Çocuklarının itirazına rağmen hala otomobilini kendi kullanıyor. Hiçbir dans fırsatını kaçırmıyor. Bugünlerde sevdiği 10 şairin hayatını kaleme aldığı kitaba konsantre. Üç saatlik röportajda 90 yılının tüm ayrıntılarını tarihleriyle anlatmakla kalmıyor; “Ezbere 1.5 saat şiir okuyabilirim” deyiveriyor. İspat mı istiyorsunuz? Buyrun, yarım asırlık aşkıyla birlikte oturduğu Kalamış’a, İsmet İnönü ile opera izleyen, Adnan Menderes’e şikayet edilen, Yahya Kemal Beyatlı’ya kafa tutan, hesap uzmanlarının sıradışı duayeni Prof. Dr. Selahattin Tuncer’in gençlere taş çıkartan enerjisine siz de tanık olun
“Uzun mesafe şoförlüğüm var. Yalnız
İstanbul’dan
Antalya’ya değil, üç günde Londra’ya bile gittim. Aslında orada aldım ehliyetimi, sağ direksiyonlu otomobille. Doktorum teste tabi tuttu bir süre önce. Gözüm görüyor. Reflekslerim iyi. Renkleri ayırabiliyorum. Kendime güveniyorum. ‘O zaman sağdan devam et’ dedi doktor. Ailem artık istemese de, seviyorum otomobil kullanmayı ama hızı sürmem, nizami giderim.”
91 yaşındaki iktisat profesörü Selahattin Tuncer’in kapısını çaldığımızda, doğrusu Hürriyet yazarı Şükrü Kızılot’un geçen haftaki yazısındaki tarifle bire bir karşılaşacağımızı düşünmüyorduk. Henüz yarı yaşında bile olmayan ben her gün ‘unutulmayacaklar’ listesi yaparken, O, 90 yılını tarih tarih anlatıp, üstüne ezberden üç şiir patlatınca anladık doğru yere geldiğimizi...
NEUMARK HOCASI, BÜYÜKERŞEN ÖĞRENCİSİ
Hitler’den kaçan dünyaca ünlü Prof. Dr. Fritz Neumark’ın yanında yetişen, 10 yıl ders verdiği Eskişehir İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’ndeki kürsüsünü ise kendi yetiştirdiği Prof.Dr. Yılmaz Büyükerşen’e bırakan Tuncer’in fırtınalı yaşam öyküsü
Antalya Elmalı’da başlıyor. O tam ortaokuldan mezun olurken, lisesi olmayan
Antalya’ya, Cumhuriyetin 10’ncu yıl şerefine bir lise açılınca kaderi değişiyor: “Lise açılmasaydı Afyon’daki liseye gidebilir miydim bilmiyorum.” 400 kişinin girdiği Siyasal Bilgiler Okulu (şimdiki
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi) sınavını kazanan 40 kişi arasında yer alınca da hayatını şekillendiren
Ankara’nın yolunu tutuyor:
“Dans etmeyi Galatasaraylı, Saint Josephli çocuklardan öğrendim. Okulun müzik salonunda modern dansları talim ederdik. Tango, vals hepsini bilirim. Klasik müziğe de düşkünüm. Konservatuvar yeni açılmıştı. Bizim mekteple konservatuvar arası da yakın. Dört sene boyunca her cumartesi senfonik konserleri izlemeye gittim. İsmet Paşa da gelir ön sırada otururdu. Madam Butterfly operası geldi. Türkiye’de ilk kez bir opera sahnelenecek. Biletimi aldım, lacivert elbisemi giydim, gittim operaya. Maliyede memurdum o zaman.”
YAHYA KEMAL’E KAFA TUTUNCA
Maliye Vekaleti Varidat Umum Müdürlüğü’ne kendi tercihiyle girmiyor aslında:” O dönem Siyasal’da üç bölüm var. Dil bilerek gelenler diplomasiyi seçiyor. Göbekli, gösterişli, yapılı olanlar da idari şubeye geçip kaymakam oluyor. Benim daha sakalım, bıyığım çıkmamış. Sınıfın da en küçüğüyüm. Dediler ki, ‘Kaymakam olmak için kelli felli herif olacaksın, olmaz bu iş.’ Mecburen seçtim maliyeyi. Öğretmen babam üzüldü en çok. ‘Kaymakam Bey’in babası geldi’ diye itibar görmeyi istiyordu çünkü.”
