Yola yalnız devam etmenin verdiği hüzün yansıdı çehresine nadiren katıldığı basın toplantılarında. İki saat 10 dakikalık röportaj esnasında; babası Varlık Vergisi sebebiyle Aşkale'ye taş kırmaya götürülmüş, Milli Şef dönemi icra memurlarından sadece annesinin kemanını kurtarabilmiş, ülkesine kırgın bir adamdan çok, hâlâ Türkiye için uğraşan bir aksiyoner portresi ile karşılaştık. İshak Alaton, herkesin 'biliyorum' diyebileceği kadar tanıdık bir sima. Ancak yeni Anayasa'dan ekonomiye kadar geniş bir yelpazedeki ülke meselelerine vukufiyeti, berrak hafızası ve mütevazı yaşantısı Alaton'un bilinmeyenlerinin de çok olduğunu gösteriyor. Naif yanları o kadar çok ki... En yeni arabası 20 yaşında Lincoln. Cep telefonunu 10 yıl önce almış. Maillerini tek tek okuyor. Bahçede yetiştirdiği ıspanak ve pazılardan organik çorba ikram ediyor misafirlerine. Masasını biblo ya da başarı ödülleri değil kitaplar, gazete ve dergiler süslüyor. Biz sorduk, İshak Bey bütün içtenliği ile cevapladı. Bakalım neler söylemiş...
Alarko Holding'in patronu İshak Alaton, Ekrem Dumanlı ve Turhan Bozkurt'un sorularını cevaplandırdı.
Ergenekon davasını nasıl yorumluyorsunuz?
Ben bu davanın Türkiye için bir dönüm noktası olduğunu düşünüyorum. Çünkü şimdiye kadar bu kadar açık ve şeffaf tahkikat yürütülmedi. Bunun neticesinde de insanlar hukukun egemen oldukları bir ülkede yaşadıkları neticesine varabilecekleri yolunda bir inanca geldi. Ben de onların içindeyim.
Hukuk devletine duyulan güveni mi artıracak?
Hukuk devletine olan güveni arttıracağı gibi, Türkiye'nin bir hukuk devleti olduğu noktasına belki gelinecek. Türkiye'nin buna çok ihtiyacı vardı. Ben özellikle bu yolda ülkemizin büyük adımlar atmakta olduğuna hep inandım. Çünkü TESEV'i (Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etütler Vakfı) kuralı 30 seneyi geçti. Bu mücadele gittikçe bir demokrasi arayışı bir şeffaf yönetim arayışı olarak da ifade edilebilir. Ben de bunu bir arayış ve hedefe yaklaşma olarak görüyorum. Onun için bu davanın da demokrasi yolunda büyük bir hizmette bulunmakta olduğuna inanıyorum.
30 sene öncesine gitsek... TESEV'i kurarken karşılaştığınız atmosferi düşündüğünüzde, o günün Türkiye'si ile Türkiye'yi Ergenekon davasına götüren fark ne?
Çok önemli farklar görüyorum. O zaman biz TESEV'i kurarken büyük bir endişeyle acaba Ankara'daki bürokrasi nasıl bakacak? diye endişelerimiz vardı ve bu endişe bizde uzun yıllar devam etti.
Bizim işlerimizi engel çıkarırlar diye mi düşündünüz?
Yalnız o değil. Yanlış anlaşılırız diye korkuyorduk. Çünkü Türkiye'nin kapalı zihniyetine tavır koymak olarak TESEV'i kurduğumuzu ilan etmiştik.
Kimler vardı kurucular arasında?
Rahmetli Nejat Eczacıbaşı, Feyyaz Berker ve Can Paker vardı.
Fikir sizden mi çıktı?
Evet. Nejat Eczacıbaşı beni çağırdı. Böyle bir fikrimiz olduğunu öğrenmiş. Kendisinin eski bir konferans heyeti olduğunu söyledi. 'Bu konferans heyetini canlandırmak istiyorum. Bize katkınız olur mu?' diye. Ben de bunu faydalı buldum. Kabul ettim ve Eczacıbaşı'yla beraber konferans heyetinin bir değişme sürecini yaşadık ve dediğimiz olayı birlikte başlattık.
Bir demokratikleşme paydası mıydı çıkış noktanız?
Çıkış noktamız demokrasi arayışı ve sivil bir yönetimin ihtiyacı. Şöyle bir perspektiften hareket etmiştim; 'Liberal bir ekonominin oluşabilmesi için liberal bir yönetim gerekiyor'. Demek, liberal yani çağdaş ekonomiye vara bilmek için, liberal bir yönetim; demokrasiye açık, insan haklarına saygılı bir Ankara yönetimini gerekli gördüm ve bunu dostlarımla tartışmaya başladım. O zamanlar daha yeni gelişiyordu. 80'li yıların başıydı ve bunun iş dünyasına olarak faydalarını dile getirdim. Birçok istihale geçirdik.
Ankara'da kime açtınız konuyu?
Ankara'da Özal'dan önce başlamıştık, o zaman Süleyman Demirel vardı.
Nasıl karşıladı?
O zaman henüz Demirel'in dikkatini çekecek kadar faal değildik Ankara'da. Daha çok İstanbul'daki örgütlenme ile yürüyorduk. Fakat duyuluyordu faaliyetlerimiz. Biraz TÜSİAD'ın dümen suyunda giderdik o zamanlar. TÜSİAD'ın ön planda olduğu zamandı ve TESEV bir farklı yol olarak göründü. Daha doğrusu biz onun öyle olmasını istedik.
Parayı TÜSİAD mı verdi?
Hayır, TÜSİAD hiçbir zaman para vermedi. Parayı bizler verdik.
Para konusu çok tartışıldı. 'Soros'un çocukları' gibi ağır ithamlar da oldu? Sizce bir hakikat payı var mı bu değerlendirmelerde?
Çok normal, çünkü Soros dediğimiz adamın 'Açık Toplum' olayına ne kadar destek verdiğini bütün dünya biliyor. Fakat Türkiye'de ismi çarpıtılarak ve kötü gösterilerek, kötü şöhrete ermesi yolunda bir çabalar sarf edildi. Benim George Soros denen insana büyük saygım ve sevgim var, bunu açık bir şekilde söylüyorum ve hiç çekinmiyorum. Çünkü saygıdeğer bir adam. Dünyanın liberal ekonomiye ve liberal düşünceye olması için dünyadaki saygın ülkelerin yönetimlerinin şeffaflaşması ve hesap verebilir hale gelmesi için çok çaba harcayan insan olarak ona saygı duydum. Soros'un Açık Toplum Enstitüsü (ATE) yoluyla bizlere maddi destek verdiğini her zaman açıkladık. Hiçbir zaman gizli saklı olmadı. Bizim sitemizde bu açıkça gösterildi: ATE'nin bizlere maddi destek verdiğini hiçbir zaman saklamadık. Bunu bangır bangır bağırdık. İnternet sitesinde ne kadar para aldığımızı ve nerelere harcadığımızı da detaylarıyla gösterdik. İsteyenler her zaman o sitelere girip görebilir halde yürüttük. Hatta geçen sene bununla yetinmeyip bir Açık Toplum Vakfı'nı (ATV) kurduk. Kurucular da, Can Paker, İshak Alaton ve Osman Tavaf. Yönetim Kurulu'na da Emekli Büyükelçi Murat Sungur ve Hakan Altunay'ı da aldık. Yani, biz ATV'yi kurarken de yine internet vasıtasıyla ilan ettik. Bundan daha açık, daha şeffaf ve yaptıklarından gurur duyan başka bir vakıf göremezsiniz.
Gürcistan'da, Ukrayna'da 'Kadife Devrimlere ismi karıştı Soros'un. 'Acaba Türkiye'de de İshak Alaton, Can Paker gibi saygın isimler üzerinden Soros yeni bir düzen mi tesis etmeye çalışıyor?' soruları gündeme geliyor.
Gündeme gelen bu sorulara biz de hak verdik ve dedik ki bizim yapmak istediğimiz şeffaf, açık ve hesap verebilir bir yönetim, yani demokrasiye hizmet. Hem TESEV, hem ATV olarak bizim hedefimiz bu. Ve bu mesajı verirken de daha önce kendimizden başladık. Biz şeffaf bir yönetim istedik ATV olarak. Aldığımız bağışlar, yaptığımız harcamalar, paraların nereye gittiğini, hangi yollardan harcandığı ve hangi etütlerin yapıldığı sitemizde de yer aldı.
TÜRKİYE'DE VESAYET FELSEFESİ HAKİM OLDU
TESEV'in başörtüsü, Kürt meselesi, sivilleşme anayasa gibi sivri uçlara dokunması mı bu alerjiyi artırıyor?
