şart değildir, ve bedeni olmayan canlılar da pekala mümkündür.
Görme
Hayat için söylenen her şeyi görme için de tekrarlayabiliriz. Canlıların temel yapıtaşları atom veya moleküllerde görme diye bir unsur yoktur. Yine yapıtaşında olmayanın bütününde olamayacağına göre, görme maddî bir şey olamaz. O halde görme, hayat gibi madde-dışı bir şeydir, yani mânâdır, ve zaman ve mekan üstüdür. O zaman evrende yaygın bir “görme” katmanı vardır, ve bu görme ışığını alabilen her şey – maddî vücudu olsun veya olmasın – görür. Göz olmadan maddî şeyleri göremiyor olmamız görmeyi gözün yaptığı anlamına gelmez – aynen gözlük giyenlerde görmeyi gözlüğün yapmadığı gibi. Rüyada gözlerimiz kapalı iken görüyor olmamız bunu teyit eder.
Koklama
Koku, madde ile yakından alakalıdır, çünkü bir yerde güzel ve çirkin bir koku varsa, orada kokan bir şey (madde) vardır. Kokuları yayan ve burnumuza ulaştıran maddeler atomlardan (elektron, proton, nötron) oluşur. Yani gül, karanfil, ve hatta leş kokusunun temel yapı taşları aynıdır - elektron, proton, nötron. Bu temel parçacıklarda “koku” diye bir unsur olmadığına göre, peki, koku bunun neresinde? Bu da gösteriyor ki koku, maddede tezahür eder ve onunla taşınır, ama madde değildir. O halde koklama madde-dışı bir şeydir, yani mânâdır.
Benzer şeyler işitme, sevgi, şefkat, düşünme, bilgi, güzellik, vs için de söylenebilir, çünkü bunların hiçbiri maddenin temel yapıtaşlarında yoktur. Bütün bunların beynin harikalığının bir sonucu olduğunu söyleyenlere yine tekrarlamak lazım ki beynin de temel yapıtaşları atom veya moleküllerdir (veya onların da temel yapıtaşları olan elektron, proton ve nötron parçacıkları veya dalgalardır), ve ne dalgada ne de parçacıklarda bahsettiğimiz hiçbir hasiyet yoktur. Beyin ile bir taş parçasının malzemesi tamamen aynıdır (her ikisi de elektron, proton, ve nötronlardan oluşur). O yüzden beynin gösterdiği farklılık maddesinden değil, alıp yansıttığı mânâsındandır.
4) Dalga ve Renk
Fizik ile aşina olanlar hatırlayacaklardır ki güneş ve lâmba gibi diğer kaynaklar tarafından verilen ışık bir elektromanyetik dalgadır – aynen televizyon ve radyo yayınları ve cep telefonları sinyalleri gibi - ve elektromanyetik radyasyon boşlukta ve havada yaklaşık saniyede 300 bin kilometre hızla hareket eder. Dalgalar, ard arda giden iki dalganın tepe noktaları arasındaki mesafe olan dalga boyu ile karakterize edilir ve dalganın hızının dalga boyuna oranına frekans denir. Elektromanyetik dalgaların dalga boyu veya frekansları sıfır ile sonsuz arasında değişir ve böylelikle çok geniş bir spektrum oluşturur. Dalga boyları 0.40 ile 0.76 mikron (metrenin milyonda biri) arasında olan elektromanyetik dalgalar gözlerimiz tarafından algılanır ve bizdeki görme hissini uyarır. O yüzden, elektromanyetik spektrumun dalga boyları 0.40 ile 0.76 mikron arasında olan kısmına biz ışık diyoruz ve bu görülebilir bantta elektromanyetik dalga yayan cisimlere de ışık kaynağı. Güneşin yaydığı enerjinin yaklaşık yarısı görülebilir banttadır, yani ışıktır. Diğer yarısı ise gözlerimiz tarafından görülemez ve biz ona “ısı” deriz. Keza, evlerimizdeki ampullerin yaydığı enerjinin sadece onda biri ışık, geri kalan onda dokuzu ısıdır, ve ellerimizi ampule yaklaştırınca bu ısıyı hemen hissederiz. Güneş ve diğer ışık kaynaklarından gelen elektromanyetik enerji ısı ve ışık (veya nâr ve nur) karışımı olarak görülebilir. Işık veya nur gözümüz tarafından, ısı veya nâr ise bedenimiz tarafından hissedilebilir.
