“Veda-ı Nurulhak” Hadisesi.
Ölümün susturamayacağı hiçbir söylev yoktur.
Çünkü o konuştu mu, cümle diller harflerini kesip, cümle beller bükülür.
Eşyayı ve renkleri ölüm denizinin kıyısında çıkarırız üstümüzden başımızdan.
Üstü başı yoktur ölümün. Bir yaygı gibi, Hızır'ın meşhur kilimi gibi,
zamanın tüm sırtlarını boydan boya örter…
Acıklı bir ayrılık biniti gibi, siyah simsiyah bir küheylandır ölüm.
Onu hep unutmak isteriz,
isteriz ki bizim ellere uğramasın hiç, uğrak haberleri hiç gelmesin…
Ondan söz açmayız oturduğumuz dost meclislerinde,
o hep uzak hatta bahsi sakıncalı bir mevzudur…
Onu hiç hatırlamamaya antiçmişizdir kaybedilmiş ilk aşklardan bile iç burkutucudur hatırası…
Sanki içinde ölüm kelimesi geçen birkaç cümleyi ardı ardına kurarsak, hemen çıkıp gelecekmiş gibi sirayet edicidir ölüm…
Ölümden ve gezinen ölülerden korkarız.
Korkarız da şehrin en dışına ve toprağın en alt çekmecelerine saklarız onun ülkesini…
Bununla birlikte rüyalar alemi bambaşkadır.
Yani uyanıkken korktuğumuz ölülerle rüya aleminde basbayağı oturup konuşuruz, hasbihal eder sarmaş dolaş oluruz,
orası ile burası kol koladır rüyaların dilinde. Hiç yadırgamayız, saçma sapan bulmayız
ölülerle hasret gidermeyi rüyalar aleminde…
Hayatımın gençlik günlerinde tanıma şerefine eriştiğim bir Allah dostu, “hayat, kın içinde kılıç gibidir, ölümse kınından sıyrılmış kılıçtır, şimdi rüyadayız, ölümle uyanacağız” derdi de anlamazdım…
Hayatımın orta günlerinde tanıma şerefine eriştiğim Kibrit-i Ahmer İbni Arabi ise; varoluşu “rüya içinde rüya” olarak aktarır müşahedelerinde… Onu da anlayabildiğim söylenemez ama Şeyh Efendi'nin nazarında hayatla ölüm birbirine denk ve iç içe, rüya içre rüya olan geçişmelerdir, bulutsu alemlerdir…
Hayatımın sürekli devam eden okuma rasatındaki varoluşa dair uzun tarihlerin en özet ifadesi ise, Kitab'ın ortasından söylemek gerekirse: Esatir'dir… “Hiç olmamışa dönmüş” ulu Babil, rengarenk Medyen, çalışkan Hicr, zengin Sadom ile şaşkın Gamore, Kızıl Güllerin Patara'sı, İnciler Pazarı Pompei ve Kayıp Kıta Atlantis gibi hayatın en debdebeli kavşakları, bugünden bakınca kısık birer fısıltı, taş kesmiş birer höyük veya müze camekanlarına hapsedilmiş kahırlı birer bulgu hükmündedir…
Çünkü ölüm, her birinin de alnına mührünü vurup geçmiştir…
…
“Bizimle geleceksiniz değil mi?” diye sormuştu Hüda Kaya, iki eliyle iki elimi tutarak. Gözlerimin tam içine bakıyordu, yavrusunu az evvel kaybetmiş bir Zümrüdü Anka gibi… Hemen yanı başımızda üzerine yeşil renkli otağ çakılmış ölüm arabası, hemen onun üstünde Nurulhak'ın kefiye sargısı ile süslü tabutu.
Ah daha o kadar küçük ki,
Ah sanki ölüme değil de hep gitmek istediği Kudüs'e gidecekmiş gibi.
Ne güzel ve ne genç bir cenaze bu
sanki kalkıp da oturacak gibi,
sanki sevinçli, sanki ölümü hiç fark etmemiş gibi; “Allahısmarladık anne” der gibi…
Hüda sımsıkı tutuyor ellerimi. “Geleceksiniz değil mi?”
Ona kabirlerden korktuğumu, hiçbir ölüyle o yaşıma kadar yüzleşmediğimi, tabutları hiç ama hiç sevmediğimi, söyleyemezdim.