TESEV'in eleştirilen yönü şu oldu: Türkiye şu güne kadar tam demokratikleşemedi. Hep demokrasinin kenarında dolaştı, fakat demokrasiyi özümseyemedi. Bugün dahi Türk toplumu, tam manada demokrasinin neyi içerdiğini anlamış değil. Çünkü hiçbir zaman bunu yaşamadı. Türkiye'nin yönetimine daima bir vesayet felsefesi hâkim oldu. Daha iyi bilen bir yönetim, yani topluma hizmet etmeyi henüz hazmedememiş bir yönetim felsefesi daima egemen oldu. Türkiye'de 'Ben daha iyi bilirim, onun için toplumu güderim, toplumun güdülmeye ihtiyacı vardır' zihniyeti kaim oldu.
Darbelerin çıkış noktası da bu mu acaba?
Darbeler tamamen ayrı bir olay, çünkü muhtelif güç odaklarının karşı karşıya gelmesi neticesinde olmuş olaylardır. Fakat genel çizgide demokrasiyi özümseyememiş, yaşamamış bir toplumun sancılarıdır bunlar. Bu sancılara ilaç olabilir umuduyla bizler TESEV ve ATV olarak yola çıktık.
Bu perspektifte bu kadar çabalıyorsunuz, sivilleşmede bir sürü adım atılıyor. Daha 2 yıl önce Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kriz yaşandı. Sizin o dönemdeki demeçlerinizi dikkatle takip ettik. İlginç bir şekilde çok umutlu konuşuyordunuz. Öncelikle 27 Nisan e-muhtırasını İshak Alaton nasıl karşıladı?
Kabul etmek lazım ki bu gibi olayları biz er veya geç bir şekilde törpülüyoruz ve atlatıyoruz. Çünkü Türkiye'nin demokrasileşme yolunu engebelerle dolu olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu engebelerden biriydi ve bu da atlatıldı. Hani o günkü tutumuz daha önceki tutumundan hiç farklı olmadı. Her zaman daha açık bir toplum, daha şeffaf bir yönetim ve daha fazla demokratikleşme yolunda ortaya çıkan manileri atlatarak ve onları da topluma mal ederek yola davam etme felsefemizden ayrılmadık.
Demokrasi açısından doğru bir şey miydi? Türkiye'yi dışarıda zor durumda bırakmadı mı bildiri?
Muhakkak ki öyle oldu. Çünkü buna Türkiye'nin dostları, yurt dışındaki dostları da aynı şekilde bir reaksiyon gösterdi. İçeride de bu olumsuz olay bir şekilde atlatıldı çok şükür.
O dönemde size soranlar oldu mu 'ne oluyor' diye?
Tabii ki oldu. Çünkü o zamanlar biz de bunun atlatılması gereken bir engel olduğu hususunu açıkça ortaya koyduk.
Sonrasında kapatma davası geldi. Siz de 'Türkiye adına karamsar değilim, büyük bir heyecan duyuyorum' dediniz.
Her şeye rağmen.
Her şeye rağmen...
Evet öyle. Yani bu davalara rağmen diyorum ki doğru yoldayız. Çünkü er veya geç doğru yolu bulacağımıza inancım hiçbir zaman eksilmedi ve nitekim haklı çıktım.
Sizi çok iyimser bulunlar var mıydı?
Vardı. Ama ben kendimden emindim. Çünkü bunun netice almayacağını biliyordum, yani bu yapılan adımların demokrasiyi sekteye uğratmak isteyen hareketlerin başarısız olacağını daha önceden biliyordum.
ESKİ DARBELER ARTIK YAŞANMAZ
Türkiye'de darbeler dönemi bu anlamda kapanmıştır diyebiliyor musunuz?
Dikkat edersek artık darbelerin de kendine göre yumuşamış hallerini yaşıyoruz. Post modern vs. Evet, artık eskiden alışmış olduğumuz sert darbelerin yaşanamayacağı hususunda hepimiz hemfikiriz artık. Yaşanamayacağı için alternatifler aranıyor. Alternatifler her zaman yarım tedbir olarak kalıyor ve toplum üstesinden de geliyor. Bunu görmemiz lazım. Hiç ümidimi kaybetmedim.
Anayasa değişikliği tartışılıyor. Sizin görüşünüz nedir?
Çok açık olarak bir politikamız var TESEV olarak. 'Anayasanın yeniden ele alınması lazım' diyoruz ve bunun için çok açık ve aktif bir çalışmamız var. Yeni Anayasanın tesisi, hazırlanması ve halkoyuna sunulabilmesi için çok aktif bir programımız var. Bunu da ortaya koyduk. Her zaman da şunu söyledik: Artık 1982 Anayasasıyla yola devam edemeyiz. Bugünkü şartlarda demokratik bir ülkeye yakışmayacak bir Anayasa.
Bu elbise dar geliyor bize...
Yalnız dar geliyor değil, aynı zamanda da 'Arkaik' kelimesini çok rahat kullanmak lazım. Arkaik, yani geride, antikte kalmış. Artık geçerliliği olamayacak kadar eskide kalmış bir anayasa ile hâlâ kör topal yönetilmeye çalışılan bir toplum haline geldik. Artık yeter diyoruz, yani artık çağdaş, insan haklarına saygılı bir anayasaya ihtiyacımız olduğunu bangır bangır bağırıyoruz.
Hükümetin bir girişimi var. Bir TÜSİAD ve TESEV üyesi olarak nasıl bir tavsiyeniz olur? Hükümet nasıl bir yol izlemeli ki bu kez Anaysa değişikliği akim kalmasın?
Anayasa değişikliği çalışmalarının her seferinde yarım kaldığı doğrudur. Bunun esas sebebi hükümetin kendine olan güveninin az oluşudur bana sorarsanız. Bugünkü yönetimin kendine güveni azalmıştır. 2003'te yola yeni çıktığı zaman eğer hızlı bir şekilde ve kendine güvenerek yeni bir anayasanın çalışmalarına girişmiş olsaydı, buna gereken önemi vermiş olsaydı yeni bir anayasaya çoktan sahip olmuştuk. Ama zamana yayıldığı için zaman içinde eritilerek bir neticeye varılmak istendiği için o neticeye varılamıyor. Çünkü zamanla insanlar yoruluyor. Fikirler yoruluyor. İnsanların heyecanı tavsıyor, azalıyor ve sonra bir yerde de tıkanıyor ve eskiye dönülüyor.
Statükonun payı yok mu hiç bu tabloda?
Elbette. Türk toplumunda statükoda yaşama hissi her zaman egemen oldu. Yani toplumda statüko şartları içinde yaşama neredeyse ihtiyaç haline geldi. Değişikliği endişeyle, korkuyla karşılayan bir toplum haline getirildik. Bunun da sebebi demokrasiye olan uzaklığımızdır. Demokrasiye güvenmeme, daha doğrusu demokrasiden korkma...
Hükümet ne yapmalı bu durumda?
Yeni Anayasa için daha cesur olmalı tabii. Çünkü hükümet o yetkiyi, o vekaleti halktan almış. Hükümet anayasayı değiştirecek. Hazırlayacak, önce Meclis'ten geçirecek, sonra gerekirse referanduma sunulacak.
Muhalefetle mutabakat arayışı var. Ancak CHP'nin peşinen 'hayır' diyeceği konuşuluyor ...
Bakın MHP bile bunun gerekli olduğu sinyallerini veriyor, fakat diğer muhalefet partisinin her zaman bir 'biz istemezük' duruşu olmuştur ki Türkiye'de statükonun devamı sanki onun için değişmez bir kuraldır.
CHP DESPOT BİR PARTİ
Çok ağır ifadeler kullanıyorsunuz CHP için, 'despot bir parti' diyorsunuz.
Evet, onu da söylüyorum. Çünkü değişimi göze alamıyorlar. Her zaman yukarıdan emirle yönetilen bir Türkiye'nin özlemini çeken bir felsefenin ürünüdür bugünkü muhalefetimiz.
Oradaki dostlarınız 'İshak Bey biraz ağır oluyor' demiyor mu size?
Diyorlar. Ama ben bunu normal karşılıyorum. Çünkü 'dost acı söyler' diyorum. Benim de cevabım bu oluyor. Türkiye'nin hızlı bir değişime ihtiyacı var. Bu değişimi temin etmek için sivil toplum elinden geleni yapıyor. Bu değişime heyecan katmak için biz sivil toplum olarak destek veriyoruz. Ne çare ki siyaset kurumu bizim kadar cesur davranamıyor. Vekâlet verdiğimiz insanlar, yönetim ve tabii bunun içinde muhalefet bizim kadar cesur davranamıyor. Demokratikleşme için bir bedel ödenecekse hepimiz bu bedeli ödemeye hazırız. Bunu da söylüyoruz, ama ne çare Ankara'da aynı cesaret ve heyecanı göremiyoruz.
Bir anlamda siz hükümetin uzlaşma çabalarını takdirle karşılıyorsunuz, ama muhalefet, CHP buna 'hayır' dese bile yeni Anayasa'nın Meclis'ten geçirilip halkın önüne getirilmesi gerektiğini düşünüyorsunuz.
Yüzde 100. Bunun için de raporlar hazırlıyoruz, ilan ediyoruz konferanslar organize ediyoruz. Bunun için Millet Meclisi'ndeki dostlarımıza gereken telkinlerde bulunuyoruz, fikirlerimizi veriyoruz. Aynı cesareti onlarda da görmeyi arzu ediyoruz.