Lisede fizik deneyleri yapanların hatırlıyabilecekleri gibi, ışık bir prizma ile kolayca renklerine ayrilabilir, ve prizma çıkışında aynen gökkuşağında olduğu gibi renkler kırmızıdan başlayıp maviye doğru giden bir renk kuşağı oluşturur. Ölçümler gösteriyor ki dalga boyu 0.40 ile 0.44 mikron arasında olan elektromanyetik dalgalar mor, 0.44 ile 0.49 mikron arasında olan mavi, ve nihayet 0.63 ile 0.76 arasında olan da kırmızıdır. Dalga boyu 0.40 mikrondan küçük olan radyasyona mor ötesi, ve 0.76 mikrondan büyük olana da kızıl ötesi diyoruz.
Şimdi değişik renkteki iki ışığı, mesela mavi ve kırmızı ışıkları, daha yakından inceleyelim ve birbirleriyle karşılaştıralım. Bu iki ışık aslında hammadde ve karakterce birbirinin tamamen aynıdır – ikisi de enerji ve ikisi de elektromanyetik dalga. Dalga boyları dışında hiçbir farkları yoktur. Ama birisi mavi renkte diğeri kırmızı. Yani görünüşleri çok farklı. Peki, bu rengin kaynağı nedir?
Evlerimizdeki ampullere gelen elektrik akımı sadece bir elektron akımıdır, ve elektronların veya elektrik akımının rengi veya içindeki değişik renk miktarları diye bir şey söz konusu değildir. Ama ampulden gelen ışıkta tüm renkler vardır. Demek ki ışığa renkler ışığın hammaddesinden gelmiyor, ve renk ışığın bir parçası değil. O halde her şeyi süsleyen renkler dışarıdan geliyor, ve ışıkta sadece yansıyor – aynen elmasta parıldayan ışığın elmasın parçası olmayıp dışarıdaki bir ışık kaynağından geliyor olması gibi. Demek kainatta yaygın bir renklendirme veya daha genel ifadesiyle “süsleme” katmanı veya yayını vardır, ve varlıklardaki süsler varlıkların aslî parçaları değil, bu süslemenin bir yansımasıdır. Her varlık mahiyetine göre bu süsleme katmanının değişik cilvelerini alıp yansıtır. Mesela dalga boyu 0.45 mikron olan bir elektromanyetik dalga maviliği alık yansıtma özelliğine sahipken, dalga boyu 0.65 olan bir dalga kırmızılığı alıp yansıtma özelliğine sahiptir. Ama biz ışık ve rengi her zaman beraber gördüğümüz ve ışık olmayınca renk de olmadığı için, renkleri ışığın parçası olarak görmeye alışmışız, ve zihnimizdeki bu yapışık ikizleri ayırmakta zorlanmamız gayet tabiidir. Aynen karanlık diye bir şey olmasaydı ve her taraf her zaman aydınlık olsaydı, elmasta parıldayan ışığı elmasın parçası olarak göreceğimiz gibi – çünkü o zaman “ışık” diye bir şeyin varlığından haberdar olmayacaktık. Veya radyo yayını diye bir şey olduğunu bilmeyen bir kişinin, radyo cihazını tüm müzik ve konuşmaların kaynağı zannedeceği gibi.
Konuya biraz şüphe ile yaklaşanlar su ve suda oluşan dalgalara baksınlar. Su “renksiz” bir madde olarak tanımlanır, ve şeffaflığı ile bilinir. Denizler ve gökyüzü gün ortasında mavi, ve gün batımında kırmızımsıdır. Herkes gayet iyi bilir ki suda görülen renkler, suyun parçası değil güneş ışınlarının yansımasıdır. Birçok kişi için en büyük zevklerden biri gün batımında gökyüzüne ve denize yansıyan kırmızı renk tonlarından oluşan renkler manzumesini seyretmektir. Tabi güneş batınca, ışık ile beraber renkler de gider.
Durgun suya küçük bir taş atınca küçük dalgalar, ve büyük bir taş atınca da büyük dalgalar oluşur. Aslen “renksiz” olan suda eğer küçük dalgalar her zaman mavi, ve büyük dalgalar da her zaman kırmızı görülseydi, kim bilir ne kadar şaşırırdık. Renklerin yine bir dış kaynaktan geldiğine hiç şüphe etmezdik. Ama bu sefer su dalgalarının boylarına göre ışığı nasıl yansıttığını inceler, ve bunun altında yatan prensipleri keşfetmeye çalışırdık. Sonunda bunu aynen ışıkta yaptığımız gibi “boyları şu aralıkta olan dalgalar mavi, şu aralıkta olanlar kırmızıdır” diye kurallaştırırdık. Ve bu farklılığı da değişik boydaki dalgaların değişik yansıtma özelliklerine verirdik.