Dört sene çabuk geçiyor ve o sene İkinci Dünya Savaşı patlıyor. Alman orduları
Rusya’ya girdiklerinde mezun oluyor. Daha altı aylık stajyer memurken askere alınıyor. Yedek subay oluşuyla terhisi arasında ise tam 36 ay var: “Bulgar hududu ve ardından Çatalca müstahkem mevkii.
İstanbul boşaltıldı. 1 milyon askerle Nazileri bekledik. Ne gelen oldu ne giden. Dağlarda, bayırlarda, çamurun, pisliğin içinde üç sene. Kendimi edebiyata verdim” diye anlatıyor.
Falih Rıfkı’nın ağabeyi Neşet Halil Atay’ın çıkardığı
CHP’nin edebiyat dergisi
İstanbul’a yazılar gönderiyor cepheden. Birinde, “Artık çekilince saz ve sözden/Ömrüm İçerenköy’de geçsin” diyen Yahya Kemal’e çatıyor: “Koca şair! Boğaz, Körfez, Bebek dururken, ne işin var İçerenköy’de...” Yahya Kemal
haber gönderiyor. Asker Selahattin Tuncer, dikiliyor karşısına. Orta yaşlı birini bekleyen Yahya Kemal 20’li yaşlardaki genci görünce gülümsüyor. Ayrılırken “Aziz muhibbim” diye imzaladığı bir şiirini veriyor. Nurullah Ataç “Yeni bir eleştirmen yetişiyor” diye bahsediyor kendinden. Orhan Veli, Melih Cevdet ve Oktay Rifat’ın yeni şiir akımı Garip’i desteklediği sıralarda dost oluyor Orhan Veli’yle: “Bana imzalayıp verdiği ilk şiir kitabını hala saklarım. Meğer
altın değerindeymiş. Geçenlerde bir sahaf gördü. ‘Bunu bana ver, 500 lira vereyim’ dedi.”
Ama bir o kadar hayran olduğu Oktay Rifat da aynı dönemde Zonguldak’ta asker olduğundan tanışamıyorlar bir türlü. Edebiyatla haşır neşirliği dikkat çekince bir ağabeyi, “Kendine gel, serseriliği bırak. Yarın fişlenip, içeri gireceksin. Otur derslerine çalış, müfettiş ol” sözleriyle uyarıyor. 1944 senesinde edebiyat defterini kapatıyor. Ama içindeki ateş bir türlü sönmüyor.
BAŞBAKAN MENDERES ÇAĞIRIYOR
ABD’de doktora hayali, sınavı kazandığı halde savaş tortularına takılınca O da hesap uzmanı oluyor. Doktorasını ise
İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde yapıyor. Hem de dünyaca ünlü Prof. Dr. Fritz Neumark’ın nezaretinde.
Türkiye’de
döviz kıtlığı zamanları: “Düşünün, Hilton Oteli’nin tuvalet kağıdı için Başbakan Adnan Menderes izin veriyor. O nedenle Maliye bünyesinde beş kişilik İthal Malları Fiyat Kontrol Dairesi kuruldu. Ben de başkan yardımcısı oldum. Vize vermediğimiz mal Türkiye’ye giremiyor. Menderes’e ‘Bunlar
CHP’li, iktidarınızı sabote ediyorlar’ diye şikayet etmişler. Birgün Hükümet Konağı’nda Heyet-i Vekile toplanmış. Başkana bir telefon geldi, ‘Menderes istiyormuş gidiyoruz’ dedi. Konu, Brezilya’dan Tekel’in ithal ettiği kahve. Kahve ithalatı da benim elimde. İzin versem tonu 115 dolara ithal edilecek. Üç borsaya telgraf çektim, üçünden de daha düşük fiyat geldi. Bunları gösterip, ‘Ton başına 15-20 lira fark veremeyiz’ dedim. Teşekkür etti Başbakan, kapattık konuyu.”
Bu arada üç kardeşini okutup evlendirip sıra kendisine geldiğinde yaş 33’ü buluyor. “Evde kaldın” nidaları yükselince Adapazarlı Bedriye Hanım ile ‘aracı’ usulü evleniyor. Nişan telefonda kesiliyor. ‘İnsan hayatında bir kere frak giymeli’ inancıyla arkadaşından aldığı emanet frakla çıkıyor gelinin karşısına. 57 yıldır aynı yastığa baş koyuyorlar. Oktay Rifat’ın çok sevdikleri şiirindeki gibi; “Elmanın yarısı sen, yarısı ben” diyerek...