Burada topyekûn bir değişikliği mi öngörüyorsunuz TESEV ve iş dünyası olarak? Yoksa parçalar halinde bazı maddeler üzerinde mi? Sizce hangisi daha faydalı olur?
Bu tartışılabilir. Teknik bir tartışmadır. Her halükarda değişikliğin kaçınılmaz olduğunu herkes biliyor. Ankara da bunu biliyor ama ipe un seriyor ve ileriye bırakıyor. Bu iş kangrenleşiyor, kokuşuyor ve neticeye varamamanın sıkıntısını toplum çekiyor.
Burada Sayın Erdoğan'ın rolünü nasıl görüyorsunuz? Çünkü o da aslında siyasette cesaretiyle, liderlik özellikleriyle bugünlere gelen bir isim...
Ama onu da kabul etmek lazım ki sayın başbakanımız da gerçeklerin idrakinde bir insan olarak limitlerini, hudutlarını biliyor. Daha fazla rahatsızlığa sebebiyet vermemek için ve sivrileşmemek için elinden geleni yapıyor. Bunu da anlayışla karşılamak lazım. Aslında böyle bir değişimin muhalefetin desteği ile yapılması çok şayanı tercih olurdu ve doğrusu da bu olurdu. Çünkü bu muhalefetin çıkarı yolundadır. Her şeye hayır demek eşittir muhalefet diye bir ön yargı var Türkiye'de. Bu da Türkiye'yi yarım bırakan esas amillerden biridir.
Kabinede yapılan değişiklikleri nasıl buluyorsunuz?
Faydalı birçok değişimin yapıldığını görüyorum. Çünkü yerinde yorulmuş olan insanların yerini yeni ve heyecanlı insanlar aldı. Böyle bir yeni bir atılımın ortaya konulması çok faydalar getirecek. Ayrıca dünyanın bütün yönetimlerinde aynı şey yaşanıyor. Bir müddet sonra daha yeni fikirlere açık, yeni insanlar görevi devralıyor. Yani bir bakanın kendi yerinde uzun yıllar kaldığı görülen bir olay değil. Dünyanın bütün demokratik ülkelerinde hızlı bir değişim vardır.
Ali Babacan yeniden ekonominin başına geçti.
O da çok faydalı. Çünkü Babacan'ın hem ekonomide tecrübesi var hem gençliğin verdiği heyecan var. Bir de yapma azmi var. Tüm bunları yan yana koyduğunuz zaman muhakkak ki çok iyi neticeler alacak bir beklentim var Babacan'dan.
Sayın başbakanı, hükümeti krizi yönetme konusunda başarılı buluyor musunuz?
Şimdi bir şeyi kabul etmemiz lazım. Bir defa Amerika'nın ve ya Avrupa'nın yaşamakta olduğu derin krizi Türkiye yaşamadı ve bu kadar hafif atlatmasının gerisinde Türkiye'nin iki büyük talihliliği oldu. Biri gayrimenkul piyasasında mortgage denilen sistem henüz oturmamıştı. Oturmadığı için de bankalar gayrimenkule her hangi bir krediyi tanımamışlardı. Toksik (zehirli) varlıklar, gereksiz şekilde şişirilmiş kıymetler yoktu. Tüm bunlar bizde olmayan hatalardı. Bir defa mortgage sisteminin olmaması Türkiye'yi kurtaran en önemli faktörlerden biridir bence.
İlk defa bir sisteme geç girmenin faydasını gördük.
Bravo. İkincisi, daha da önemlisi bankacılık sistemi 2001 krizinden öyle bir dayak yemişti ki o günden sonra hızlı bir rehabilitasyondan geçti sektör. Bankalar zaten krize hazırdı. Rezervleri yerindeydi. Gerekli tedbirleri alabilecek durumdaydılar ve nitekim öyle oldu. Dikkat ettiyseniz hiçbir Türk bankası büyük bir sıkıntıya girmedi ve hiç biri de batmadı. Bu dünyada nadir görülen bir olaydır.
İzlanda'daki bankaların batmasıyla tüm ülke battı. Türkiye'de hiçbir banka batmadı ve ülke maşallah yoluna devam etti.
Ama kredi verilmiyor...
Ama bir defa teşhis koyalım. Şimdi gelelim bugünkü şartlarda bankalar kredi vermiyor. Neden? Çünkü çok temkinli davranmak istiyorlar. Zamanın geçmesini istiyorlar.
Kendileri açısından haklılar değil mi?
Kendileri açısından bir nebze haklılar, ancak çok haklılar diyemeyeceğim. Çünkü ekonomi durmuyor, çarklar dönüyor. Yalnız daha yavaş gidiyor. Bu arada tabii çok önemli bir faktör oluyor. Ekonomi hızlanamadığı için ekonomi normale dönmediği için hızlı bir şekilde işsizlik artıyor. İşsizliğin artmış olması birçok aileyi tedirgin ediyor. Bana her gün yüzlerce iş talebi geliyor çevremden.
Üstelik çok iyi diplomalarla değil mi?
Muhteşem kıymette insanlar bana işsiz olduklarını söyleyerek müracaat ediyorlar ve ben ne yapacağımı şaşırmış durumdayım. Bunlara çare bulamamanın büyük bir sıkıntısını ve üzüntüsünü hissediyorum.
Çareler üretilmeli diyorsunuz.
Çareler üretmek için öncelikle bankaların hızlı bir şekilde kredi meselesini ele almaları lazım. Ancak kredi vermeye başlarlarsa, yatırımlar tekrar başlayacak, o işsizlere yavaş da olsa iş imkânı sağlanacak.
Hükümet köprü görevi üstenebilir mi?
Hükümetin burada fazla rolü olamaz. Buradaki rolü sadece dengeleyici ve dengeleri yakından takip edici olabilir. Sanayicinin bankalarla daha iyi diyalog kurması da önemli. Aynı zamanda krediyi geri ödeyeceğine dair bir güveni tesis etmesi de lazım.
Bankaların biraz daha esnek olması gerekmez mi?
Esnek olmaya çalışıyorlar, biz bunu kendi işimizde de görüyoruz. Mesela Meram bölgesi elektrik dağıtım işini biz aldık. Krizden önce kredi verecek olan bankalar kuyruktaydı, kriz geldi ve durdu. Şimdi yavaş yavaş harekete geçiyor ve biz de bu yavaş hareket eden finansal atmosferin içinde yolumuzu bulmaya çalışıyoruz.
Dünya krizi olduğu için hükümetin elinde çok fazla enstrüman olmadığını mı düşünüyorsunuz?
Küresel bir kriz olduğu net, ama Türkiye'nin krizden çıkabilmesi için alabileceği çok daha büyük bir tedbir var, o da bir an önce IMF ile anlaşmak. Anlaşmanın imzalanması piyasaları çok rahatlatacaktır. Anlaşma yapılmadığı müddetçe Türkiye'nin ekonomisi sanki askıda duruyor. Bu belirsizlik her şeye rağmen bugünkü dengeleri çok bozmuyor. İşte Türkiye'nin ekonomisi sağlıklı ve sağlam. Ama bu işsizliğin hallini hızlı bir şekilde öngörmek istiyor isek, bir şekilde yatırımlara tekrar başlamış olduğumuzu ispat etmemiz lazım. Bunu yapabilmek için de IMF ile anlaşmalıyız.
Bu sigorta mı olacak?
Sadece sigorta değil, aynı zamanda bir mesaj olacak. Yani, 'Artık işler normale dönüyor, tekrar yatırımlara başlayabiliriz.' Sinyalini vermiş olacağız. IMF ile anlaşma yapılmadığı müddetçe Türkiye kendi başına hareket eden bir uydu. Dünya ekonomisi içinde yörüngesi tam belli olmayan bir uydu olarak kalmaya mahkûm. Bu yüzden yatırımlar harekete geçemeyecek. Hem mevcut yatırımlar düşük bir kapasiteyle çalışmaya devam edecek, hem de yeni yatırımlara pek çok kişinin cesareti olmayacak. Yani cesaret eden insanların sayısı az olacak.
KRİZ ALARKO'YU TEĞET GEÇTİ
Peki, kriz grup olarak sizi nasıl etkiledi? Sizi teğet geçti mi?
Evet. Bizi fevkalade az etkiledi. Mesela hiçbir şirketimizden işçi çıkarmadık. Buna gerek görmedik, çünkü işlerimiz eskisi gibi devam etti. Ama bazı şirketlerimizde hacim düşüşü yaşadık. Tedbir aldık, fiyatlarımızı biraz düşürdük, kârlılığımızı düşürmeyi göze aldık, ama cirolarımızı çok düşürmeyi göze alamadık. Onun için cirolarımız program gereği devam etti, sadece neticede daha az kârla yetinmeyi öğrendik.
Maaşlarda kesinti yapan şirketler oldu...