Malzeme ve mahiyetçe birbirinden farklı olmayan değişik boydaki ışık dalgaları için de durum farklı değildir. Deniz dalgalarındaki renkleri anlıyabilmek için nasıl ki yaygın bir ışık katmanının veya yayınının varlığını kabul etmek gerekiyorsa, ışık dalgalarındaki renkleri anlıyabilmek için de yaygın bir süsleme yayınının olduğunu kabul etmek gerekir. Yoksa ışıktaki renkleri anladığımızı iddia etmek mümkün değildir. O zaman ışığı madde ve mânâ karışımı olarak şöyle ifade edebiliriz:
Işık ve renkleri = Elektromanyetik dalga + süsleme
Yine fizikten biliyoruz ki değişik renklerdeki ışıklar birleştirilince “beyaz” diye de tabir ettiğimiz renksiz bir ışık oluşur. Bunu bir prizmanın ayrıştırdığı renkleri baska bir prizma veya mercek ile toplayarak da gözlemleyebiliriz. Yani renkler birden bire “yok” oluverir (ama ışığın maddesinde yani enerjisinde hiçbir artma veya azalma olmuyor). Bu yine süslemenin tezahürü olan renklerin madde olmadığını, sadece belli özelliklere haiz olan maddede yansıdığını gösterir. Değişik renkteki boyaları karıştırdığımızda ise hiçkimse beyaz veya saydam bir karışım çıkmasını beklemez, çünkü boyadaki renk alıcı ve verici olan pigmentler maddedir, ve pigmentler karışımla özelliklerini kaybetmezler.
Renklerin algılanması da yine başlı başına bir olaydır. Gözden beyindeki görme merkezine giden ışık değil, ışığın kara noktada emilmesiyle üretilen bir elektrik sinyalidir. Bu elektrik sinyali sonra renkleriyle beraber imajlara dönüşmektedir. Bu sinyali renklere ayıramayan ve her şeyi gri olarak gören kişilere de renk körü diyoruz.
Bu “süsleme” nin evrenin temel yapı unsurlarından biri olduğunu kabul etmekte zorlananlar, başta kendileri olmak üzere her şeye, ve bilhassa güzel süsleri ile hayranlarının nazarlarını kendilerine çeken ve sanki “cisimleşmiş süs” olan kelebek ve gül gibi varlıklara dikkatle baksınlar. Göreceklerdir ki madde olmayan ancak maddede tezahürüyle bilinen “süsleme” veya “güzelleştirme” evrende yaygın olarak vardır, ve her şey bu mânâ katmanını alıp yansıtabildiği ölçüde güzeldir.
Tüm gözlemler ve tecrübeler evrende madde ile beraber çok sayıda muazzam mana katmanları olduğuna işaret ederken, hâlâ madde katmanında çakılıp kalmayı ve maddeyi her şeyin kaynağı olarak görmekte ısrarı anlamak mümkün değildir. Tüm varlıklar, madde ve mânâ karışımıdır ve asıl olan mânadır.
ELMAS: MADDESİ ve PIRILTILARI
Elmas deyince akla elmasın malzemesi değil, ona canlılık veren ve gözleri ve kalpleri okşayan cıvıl cıvıl rengarenk büyüleyici pırıltıları gelir. Aslında elmasın temel yapıtaşı siyahlığı ve matlığı ile bilinen ve üzerine düşen ışığın neredeyse tamamını emen (ki sihahlığın sebebi budur) karbon elementidir. Elması baştacı yaptıran şey, kesif olan malzemesinin kıymeti ve miktarı değil, kendisi dışındaki latif bir alemi (ışık alemini) içine alıp onun cilvelerini tezahür ettirebilmesidir. O yüzden en kıymetli elmas, büyüklüğü ve ağırlığı en fazla olan değil, saflığı, berraklığı, ve kusursuzluğuyla ışığı en güzel bir şekilde yansıtan elmastır. Yani ışığın pırıltılarını en mükemmel şekilde gösteren ve kendisi adeta hiç görülmeyen elmastır. O kadar ki elmasa bakan sadece ışığın sergilediği güzellikler manzumesini görür, ve malzemesi olan karbonu hiç fark etmez. Demek elmas yok oldukça var oluyor, ve var oldukça yok oluyor.