80 YAŞINDA GENÇ KIZLARLA EVLENMEK YALANCI PEHLİVANLIK GİBİ
Bir defa düzgün bir hayat yaşıyoruz. Tatil de zamanında, çalışma da. Az uyurum, 6-7 saat. Kahvaltı muhakkak. Üç öğün hiç sekmez. Hep saatinde. Sigara yok. İçkinin de dozunu kaçırmam. En çok, askerdeyken içtim. Orhan Veli’nin dediği gibi, ‘Derdin günün hasretlik, içmeyip de ne halt edeceksin’ askerde. Son 30 senedir sabahları bir bardak karışık sıkma meyve suyu içiyorum. İçine de üç ilaç koyuyorum. Yarım aspirin, yarım kalsiyum, yarım komple vitamin (ihtiyarlığı önleyici). Kışın da her sabah bir kaşık balık yağı. Perhiz yapmam ama ağır yemek de yemeyiz. Asitli içecekler ve kızartma olmadı hiç hayatımızda. Ama yemekle içmekle uzun ömür arasında bir bağ kuramıyorum. Bendeki biraz da genetik. Annem de 98’e kadar yaşadı. Hafızamın iyi olmasında da edebiyatçılığın tesiri var. Entellektüel mesai beyin gücünü koruyor. Cinsellik 60-65’de bitiyor. Doğanın kanunu böyle. 80 yaşında genç kızlarla evlenmek yalancı pehlivanlık gibi. Bütün hayallerim gerçekleşti. Ama dünyayı gezme aşkım bitmedi. Şam’ı görmek istiyorum.
İNGİLTERE’DEN TÜRKİYE’YE OTOMOBİLLE DÖNDÜLER
Maliye Bakanlığı gelecek vaat eden Selahattin Tuncer’i görgü ve bilgisini artırsın diye evlendikten 12 gün sonra İngiltere’ye gönderiyor. İngiltere’de eşiyle birlikte bir yıl kalan Tuncer, 1954 Türkiye’sine otomobille dönmek istiyor. Direksiyonu solda bir otomobil sipariş ediyor. 500 sterlinlik otomobil, ayna, iç döşeme, radyo gibi aksesuvarları kendi seçince 600 sterline mal oluyor. Maaşı kur farkı nedeniyle neredeyse İngiliz milletvekillerinin aylığına denk geldiği için geçim sıkıntısı yok. Türkiye’ye o otomobille dönüyorlar. Otomobil yolculuğunu ailece çok seviyorlar. 1966’da kızlarını da alarak otomobille Orta Avrupa turuna çıkıyorlar. Bu turlar uçak yolculuğunun yerleşmeye başladığı 1972 yılına kadar böyle devam ediyor.
EŞİM DE İYİ DAMDIR
Selahattin Tuncer eşi Bedriye Hanım’la bir davette. Dans tutkusunu şöyle anlatıyor: “Maliye sempozyumlarının son gecesi gala yemeği yapılıyor. Birkaç yıl önce protokol masasındayız. Dans müziği çalıyor. Eşim kulağıma eğilip, “Bu dansı biz açmalıyız” dedi. O da iyi damdır. Kalktık tango yaptık. Salonda bir alkış tufanı. Eşim iki senedir rahatsız, gelemiyor sempozyumlara. Bu seneki sempozyumda yanıma kürsünün en genç ve en güzel asistanı yaklaştı, “Dans edebilir miyiz” diye. Bu kadar genç, güzel ve zarif bir genç kızın teklifi kırılır mı?”
DERS SAATİNİ HAMAMDA BEKLİYOR
Prof. Tuncer Eskişehir İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde ders vermeye başladığı günleri anlatırken gülümsüyor: “Asistanlık yapmadan, hesap uzmanlığından kürsüye çıktım. Arkadaşlarım ‘Bu işin çilesini çekmedin, sana
altın tepside sunuldu’ diye takılırdı.” Tuncer’in bu hatırlatması biter bitmez Bedriye Hanım devreye giriyor: “Haydarpaşa’dan gece trenine binip, sabah okul saati gelene kadar hamamda beklediğin günler çile değil miydi? Akşam bırakıyorduk gara, ertesi akşam almaya gidiyorduk.” Tuncer memuriyetini ve akademisyenliğini gazetecilikle taçlandırıyor. 1954 yılından itibaren Türkiye İktisat Gazetesi’nde teknik ve bilimsel ağırlıklı yazılarıyla tanınan Tuncer, Dünya Gazetesi’ne ise tam 22 yıl mesai veriyor. Uzmanlık kitaplarının yanı sıra şiir ve edebiyat tutkusu ona, ‘Şair Oktay Rifat-Yaşam Öyküsü ve Sanatı, ‘Tolstoy-Yaşam Öyküsü, Savaş ve Barış’ adlı iki ilginç kitap yazdırıyor.