Biz bu yola da başvurmadık. Maaşın bir kısmını ödeme yoluna da gitmedik. Eskisi gibi, her ayın sonunda maaşlarımız tam ve eksiksiz ödendi. Hatta bu sene ufak da olsa bir zam yaptık. Bir şey daha söyleyebilirim. Piyasadaki şirketlerin çoğunun yaptığının aksine, Alarko Holding olarak bu sene yatırım yaptık ve hatta temettü (kâr payı) bile dağıttık hissedarlarımıza.
İlginç. İşçi çıkaran zenginlerin yalı aldığını görüyoruz. Zengin olmak ile itibarı ayırıyor olmalısınız.
Bu mevzuda ben felsefi olarak çok uzun bir gelişme yaşadım ve daha yaşım 40'a gelmeden paranın çok kısıtlı rolü olduğuna inandım. Yani, para sahibi olmanın pek de önemli olmadığı neticesine vardım. Bir miktar paraya sahip olduktan sonra daha fazla paranın mutluluğa çok fazla katkısı olmadığı neticesine vardım. Paranın ötesinde arayışlarım oldu. O da nedir diye kendime sorduğum zaman itibar, saygınlık olduğumu düşündüm. 'Saygın bir ömür, zengin bir hayata tercih edilir' diye düşündüm. 'Belki şirket olarak veya aile olarak çok da zengin olmayacağız, ama saygın olacağız.' dedim. Türkiye'deki şartlarda dahi saygınlığın her şeyin ötesinde olduğu neticesine vardık. Onun için Alarko'da çalışanlardan da aynı şeyi bekledik.
FORBES'İN KAPAĞINDA GÜZEL OLABİLİR, AMA BUNUN İÇİN HİÇ UĞRAŞMADIM
Forbes'in kapağında olmak güzel bir şey, değil mi?
Güzel bir şey olabilir, ama bedeli çoksa o zaman olmak güzel bir şey değil. Ama Forbes mecmuasının kapağında olmaktansa, ismi söylendiğinde 'güvenilir' biri denilmesi çok daha önemli. O yüzden piyasada saygın bir şirket olarak biliniriz. Çünkü biz buna önem veririz. Çok zengin olmak için çok zaman harcamadım. Paranın sadece iki rolü olduğunu düşündüm; birincisi alışveriş aracı. Yani, bir şeyler almak için, ihtiyaçlarını karşılayacak ürünleri almak için. İkincisi, bir miktar parayı kenara koy ve yaşlı günlerinde güven hissini tatmin edersin. Yaşlı günlerinde seni tatmin edecek paradan fazlasının hiçbir fonksiyonu yok, hatta yük oluyor sana. 'Zararı var, faydası yok.' neticesine vardım ben. Neden? Çünkü çok para yönetmenin de kendine göre dertleri var.
Alarko Holding Yönetim Kurulu Başkanı İshak Alaton, gösterişten uzak durmaya özen gösteriyor. İki arabası var. 20 yaşındaki Lincoln ve 41 yaşındaki Mercedes 280S. İkinci arabanın yeri farklı. Bunu şu sözleri ele veriyor: "41 senedir gözüm gibi bakarım. Hafta sonları gezmeye götürürüm. Sadık, güvenilir dost... 41 kere maşaallah!"
Geride ne bırakacaksınız miras olarak?
Neyim var ki? 2 arabam var, biri 1968 model Mercedes 280S, diğeri de 20 senelik Lincoln. En yeni arabam 20 seneliktir.
Niye değiştirmiyorsunuz?
Yürüyor, çalışıyor. Bugünkü arabamın 4 tekerleği var, bundan sonra alacağım arabanın da 4 tekerleği olacak. Ne farkı var? Çocuklarımın da merakı yok. Onlara hep paranın önemsiz bir meta olduğu yolunda daima telkinde bulundum ve zannediyorum başarılı oldum. Çocuklarımla gurur duyuyorum, yani Leyla olsun, Vedat olsun, gurur duyduğum iki insan. Paraya çok tamah etmeyen, zenginliğin önemli olmadığına inanan ve iyi insan olmanın önemini kavramış evlatlarım.
Yahya Efendi Mezarlığı'na komşu olmak huzur verici
Dünyanın fani olması...
Yahya Efendi mezarlığına bitişiktir benim evim.
Bilerek mi oradan aldınız?
Evet. Bilerek aldım, çünkü mezarlığın yanında yaşamanın huzur verici olduğunu düşünürüm. Çünkü her zaman insanın aklında fani olma olayı bulunduğu için yaşama daha heyecanla ve daha sevgiyle bakıyor. Nasıl olsa faniyiz, nasıl olsa geçiciyiz. Bunun bilincinde olan insan daha farklı yaşar. Fakat bir şey daha var: Sıfırdan başlamış bir insanım. Çok şartlarda, üniversiteye gidemeyecek kadar maddi imkânları kısıtlı bir aileden geldim. Kaynak işçiliği ile hayata atılmışım-bunu söylemekten hiçbir zaman utanmadım-İsveç'e gidip kaynakçılık yapmış, orada dünyaya açılmış, dünyanın insanlarını tanışmış, özellikle İsveç'in sosyal demokrat yönünü tanımış, sosyal yönetime inanmış bir insanım. Hayat felsefesi ona uygun oluyor. Fransızca'da çok güzel bir deyim var; 'Para, çok iyi bir hizmetkâr, çok kötü bir efendidir.'
VARLIK VERGİSİ'NDE SADECE ANNEMİN KEMANINI KURTARABİLDİK
Aslında sıfırdan değil, eksiden başlamış bir işadamısınız... O günlerle ilgili bir hatıranız var mı?
Var. Varlık vergisi sıkıntısının zamanla benim için çok büyük bir şans olduğunun neticesine vardım.
Galiba her şeyi satmışsınız?
Evet, satıldı her şey. Bir tek kemanı kurtarabildik.
Kime aitti?
Anneme aitti. Satılmadı, komşuya kaçırıldı. Varlık Vergisi için memurların hacize geleceğini öğrenen annem bir tek kemanını kurtarabildi. Sonra komşu bir müddet sonra iade etti. O kemanı da ablam aldı. Varlık vergisi benim için bir şans oldu; şimdi bunu söyleyince belki insanlar zor anlayacak. Sıfırdan başlamanın benim için büyük bir heyecan vesilesi olduğu kanaatine vardım. Kaybedecek hiçbir şeyi olmayan insanın valizini alıp İsveç'e gitmesi için sıfırdan başlaması lazım. Yoksa burada babamın yanında bir tüccar olacaktım.
Babanız, Cumhuriyet'in ilk yıllarında çok aktif rol almış...
Atatürk'ün hayranı, onu görmek için Cuma günleri Çubuk Barajı'na gider. Çünkü kendisi Ankaralıydı. O zamanlar Cuma günleri tatildi. Sırf Atatürk'ü görmek, onunla 1-2 saat aynı ortamı paylaşmak için dediğim baraja giderdi. Sonra Halk Parti üyesi oldu. Sonra partizan oldu. Sonra partinin Şişli Halk Evi gençlerine meccanen (bedava) Fransızca dersleri verirdi. İdealist bir adamdı, devletin tokadını yiyince bir daha kendine gelemedi. Bir sene Erzurum Aşkale'de kaldı. Döndüğünde saçları bembeyazdı, onu tanıyamadım. Çok ihtiyarlamıştı. 41 yaşında ihtiyardı. Devletine küstü ve bir daha kendine gelemedi. Bu onun felaketiydi, ama benim başlangıcıydı. Ben durumu kendi lehime çevirdim, 'Ne mutlu bana ki sıfırdan başladım' dedim hep kendi kendime.
O gün yapılanlar bir hataydı. Devletin özür dilemesini beklediniz mi hiç?
Bir ara bunun özürle halledilebileceğini düşündüm. Yani birileri çıkıp o günün devletinin hata yaptı diyebilirdi. Kimse de kalkıp tazminat istemeyecekti. Bunu devlet yapabilirdi. Ama nedense devlet katında bu anlayış yok. Ben şuna inanırım: Bir insan hata yapabilir ve hatasını kabul ederek özür dilemesi onu yüceltir. Ama Ankara yönetimi hiçbir zaman buna inanmadı, bunu anlamadı. Hâlbuki ben derdim ki, bu gibi geçmişte kalmış hatalar ve ya olumsuzluklar devlet nezdinde özür dilenir ve özür dileyen devlet de olsa yücelir. Saygınlığı artar. Yapılan hataların inkâr edilmesinin yanlış olduğunu her zaman söylerim. Hala bugün yönetim geçmişin hatalarını ört bas etmek, unutturmak için elinden geleni yapıyor ve ben bunu anlamıyorum. Neden?
Kürt meselesi ile ilgili Sayın Cumhurbaşkanı ve Sayın Başbakan 'iyi şeyler olacak' diyorlar. Bu konuda çözüme yaklaştığımıza inanıyor musunuz?