Herkes bilir ki elmasın pırıltılarının kaynağı kendi malzemesi değil, dışarıdan gelen ışıktır. Yani gözleri kamaştıran o büyüleyici pırıltılar elmasın yapıtaşı olan karbon atomlarından gelmez; güneş veya lamba gibi dışarıdaki bir ışık kaynağından gelir. Bu, elması karanlık bir odaya götürerek kolayca ispat edilebilir. Görülecektir ki karanlıkta elmasın pırıltılarından hiçbir eser kalmaz, kendisi bile görülemez. Demek elması elmas yapan ve ona şatafat, güzellik, ve bir bakıma hayat veren, dışarıdan gelip onda yansıyan ışıktır, ve ışıksız bir elmas ruhu gitmiş ölü bir ceset gibidir.
Elmastan çıkıyor gibi görünen ışığın dışarıdan geldiğini izah etmeye kalkmak, belki malumu ilam etmektir ve abesle iştigal etmek gibi görülebilir. Çünkü bunun aksini iddia edecek kimse yoktur. Fakat herkesin kolayca kabul edebileceği bu basit gözlem, anlaması ve ulaşılması çok zor bazı mühim hakikatlere çıkan merdiven olabilir, ve o yüzden önemi büyüktür. Şimdi başlangıç olarak şu soruyu soralım: Eğer dünyada karanlık diye bir şey olmasaydı ve güneş vs gibi ışık kaynakları görülmeseydi, yani her tarafta “yaygın” bir aydınlık olsaydı, acaba artık her zaman parıldıysan elmastan gelen ışığı nasıl izah edecektik? Yine kolayca bu ışığın dışarıdaki görmediğimiz bir kaynaktan geldiğini mi söyleyecektik veya bu parıltıların kaynağının elmasın kendisi olduğunu mu iddia edecektik? İnsanların genelde görüşlerinin kısa olduğu ve olaylara yüzeysel baktığı dikkate alınırsa, bu sefer cevap hiç de kolay değil. Bu durumda biz yaygın bir ışığın farkında bile olmayacağımız için, muhtemelen nasıl olduğunu anlamasak bile parıldayan ışıkların elmasın kendisinden geldiğini iddia edecektik, ve aksini düşünemeyecektik bile. Böylelikle de “derin” bir yanılgıya düşmüş olacak, ve çelişkiler ve çıkmazlarla boğuşup duracaktık. Mesela, tek bir karbon atomunun (veya grafit halinde dizilen bir çok karbon atomlarının) ışık vermediğini görecek, ve yapıtaşında olmayan bir hasiyetin bütününde nasıl olabileceği temel sorusuna cevap arayacaktık.
Bir kısım araştırmacılar karbon atomunu en ince ayrıntılarına kadar inceleyip ışığın atomun neresinden kaynaklandığını anlamaya çalışırken, ışık vermeyen grafitle ışık veren elmas arasındaki farkın atomlarda değil atomların diziliminde olduğunu gören diğer araştırmacılar da ışığın sırrını atomların kendilerinde değil, dizilimlerinde yani atomlar arası bağlarda arayacaktı. Delil olarak da elmasın şekli ve kesimi değiştikçe verilen ışığın nasıl değiştiği gösterilecekti. Sonunda birbiriyle çelişen ve kafaları karıştıran birçok teoriler kurulacak, bazı teoriler reddedilirken bazıları da tutarsızlıklarına rağmen daha iyisi olmadığı için bir süreliğine de olsa kabul görecekti. Ve temel yanılgı içindeki bu araştırmalar “pozitif bilim”, ve bu araştırmaları yapanlar da “bilim insanı” olarak takdim edilecekti. Işığın kaynağını dışarı da arama teklifleri ise akılları gözlerine inmiş bu kişiler tarafından “bilimsel olmayan” bir yaklaşım olarak değerlendirilecek, ve dikkate alınmayacaktı. Bu önyargılı yaklaşım, bilimin önünü açmak yerine bir set oluşturacak, ve bilimin önünü tıkayacaktı. Bilim tarihine bakıldığında, bilim dünyasındaki en büyük açılımların “alışılmışın dışında” yaklaşımların sonunda gerçekleştiğini görürüz – Einstein’in bir asır evvel klasik mekaniğin katı kurallarından sıyrılıp izafiyet teorisini kurması gibi.