Başlarında babaları olsaydı belki gitmezdim,
babasızlığın ne olduğunu
ben Nurulhak'ın kabre indirildiği gün anladım…
Onu kabre biz indirecektik…
Kim götürdü beni, hangi araba, hangi yol hiç hatırlamıyorum.
Ayakta zor durabildiğimi,
Eyüp Sultan sırtlarına tırmanırken yanından geçtiğimiz yüzlerce kabir sırtını bir hayal gibi parça parça hatırlıyorum…
İlk kez taze bir mezarın yanıbaşındaydım.
“Ne kadar da derin!” Dedim yüksek sesle,
“keşke bu kadar derin yapmasaymışlar”
gibi saçma cümleler kurdum durdum,
zannediyorum ki Nurulhak çok derinde uyumazsa şayet, vakti saati geldiğinde kalkar da aramıza karışır gibi,
hatta mümkünse üstünü örtmesek…
Orada birkaç kadına yalvardım,
“ne olur bu mertekleri Nurulhak'ın üstüne koymayalım,
ne olur…
” Bir kadın beni omuzlarımdan sarsarak ağzımı kapamaya çalışıyor…
Derken kocaman bembeyaz bir örtü açıldı…
Sanki yelkenli gemilerin pupa yelken açılması gibi. Şu anda bile sesi kulaklarımda, kabrin üzerine gerilirken rap rap… sesler çıkarıyor. Sanki Nurulhak'ın bineceği geminin yelkenleri fora ediliyor, sanki ak bir kuş kanatlarını gerip küçük kızı buyur ediyor…
Kimseye göstermedik Nurulhak'ı. Hayatta nasıl tesettürü ve örtüsü için tavizsiz bir mücadele verdiyse, ölümünde de öyle oldu, onu kimse göremedi, göstermedik ele güne…
Başımın döndüğünü, dizlerimin beni taşımadığını, yumuşak topraklara dizüstü çakıldığımı,
oradan da birkaç sert kabir taşına sağımı solumu çarptığımı hatırlıyorum.
Kabri hızla örtmeye başladıklarındaysa tuhaf bir şey oldu,
galiba içeride biri kalmıştı,
zira kabrin duvarında
el feneri gibi bir şey parlamaya başlamıştı.
Yuvarlandığım yerden doğruldum,
kürekle toprak atanların beline sarılmaya kalktım:
“Durun içeride ışık yandı,
birisi aşağıda kaldı galiba,
durun toprak atmayın”
derken
yine bazı kadınlar beni belimden yakalayıp,
omuzlarımdan sarstılar,
kimi kendine gel, diyordu,
kimiyse ağzımı elleriyle kapatıyordu
.
Ağzımı kapayanlara itiraz ettim,
” bakın işte ışığı görmüyor musunuz,
ışık yanıyor,
içeride birisi var”…
Kadınlardan biri,
“Allah aşkına sus, biz de görüyoruz!” dedi.
Sonrasını hatırlamıyorum.
Hüda'nın evinde ağlaşıyorduk, Özden Abla Hz.Nuh Peygamberden bir şeyler anlatıyordu, devamlı abdest alıyorduk hepimiz…
Nurulhak'cık, Hakk'ın rahmet şerbetini gencecik yaşta içivermişti. “Hakk'ın Nuru” anlamındaki ismi, onu kabirciğinde de yalnız bırakmamış, ismiyle müsemma bir hayatı, kabrine de taşınmıştı…
Benim ölüm ve kabir hakkındaki ilk yakın müşahedem,
“nasıl bir hayat yaşarsanız
öyle ölürsünüz
ve öldüğünüz gibi de dirileceksiniz”
kutlu sözünü öğreten bu hadise ile başladı…
Cenabı Allah, tıpkı hayatlarımız gibi ölümün de hayırlı ve güzel olanını nasip etsin… Bu vesileyle sevgili kardeşim Nurulhak'ı ve tüm kaybettiğimiz yakınlarımızı, ciğerparelerimizi hürmet ve dua ile bir kere daha hatırlar, mü'min olabilme şerefini daima bize nasip etmesini Yüce Allah'tan niyaz ederim…
Rabbimiz, bizi imandan ve Kur'an'dan ayırma… Bizi gelip geçici dünyanın davetine kandırma.
Garip misafirleriyiz işte dünya dedikleri gölgeliğin…
Biz dünyadan gider olduk,
kalanlara selam olsun…