Hızlı bir değişim olduğunu görüyorum ve bundan mutluluk duyuyorum. Bundan önceki çabalarımızın ne kadar önemli olduğunu daha iyi anlıyorum. Çünkü 25 yıl önce Diyarbakır'a gittim. TESEV olarak Güney Doğu'nun kalkınması ile ilgili bir seminer yaptık. Orada Diyarbakır'ın varoşlarını dolaştım, çaresiz, yılgın insanlarıyla bir araya geldim, onlarla iletişim kurmaya çalıştım. Bugün atılan adımlar doğru yolda olduğumuzu gösteriyor. Bugün Doğu'ya çare bulma yoluna çok yaklaşıyoruz, aynı zamanda Güney Doğu'ya, Kuzey Irak'taki Kürdistan'ı da içine alacak bir yol izlemek lazım. Bölünme korkusu yaşamamak lazım. Çünkü bu korkuyu yaşayacak hiçbir sebep yok. Böyle bir korkunun yaşanması hüzün verici. Bu kadar kuvvetli ordusu olan bir ülkenin böyle bir korkuyu yaşaması biraz utanç verici. Her halde gerilimi sürekli ayakta tutarak bu gerilimden istifade etmeyi düşünen odakların olma ihtimalini yüksek görüyorum.
G.Doğu'da kuyular kazılıyor. Çıkan kemikler var. Tutuklanan muvazzaf askerler var bu çerçevede.
Çok faydalı olduğunu düşünüyorum, gerçeklerin ortaya çıkarılmasında bu adımları çok olumlu buluyorum. Çünkü geçmişte hatalar yapılmışsa ve bu hatalar ortaya çıkararak ileride aynı hataların tekrarlanmaması yolunda tedbirler alınıyorsa bu sadece Türkiye'nin çıkarına uygundur. Ülkenin demokratikleşmesi, kendi içerisinde barışı geliştirmesi yolunda önemli adımlardır.
Kendinizi, 'Demokrasinin amigosu' olarak tanımlıyorsunuz?
Biraz öyle. Demokrasiye inanmış, faydalarını bilen, demokratik bir İsveç'i yaşamış, liberal sosyal demokrasiyi destekleyen biriyim.
Sanki tribünlerde 'amigo'nun tezahüratlarına eşlik edenlerin sayısı artıyor mu?
Bence çok artıyor ve bu yolda çabalayan insanların çevresi tarafından saygın insan olarak görüldüğüne inanıyorum ve benim şahsi saygınlığıma bu da katkıda bulunuyor diye bir inancım var.
1960'larda fabrikada duvarları boyamışsınız, hatta kafeterya açmışsınız. Sonra polis basmış.
Komünist dediler. Sendikanın ihbar ettiği sonradan ortaya çıktı. Sendika başkanı sonra bir gün bunu bana itiraf etti. 'Ben sizi ihbar ettim' dedi. Nedenini sordum, 'İşçileri o kadar memnun ediyorsunuz ki bize iş kalmıyor.' dedi. Bunu bana açık söyleyebileceğini ifade ettim. Sendikacılığa inandığımı söyledim. Sendikacılık da çok değişti. Bugün sendikacılık bir yerde zayıfladı fakat diğer taraftan da akıllandı. O günkü sendikacılık kavga platformu arayan bir faaliyetti. O da o günün felsefesinden kaynaklanıyordu; ille de sermaye ile emek kavga halinde olmalılar diye bir inanç vardı. Ama zamanla bunun yanlış olduğunu anlattım, hatta bu hususta yazılarım da var; 'Sermaye ile emek el ele verince her iki taraf zenginleşiyor.' dedim.
Türkiye'ye çok zaman kaybettirdi bu kavga...
50-60'lı yıllar hep bununla geçti.
68 kuşağını nereye koyuyorsunuz bu anlamda?
68 kuşağı kırılma noktasıydı ve olmalıydı. Avrupa'da da bu yaşandı. Bu noktadan sonra akıllanma devresine girdik.
Peki, kriz döneminde Marks'a atıfta bulunarak ilginç bir çıkış yaptınız. Alaton Marksist mi?
Evet, ben kendim kaç kere Marxist liberal olduğumu ifade ettim. Daha doğrusu liberal Marxistim. Neden? Yalnız bir farkımız var, Marx üretim araçlarının yarı tarif edilmemiş bir kitlenin elinde olmasını, sermayedarın elinde olmamasını söylüyor. Devletin elinde oldu işte. Rusya örneğinde gördük. Olmadı işte, korkunç yolsuz ve hesap verme lüzumu duymayan ve kendi içinde çürümüş yönetimdi. Sovyetler'in yıkılmasının ana sebebi de baştaki güruhun kendi içindeki çürüklüğü oldu. Kendi içinde çöktü.
Siz konuştukça gruptan yöneticiler bunları konuşmasaydınız gibi tepkiler alıyor musunuz?
Aslında bunu yaşıyorum, şirket kurulduğundan beri yaşıyorum. Çünkü bir tarafta fazla konuşmaması gereken bir şirket yönetimi var, diğer tarafta fikirlerini açıkça söyleyen yönetim kurulu başkanı koltuğunda bir adam var. Bu kendi içinde korkunç bir çelişki ve bu çelişkiyi hayatım boyunca halledemedim. Tabii, önemli bir şey yaşadım; bir kitapta okumuştum, 2000 yıl önce yaşamış bir filozof var Seneca diye. Seneca diyor ki, 'Bir toplum içinde toplumun faydası yolunda fikir üretebilen insan bu fikrini açıklamıyorsa bu insan ya tembeldir, ya bencildir ya da korkaktır. Bir toplumun içinde saygın olmak isteyen insan, fikirlerini açıkça ortaya koyabilme cesaretine sahip olmalıdır.' Ben de hep buna inandım. Eğer fikrim varsa ve toplumun çıkarı doğrultusunda ise o zaman bu fikri şahsen zarar görsem de söylemem lazım. Bu sorumluluğu ben her zaman duydum ve çoğu zaman bu fikir söyleme olayı şirketimin lehine olmadı, şirketimin aleyhine olan birçok olay yaşadım. Bunu her zaman yaşamaya devam ediyorum.
Türkiye'deki laik-anti laik, Sünni-alevi ayrımları için ne düşünüyorsunuz?
Hepsi hızlı bir şekilde törpüleniyor, yumuşuyor. Şimdiye kadar bu ayrımların faydasına inanmış bir sistemde yaşadık. Ancak bunun zamanının geçtiğine insanlar farkına vardı. Bunu törpülemek için köprüler kurmaya başladılar. Her zaman söylerim: Duvar inşa etmektense köprüler kuralım. Duvarları yıkalım.
DEMOKRATİK BİR ÜLKEDE BAŞÖRTÜSÜNE KARIŞAMAZSIN
Türkiye'de bir çok yasak var, bunlardan biri de baş örtüsü yasağı. Siz bu yasağı nasıl izah ediyorsunuz?
Bu yasaklardan biri sadece. Artık gittikçe marjinalleşen, önemi azalan ve bir gün öneminin tamamen ortadan kalkacak bir olay olarak görüyorum. Demokrasinin gereğidir. İnsanların istedikleri gibi yaşama hakları vardır. Kılık kıyafet de bu yaşama hakkına girer. Buna karıştığın zaman demokratikleşmeden uzaklaşıyorsun. Başörtüsü konusunda da müdahale hakkın yok.
Taraf gazetesinin varlığını önemsediğinizi söylüyorsunuz...
Her zaman söyledim ve buna devam da ediyorum. Yabancı dostlarım beni ziyaret ettikleri zaman, fırsat buldukça Taraf gazetesinin Türkiye'ye çok önemli hizmette bulunmakta olduğunu açık bir şekilde ifade ediyorum. Türkiye'nin demokratikleşmesi, şeffaf ve saygın bir ülke olma yolundaki arayışına Taraf önemli katkı sağlıyor.
Mali açıdan sıkıntı yaşadılar.
Onu hallettiler. Hallettiklerini büyük bir mutluluk içerisinde duydum. Ben değil, başka iş adamları gazetenin maddi imkânlarını desteklediklerini bana ifade ettiler. Özellikle memnun oldum. İlan bakımından da çok büyük bir sıkıntı çekmediklerini söyleyebiliriz. İlan veren bir grup olmadığımız için bir yaklaşımımız olmadı. Biz sadece Alarko Carrier'in kedili reklamını veriyoruz.
İlan verirken ayırım yapar mısınız şu kanala versek ve ya şuna vermesek diye?
Bir defa benim bir rolüm yok. Çünkü 15 seneden beri fiili olarak yönetimden çekilmişim. Ama Holdingin hiçbir şirketin hiçbir kararında etkili değilim. Holding'in YKB sıfatını taşımaktan öte bir sorumluluğum da yok, yetkim de yok. Çünkü 17 yıl önce bir makale yayımladım bizim kurum içi gazetede. Başlığı da 'Lüzumsuz olabilmek'ti. Böyle deyişimin gerisinde günlük sorunlardan ayrılmak isteyişim vardı. Yani, yönetimin günlük sorumlulukları benim için önemli olmaktan çıktı, çünkü 'Yerime benden daha iyi görev yapan profesyoneller şirkette yetişti' dedim. Bu profesyonellere gözü kapalı inandığımı ifade ettim. Onların kararlarına saygı duyuyorum, onlara destek vermek benim için yeterli oluyor. Karar alma mekanizması içinde bulunmak istemediğimi ifade eden yazı yazdım. Bunun faydalarını dile getirdim; yani insan bir yaşa gelince yerini gençlere devretmeli ve kendisi 'akil insan' rolünde biraz geride kalmanın mutluluğunu yaşamalı. Ben bugün o mutluluğu yaşıyorum.