Yukarıdaki tartışmaların ışığında (hımm, yoksa tartışmalardan da mı bir nevi ışık çıkıyor?), elması şöyle ifade edebiliriz:
Elmas = Karbon + Işık
Yani elması elmas yapan ışıktır, daha doğrusu ışığı içine alıp yansıtabilme özelliğidir. İlginçtir ki elmasın etrafı da ışıkla doludur, ama biz her tarafı kuşatan o ışığı fark etmiyoruz bile. Bu görmediğimiz ışık aslında uzay dahil her tarafta vardır, ama biz ışığın pırıltılarını elmas gibi ışığı alıp yansıtan maddelerde görürüz. O yüzden denebilir ki karbon malzemesinden olan bir şey, eğer ışığı alıp yansıtabiliyorsa elmastır, yoksa grafittir. En harika elmas, ışığı optik ilmi kurallarınca en harika şekilde yansıtandır. Dolayısı ile, elması keserken ve işlerken göz önünde tutulan temel şey ışıktır, ve ışığı yansıtma özelliğidir. İyi bir elmas sanatkarı olmanın birinci şartı da ışığı ve özelliklerini iyi bilmektir.
Görüldüğü gibi, elmasın hakikati ve göz kamaştıran büyüleyici pırıltılarının sırrı ancak her tarafta yaygın olan ışık aleminin varlığını fark edince, ve elmasa karbon ve ışık alemlerinin uyumlu bir birleşimi olarak bakınca anlaşılır. Bu basit gözlem, varlıkların mahiyetini anlamakta sihirli bir anahtar rolü oynayacak, ve çevremizi algılayışımızı ve yaratılış hakkındaki anlayışımızı derinden etkileyecektir. Varlıkları temel katmanlarına ayırma yaklaşımı aynı zamanda ilmin önünü açacak, ve insanlığın yücelmesinin ve dünyada gerçek bir medeniyetin kurulmasının çekirdeğini oluşturacaktır. O yüzden, bu yaklaşıma “elmas tesorisi” denmesi gayet uygun düşecektir.
KAPANIŞ
M.Ö. 5. yüzyılda Empedocles tarafından basit gözlemlere dayanarak herşeyin hava, toprak, su, ve ateşten ibaret olduğu ifade edildi ve bu teori yüzyıllar boyunca bilime hükmetti. Ancak 17. yüzyıldan itibaren evrenin yapısının tekrar sorgulanmaya başlanması ve elementlerin keşfiyle ilmî gelişmelerin önü açıldı ve birçok yeni bilim dalları doğdu. Bugün gayet iyi biliyoruz ki her şey 100 küsur elementten oluşur, ve her madde bu elementlerin bir kombinasyonu olarak ifade edilebilir. Bu açılım birçok yeni kimyasal bileşenin de keşfini ve modern kimyanın gelişimini beraberinde getirdi.
Günümüz bilim dünyasının da ciddî bir saplantısı, her şeyin kaynağının madde veya onun eşdeğeri enerji olduğu ön kabulüdür. Bu da bilimde tıkanmalara ve çıkmazlara yol açmaktadır. Bilim dünyası artık fark ve itiraf etmelidir ki maddenin temel yapıtaşı olan parçacık veya enerji dalgasında kuvvet, irade, hayat, şuur, görme, sevgi, güzellik, vs gibi şeyler yoktur, ve temel yapıtaşlarında olmayan bütününde olamaz. Artık evrenin madde-enerjiden oluşan tek katmanlı olduğu yaklaşımının bırakılıp çok katmanlılık, yani varlıkların madde ile beraber kuvvet, irade, hayat, şuur, görme, sevgi, güzellik, vs gibi birbirinden bağımsız madde dışı yani mânâ katmanlarından oluştuğu görüşü ciddî olarak dikkate alınmalıdır. Bu görüş, müspet ilmin kaynağı olan gözlemlerle tam uyumludur. Evrenin büyük patlama öncesi madde-enerjisinin kaynağı gibi, bu katmanların kaynağı tartışmaları da felsefe ve teolojiye bırakılmalıdır. Elmasın hakikati, ancak parıltıların karbon atomlarından değil elmas dışındaki bir ışık kaynağından geldiği fark edilince anlaşılır. Televizyonun hakikati, değişik yayınların aletin içinden değil dışarıdaki onlarca yayın katmanından geldiği görülünce, yani televizyon aletinin yayınların kaynağı değil sadece alıcısı olduğu fark edilince anlaşılır. Eşyanın da hakikati, maddedeki kuvvet ve hayat gibi onlarca madde-dışı pırıltıların maddenin parçacıklarından değil madde-dışı katmanlardan geldiği fark edilince anlaşılacaktır. İnsanlık için gerçek aydınlanma o zaman başlayacaktır.
Prof. Dr. Yunus Çengel
Nevada Üniversitesi, ABD
yunus@scs.unr.edu