Bir pişmanlık yok, değil mi?
Katiyen. En ufak bir pişmanlığım olmadığı gibi kararımın benim hayatıma büyük katkısı olduğuna inanıyorum. Bunun bir neticesi olarak da kalan zamanımı toplumun arayışlarına yön vermede kullanıyorum. Böyle olmasaydı, TESEV'e vakit ayıramayacaktım, ATV'yi kuramayacaktım. Gelen yabancı misafirleri hüsnü kabul buyurup gereken mesajları veremeyecektim ve ya onları tatmin edecek platformlar bulamayacaktım. Hâlbuki bugün bütün bunları yapabiliyorum. Hem vaktim var, hem de bu mesajları verebilmek için bir birikime de devamlı sahip oluyorum. Yeni şeyler öğreniyorum ve yaşıyorum, çok okuyorum, çok şey hazmediyorum, çok şey üretiyorum.
Bugünler ne okuyorsunuz?
George Friedman'ın 'Yüzyıl sonra dünya nasıl olacak?' adlı kitabını okuyorum.
Friedman için çok fütürist olmuş dediler.
Fütürist de denilebilir.
Türkiye'yi yeni dünyada merkeze yerleştirdiğini görüyoruz. Katılıyor musunuz?
Bunu ancak gelecek gösterir. Bugünden söylemek mümkün değil. Ama enteresan fikirleri var. Friedman, gelecek yüzyılı tahayyül ederken Türkiye'ye çok önemli bir rol biçiyor. Türkiye'yi dünyanın ilk 10 kuvveti içinde olacak ülke olarak görüyor. Muhtemelen haklı. Türkiye zaten şu anda 16. 10. olmamak için de hiçbir sebep yok. Jeopolitik konumu itibarıyla çok önemli bir ülke. Orta Doğu'ya hâkim ve orayla Avrupa arasında köprü. Bunun yanında Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra ortaya çıkan birçok ülkeye ağabey. Tüm bunlara baktığınızda lider bir Türkiye görüyorsunuz ve gurur duyuyorsunuz. Böyle bir Türkiye gurur verici. Yeter ki, yönetim biraz daha saygın olsun. Yönetimin saygınlığa önem vermeyişi kötü. Saygınlık arayışında eskisiyle hesaplaşma çok önemli bir yer tutuyor. Yönetimin eskiden kalma hataları gözden geçirmesi, analiz etmesi, onlardan ders alması ve gerektiğinde de özür dilemesi ve özür dileyerek de saygınlığını artırması çok önemli.
Ermenistan'la şu andaki ilişkiler?
Bu da aynı söylediklerimin içinde yer alıyor.
Doğru adımlar mı atılıyor?
Muhakkak ki doğru adımlar atılıyor. Gecikmiş adımlar olarak görüyorum, 30 yıl önce atılması gereken adımlardır. Bu adımlar eğer atılabilmiş olsaydı, 40 bin kişi Yukarı Karabağ'da ölmezdi. Benim inancım budur ki, eğer Türkiye ağırlığını koyup da bir çare bulmuş olsaydı kangren olmuş olaya, Karabağ Savaşı yaşanmayacaktı ve o kadar insan da ölmeyecekti. O savaş bir ezikliğin oluşturduğu olaydır. Yukarı Karabağ savaşını başlatan, Ermenistan'ın içindeki eziklik hissinin dışa vurumudur. Başka bir şey değildir. Çaresiz, her taraftan kuşatılmış bir yönetim köşeye sıkışmış bir kedi gibi. Olmayacak bir yere saldırdı ve bir savaş çıkardı. Hâlbuki Türkiye, Ermenistan ile dostluğu geliştirseydi, böyle bir savaşa girmeye bir sebep yoktu.
Tarihi geriye sarma imkânına sahip olsaydık, Y. Karabağ savaşının çok gereksiz bir kan dökümünden başka bir şey olmadığını görürdük.
Türkiye, sanki çözümde katalizatör rolü üsteleniyor gibi duruyor?
Üsteleniyor ama gecikti. 30 sene önce bunu yapabilirdi. 70-80'li yıllarda buna önayak olabilirdik, dostluğumuzu gösterebilirdik ve savaşa gerek kalmazdı.
Obama, 24 Nisanda soykırım kelimesi kullanmadı...
Buna gerek yok; her yıl aynı endişeyi yaşamak, acaba ABD Başkanı bu kötü kelimeyi kullanacak mı kullanmayacağını, 'soykırım' diyecek mi demeyecek mi? Yüreği ağzında bir ülke olarak yaşamak açık söyleyeyim size, bana utanç veriyor. Utanıyorum resmen. Her yıl 24 Nisanda aynı endişeyi yaşamak beni üzüyor. Buna gerek yok. Ayıp ediyoruz kendimize. Farz edelim ki söyledi, ne olacak? Biz insan olalım, biz kendi tarihimizle tanışalım, bilelim ve gerekirse de özür dileriz. Bundan gocunmuyorum. Geçmişte olan bir olayın özrünü dileyerek saygınlık kazanmak, yücelmek bana bir şans gibi geliyor. Biz bu yücelme ve saygınlık kazanma şansını yitiriyoruz ve geride bırakıyoruz.
İSRAİL'İN DE HATALARI VAR
2005'te Filistin'de Mahmud Abbas seçimi kazanınca Orta Doğu barışıyla ilgili ümitli olduğunuzu belirtmiştiniz ve İsrail'in Gazze şeridinden çekilirken konutları yıkmamasını istemiştiniz. Ancak geçen yıl Gazze'de daha trajik saldırılar oldu. Barış olmadı. Olup bitende İsrail'in hataları yok mu?
Bütün ülkeler gibi İsrail'in de hataları var. Hele bugün yeni yönetim daha çok hata yapma potansiyeline sahip, çünkü daha az anlayışlı. Bundan önceki yönetim daha çok anlayışlı ve barış taraftarıydı. Şimdiki yönetim tam tersi. Bu da endişe ve umutsuzluk kaynağı, başka bir şey değil. Bugünkü dünyanın gidişatında kaybedilmiş şansların sıkıntısını çeken insanlardan birisi de benim.
Saldırılarda masum çocuklar, kadınlar öldürüldü. Üzülüyor musunuz?
Çok üzülüyorum. Çünkü bazı fırsatlar kaçırıldı. Barışa çok yakın olduğumuz zamanlar oldu. Nedense yakalayamadık. Barış güvercinini nedense yaşatamadık.
İSRAİL VE FİLİSTİN'DE ANNELER İŞ BAŞINA GEÇSE KRİZ BİTER
Gazze'de çocuklar, kadınlar İsrail bombalarına hedef oldu. Masum insanlar öldü. Bir insan olarak sizin düşünceniz. Ne düşündünüz, tepkiniz neydi?
Çok üzüntü verici olayların yaşandığını düşündüm. Her iki tarafta da insan hayatına önem verilmeyişi büyük bir utanç benim için. Hele masum insanların ölüme açık olmaları, ölüm tehlikesiyle yaşamaları ve ölmeleri utanç verici bir olay. İsrail ve Filistin'de anneleri yönetime getirsek bu kriz 1 günde çözülür.Hep buna inandım. Bir an için düşünün her iki tarafın yönetimleri sırf kadınlardan meydana gelmiş. Hiç erkek yok. Barış o gün yakalanırdı. Kadınların egemen olduğu toplumlar savaşa uzak kalır. Çünkü kadınlar çocukları düşünürler ve savaşmazlar. Erkekler çocuklarını düşünmüyor. Erkekler hep saldırgan oluyorlar. Erkek egemen olduğu toplumlarda saldırganlık yüksek oluyor. Bizim toplum da öyledir.
Saldırılar sırasında Türkiye'de gözler Yahudi cemaatine yöneliyor. Sizin de pozisyonunuzu anlıyoruz. Siz neler yaşadınız?
Üzülmekten daha fazla bir şey yapamıyorsun ve şunu ifade ediyorsun: 'Ora başka, bura başka.' Öncelikle ben Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım ve çok sonra sizler gibi Müslüman değilim. Bizi birleştiren aynı Cumhuriyetin vatandaşı olmak. Aynı hukuka ve şartlara sahibiz. Bazıları Müslüman doğdu, bazıları doğmadı; bu doğmayanın suçu değil ki. Allah sizleri çok sevdi ve sizlere iki hediye verdi. Birincisi, hayatı verdi, ikincisi de kutsal kitap Kur'an-ı Kerim'i verdi. Ama aynı Allah beni dünyaya gönderirken bana bir tek hediye vermekle yetindi; size verdiği gibi hayatı verdi, ama kutsal kitabı elime vermedi. Bu onun seçimiydi. Eğer sen o Allah'a inanıyorsan, o buna karar verdi, dedi: 'Sana iki hediye veriyorum; ama sana, İshak Alaton, hayatı veriyorum ama kitabı vermiyorum.' O'nun kararını sorgulamaya teşebbüs edersen sen Müslümanlıktan çıkarsın. Neden? Çünkü Allah'ın kararını sorgulama cesaretine sahip olmuşsun. O zaman sen artık Müslüman değilsin. Müslüman olmak için beni farklı insan olmama saygı duyacaksın. Buradan başlayacaksın.
Sayın Başbakan'ın Davos'ta Şimon Peres'le yaşadığı sahneyi izleyebildiniz mi? İlk yorumunuz ne olmuştu?
Moderatör denilen ABD'li gazetecinin bir yanlışı oldu. Bir Başbakan'ın omzuna laubali şekilde vurulmaz. Bunun mantığı yok. Mantık bana diyor ki, bu böyle olmamalı. Yemeğe 20 dakika geç gittiler. Ne fark eder ki? Bir Başbakanı zıvanadan çıkarıp öfkeyle ayağa kaldırmanın bir mantığı yok.
Sayın Başbakanın tavrı doğru muydu?
'Diplomatik değildir' diyenlerin yanında o da bir insan, o da öfkesine yenildi ve ifade etti. Bunu sorgulamak ve ya mahkûm etmek de doğru olmayabilir.
Alaton, fırsat buldukça holdingin bahçesindeki çiçeklerle de ilgileniyor.
BANA GELEN YABANCILARA GÜLEN'İN 'GİZLİ AJANDASI HİÇ OLMADI' DEDİM
Fethullah Gülen hareketi ile ilgili dışarıdan bir değerlendirme yapsanız, neler söylersiniz?
Bu hususta çok belirgin fikirlerim var, bunları çok defa ifade ettim ve etmeye de devam ediyorum. Fikirlerim şöyle: Fethullah Gülen Hocaefendi'yi eğitime önem veren, çağdaş eğitimin gelişmesine kendini adamış bir insan, bir aydın olarak tanıyorum. Bir ikinci yönü de dinler arası diyaloga çok önem veren ve bunun önemine inanarak katkılarda bulunan bir insan olarak tanıyorum. Çünkü ABD'ye gitmeden öncesin hatırlıyorum; İstanbul Spor ve Sergi Salonu'nda toplantılar yapılırdı. Salon hınca hınç dolup taşardı. 3-4 bin kişi toplanırdı. Solunda Musevi Cemaati'nin baş hahamı, sağında da Ermeni Rum Cemaati'nin başkanı Patrik Bartholomeos veya Patrik Mutafyan salona girerlerdi üçü birden. Üç ayrı dinin mensupları olarak gelirlerdi. Salondan müthiş alkış kopardı. Alkış dinler arası dostluk, yakınlık ve kardeşliğe verilirdi. Fethullah Gülen'in oluşturduğu bu imajı toplumun desteklediği neticesine varırdı insan. Ben de bunu yaşadım. Bu toplantılarda ben de bulundum ve çok önemli olduğu kanaatine vardım. Benim nazarımda müspet katkılarda bulunan bir insan olarak tanıdım. Bunun dışında birçok ithamla karşılaştığını biliyorum, bence bunlar çok kolaylıkla üstesinden gelinecek şeyler. Gizli bir ajandası olduğuna hiçbir zaman inanmadım. Bunu da her zaman ifade ettim. Yabancılar gelip sordular, ben de: Böyle bir ajandanın hem olmadığına, hem de böyle bir fikrin geçersiz olduğuna inandığımı ifade ettim.
Peki, Türk okullarını nasıl görüyorsunuz?
Biz de destekledik. Bir kere Moskova'daki okulun arazisini biz temin ettik. 20 sene önce Moskova'da okul açılacağı zaman, bizim belediyeyle ortaklığımız vardı-hala da var Mosalarko diye bir ortaklığımız- o ortaklık sayesinde belediyeden gereken arazinin tahsisini aldık ve onu bu okulun inşası için tahsis ettirdik. Sonra inşaatı oldu, açıldıktan sonra kendim bizzat okulu ziyaret ettim.
Çocukları nasıl bulmuştunuz?
Liberal bir eğitim sistemi. Rusça, İngilizce ve Türkçe eğitim alıyorlar. Her milletten çocuklar vardı; Ruslar, Türkler, Japonlar, yabancılar, siyahlar vardı. Siyahi büyükelçilerin çocukları o okulda okuyordu.
Bu okulların dünyanın geleceğinde nasıl bir rolü olacak?
Ben bu okulların dünya barışına büyük katkıları olduğuna candan inanıyorum. Afrika'da da aynısını gördüm. Güney Afrika'da, Cape Town'da okulu ziyaret ettim. Afrika'nın uç kasabalarından gelip de Türkçe şarkı ve şiirler söyleyen çocukları fiilen izledim.
Bizim dilimizi konuşan farklı milletlere mensup çocukları, gençleri görünce ne hissediyorsunuz?
Her zaman büyük heyecan duyarım. Bu kültürü yurt dışına taşımanın çok önemli bir yan tesiri olduğunu düşünüyorum, çünkü oraya barış seven ve barışı arayan bir Türkiye imajı verdiğimizi düşünüyorum. Bunun Türkiye için çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bu okullar barış mesajı veren kültür elçilerimizdir.
O günlerde destek verdiniz, şimdi ne düşünüyorsunuz? Fikrinizde bir değişiklik oldu mu?
Fikrimi değiştirecek bir olay yaşamış değilim. Yalnız bu hareketin aleyhinde çok şeyler söylendiğini her gün duyuyorum, ama hiç önemsemiyorum. Çünkü bu önyargılar hiçbir şeye dayanmıyor. Ben diyorum ki ben ne biliyorsam ona inanmam lazım. Benim gördüğüm benim için önemli. Bana söylenen benim için önemli olamaz. Onun için bana menfi mesajlarla gelen insanlara diyorum ki, 'benim fikrim farklı. Bu hareketin müspet yönünü gördüm ve yaşadım. Yaşadığım olaylara dayanarak senin dediğin gibi menfi olmadığını düşünüyorum' ve konuşmamız orada bitiyor.
Hocaefendi, aleyhine açılan davadan da Yargıtay onayı ile beraat etti.
İşin hukuksal yönünü bir tarafa bırakıyorum. Beni insancıl tarafı ilgilendiriyor. Diyorum ki, eğer Türkiye'nin lehine, imajına, barışsever yönünü dünyaya götüren bir hareket ise 'Ne mutlu bizlere!' diyorum ve orada duruyorum. Gülen hareketinin bir sivil toplum hareketi olduğuna ve bunun için de faydalı olduğuna inanıyorum.
Alaton, "Çocuklar doğduğunda Üzeyir Bey ile holdingi halka açık hale getirmeye karar verdik." diyor.
ÜZEYİR BEY'İN ÖLDÜĞÜNÜ İKİ-ÜÇ YIL SONRA KABULLENEBİLDİM
Üzeyir Garih Bey'le kardeşin ötesinde bir ilişkiniz vardı. Onu özlüyor musunuz?
İlk yıllarda ölümünü kabullenmemiştim onun ölümünü. 'Bu adam bu kadar basit bir şekilde ölemez' diye kendimi şartlandırdım. Ölümünü kabullenmedim ve uzun bir zaman sanki varmış gibi davrandım. Hayata devam ediyormuş gibi bir tavır aldım. Aslında bilinçli bir tavırdı, kabullenmeme tavrı. Felsefi bir yaklaşım bu. Zamanla törpülenmeye başladı.
Kaç sene sonra gerçeği kabul ettiniz?
Çok tedrici oldu. 2-3 yıl sonra ancak kabul edebildim.
Bir süre toplum içine de çıkmadınız...
Tabii, biraz da çocukların isteğiydi. Dediler ki, 'Biri gitti, öbürü kendine dikkat etsin.' Onun için fazla ortalıkta görünmememi istediler. Ben de görünmedim. Medyaya çıkmadım. Aradan epey bir zaman geçti. Ama insan tabii hayattan kopmuyor, yaşamaya devam ediyor. Dedim biz de, yaşama devam etmekte olduğumuzu bilmelerinin faydalı olduğunu düşündüm. Diyorum ki, Üzeyir Bey olsun, ben olayım, zaten şirkette çok önemli pozisyonlarda değildik. Sıfat olarak belki üst düzeyiz, ama icraatta ne Üzeyir Bey, ne ben vardım. İcraatta olmamanın faydaları bu zamanda ortaya çıkıyor. Çünkü iş eskisi gibi devam ediyor. Çünkü profesyonel gençler şirketi yönetme becerisine erişmişler.
Çocukların anlaşmama durumu oluyor mu?
Çocukların anlaşmama ihtimali yok, çünkü öyle bir ortaklık ki, isteyen istediği zaman ayrılır. Kimse de ayrılmak istemiyor. Ayrılmak isteyen de hisselerini satıp çıkar. Çünkü şirketin yönetimi profesyonellerin elinde. Yani hissedarların yönettiği şirket olmaktan çıktı. Bunun mutluluğunu yaşıyoruz.
Yer: İstanbul, Tarih: 1994 . İshak Alaton kızı Leyla ve oğlu Vedat Alaton ile...
ÇOCUKLAR DOĞUNCA ŞİRKETİ HALKA AÇTIK
Bu ana kadar nasıl getirdiniz? Çünkü bizde kardeş kardeşle anlaşamaz.
Biz bunu daha çocuklar doğmadan farkında olduk. Hem holdingleştik hem de holdingi halka aştık ve böylece hesap verme mecburiyetini kendi içimizde özümsedik. Dedik ki, biz hesap veren şirketiz. Daha çocuklar yeni doğmuşlardı, biz hesap veriyorduk.
Size atfedilen bir manşet vardı Üzeyir Garih'in ölümünden sonra Milliyet'te. Dul kadın hikâyesinden bahsediliyordu. Doğru muydu bu bilgiler?
Çok garip ve hasta bir adam vardı Milliyet'te. O gazetenin baş sayfasını yapan bir hasta insandı. Adı Tuncay'dı. Attığı manşetler tamamen hayal mahsulüydü ve her gün yeni bir manşet atıyordu. 20 gün boyunca bu durmadı. Üzeyir Bey'in ölümünden birkaç gün sonra başladı ve 1 ay boyunca bu devam etti. Neden olduğunu hiçbir zaman anlamadım ama bir tek neticeye vardım: 'Bu adam hasta olmalı.'
Hukuki girişimde bulunmadınız mı?
Hayır, çünkü düşündüm ki, gazetenin sahipleri buna yön vermeli.
Aydın Doğan'la görüşmeyi düşünmediniz mi?
Hayır. O zamanlar zaten şok altındaydık, ayrıca bir kavga başlatmanın yanlış olacağını düşündüm. Ne Aydın Bey'le ne de başka biriyle bu haberler için muhatap oldum. Kendi içimizde karar verdik, 'Hiç bir taarruzda bulunmayacak, hiçbir mecraya demeç vermeyeceğiz.' diye. Bütün yazılanlar hayal mahsulüydü. Yani, kendilerinin pişirip kendilerinin yemeye kalkıştığı hiçbir gerçeğe dayanmayan şeylerdi.
Bu cinayetten mahkum olan Yener Yermez'in mektubu gündeme geldi. 'Cinayeti benim üstüme yıktılar' diyordu. Ergenekon savcısından size bir telefon geldi mi?
Hayır, gerek de görmedi. Tamamen tutarsız olduğu için savcılık hiçbir şekilde önem vermedi ve her hangi bir ilave bilgi de talep etmedi. Yalnız cinayetten sonra Eyüp Savcısı bana iki defa gelmişti. Olayın cereyan ediş şeklini anlattı. "Katilin Yener Yenmez olduğuna hiç şüphemiz yok, çünkü bıçağı gizlediği yeri kendisi gösterdi. Olayı nasıl işlediğini anlattı. Bizim de hiçbir şüphemiz olmadığı için dosyayı kapattık." dedi. Biz de o zaman üzerinde durmadık. "Hakikat neyse odur." dedik. Daha sonra hayal ürünleri üretildi, iş çığırından çıktı. Muhayyel, yeni komplolar, ithamlar başladı. Tüm bunlara kulak dahi vermedik. Bütün bunlar artık söndü.
Ergenekon'un suikast listesinde sizin de adınız geçiyordu?
Listede çok isim vardı, ben de vardım. Ama çok da önemsemedim. İnsan karakterinin menfi yönü. Başka işi olmayan insanların uğraştığı gariplikler, psikiyatrik olay olarak görüyorum. Yoksa mantığımla buna yaklaşmıyorum. Mantığım bana diyor ki bunlarla uğraşma.
CEP TELEFONUM 10, EN YENİ ARABAM 20 SENELİK
Emekliye ayrılmayacak mısınız?
Ben 17 senedir zaten emekliyim. Gerçek emekli olmayı ben yanlış kabul ediyorum, çünkü insan enerjisi olduğu müddetçe son güne kadar çalışır. Ben de çalışıyorum. Ama neye çalışıyorum: Toplumun aydınlanmasının önemli olduğuna kanaat getirdim daha genç yaşımda. Daha İsveç'teyken, toplumun aydınlanması gerektiğine kanaat getirdim. 'Toplum mutlu olacaksa bilgi ve eğitimle bu olur.' diye düşündüm.
Tatil yapar mısınız?
Her gün benim tatil. Buraya gelmek ve boğazı seyretmek benim için tatil. Özel tatil için ise güneye, Antalya'ya, Fethiye'ye gidiyorum.
Teknoloji ile aranız nasıl?
Çok iyi, hep kullanıyorum. Cep telefonuna çok soğuk bakıyorum. Aramak istediğimde açarım sonra yine kapatırım. 10 sene önce aldığım telefon. Markası Nokia'dır. İlk modellerden. Numaramı bile bilmiyorum, biri sorsa söyleyemem.
İnternet...
İnterneti çok sık kullanırım, birisi mail atsa hemen dönüyorum. Devamlı kullanırım. Mesela sizinle görüşürken son 2 saatte 16 posta gelmiş. Hemen okur ve hemen de cevap veriyorum.
Asistanınız yapsa bunları?
O zaman bana ne gerek var. Asistanım gereken işleri yapıyor ve bana geçiyor. Ben göndermeden görmek istiyorum. Mesela, yeni Güney Afrika Cumhurbaşkanı seçilen Jacob Zuma'dan posta var ve enteresandır, Zuma 4 sene önce İstanbul'a geldi. Beraber yemek yedik. Çok enteresan bir adam. Bir dostluğumuz oluştu. Şimdi de Cumhurbaşkanı oldu. Zaten 13 senedir Güney Afrika Başkonsolosluğu görevini yürütüyorum.
İstanbul'a gelenler mutlaka size uğrarmış...
Öyle diyorlar, önce Ayasofya, ardından Kapalı Çarşı, sonra İshak Alaton.
İŞTE ALATON'UN SAĞLIKLI BESLENME REÇETESİ
Formunuzu nasıl koruyorsunuz? Özel bir diyetiniz var mı?
Organik ürünler yiyorum. Sabah kahvaltısında keçi peyniri yerim. Bol meyve yiyorum. Kavun karpuz çok muhteşem, Türkiye'nin zenginliği bana göre. Sebzeler; pazı, ıspanak, domates. Sarı domatese özellikle meraklıyım. Hormonlu yemiyorum, bir bahçem var, orada koyun gübresiyle yetiştiriyorum.
Yasakladıklarınız yiyecekler var mı?
Kırmızı et katiyetle yemiyorum. Beyaz et nadiren. Balık bol yerim. Somon, levrek, çipura. En güzel balıklardan birisi Fener. Muhteşem bir balık, bir çorbası oluyor, müthiş bir şey. Fener balığının eti diğer balıklara göre daha sert. Böyle olunca da daha fazla tat bırakıyor.
Bitki çay içiyor musunuz?
Normal siyah çay. Çin'den geleni tercih ediyorum, çünkü bizimkisi biraz acı oluyor.
Kola?
Katiyetle hayır. Evde hiç kola yok. Ben de hiçbir zaman içmiyorum, hiç içmedim de. Kola kötü bir içecek.
Sigara?
Hiç. Bir cumartesi günü öğleden sonra bir pipo içtim, zehirlendim ve o yetti. Zehirlendim, nikotin şoku yaşadım. Doktor geldi. Ondan sonra vücudum garipleşti. Sigara dumanı olan yerde terlemeye başlıyorum. Panik oluyorum, dışarı çıkmak istiyorum. İyi oluyor, dışarı çıkmanın yolunu buluyorum. Hiç o odada bulunmuyorum.
Yürüyüş yapıyor musunuz?
Bol. Bahçede.
Müzik olarak ne dinlersiniz?
Klasik müzik. Mozart, Çaykovski. Mozart'ın 32 piyano konçertosu. Beethoven de muhteşem.
Türk müziği dinler misiniz?
Babam dinlerdi. Türk Müziği'ne hayrandı.
Sinema?
DVD'ler geliyor. Öyle seyrediyorum. En son Fransız filmi '400 Darbe'yi izledim.
Tiyatroya ne zaman gittiniz?
Eskiden Yıldız Kenter'i seyrederdim. Gülriz Sururi'yi çok severdim.
Spor yaptınız mı?
Geçen seneye kadar tenis oynardım. Hatta beni bir dergiye kapak da yaptılar. 40 yaşında başladım, 80 yaşıma kadar tenis oynadım. Çok severdim. Geçen sene platin taktırdım, doktorlar oynamayı yasakladı.
Hangi takımı tutuyorsunuz?
Ben hiç bir takım tutmuyorum. Aslında, futbolu sevmiyorum. Hayatım boyunca maça gitmedim. TV'de rastlarsam hemen zaplıyor, atlıyorum. Sebebi, futbol insanları saldırgan yapıyor. Geçen gün İsveç'te maç sonra federasyon başkanını sokakta dövdüler. Utanç verici.
|