Create Your Own Countdown

Google

   
  *** İYİLİK İÇİN KOŞANLARIN YERİ***
  Sevil ATASOY. 10 Yıldır ALLAH a Aşığım.
 






[Prof. Dr. Sevil Atasoy] - On yıldır Allah'a aşığım




| Nuriye Akman


Nuriye Akman
Her iyi fen bilimci günün birinde, izah edemediği bir şeyle karşılaşır. Bilginiz ilerledikçe hele kâinatı global anlamda ve diğer gezegenlerde olanları, bu dengeyi, değişik bildiğiniz canlıların yapılarını, bir kelebeğin kanadındaki sarı rengin dahi aslında bir işe yaradığını görmeye başladığınız zaman koparsınız artık. Her iyi fen bilimcinin sonunda geldiği nokta Allah'tır.
Sizin için, "yarı erkek, yarı kadın" dendiğinde ne hissediyorsunuz?
Ben kendimi cinsiyetsiz hissediyorum. Böyle bir ayrımı kabul etmiyorum. Herkesi beyin olarak görüyorum ben. Mesela şimdi birbirimizden ayrıldığımızda ne vardı üstünde diye sorsalar sizinle ilgili olarak renkli bir deri ceket diyebilirim ancak.
Ama cinsiyetsizim demek başka anlamları da içerir.
Şöyle. Sadece söylediklerimin dinlenmesini istiyorum. Onun dışında diğer özelliklerimin ve unsurlarımın dikkat çekmemesini istiyorum. Ve çektiği zaman da bu beni yaralıyor.
Hoş bir kadınsınız iltifatı sizi neden yaralıyor, anlamak mümkün değil.
Tamam hoş bir kadın. Ama bir gün de söylediğim bir şeyin ne kadar önemli olduğu konuşulsun. Yıllardır söylediğim birçok şey Türkiye'de yapılmış olsaydı eğer, mesela bir DNA bankası olsaydı Türkiye'nin çehresi değişirdi.
Olmamasının nedeni siyasi mi?
Orada yine cehalet var. Anlayamıyorlar nereye götürür bu fikir. Efendim hepimizi fişleyecekler! Reaksiyon bu. Bizi fişleyecekler diyenler hepten cahil. Bunu savunamayanlar da cahil. Bakın bunu çok açıkça söylüyorum. Bu olmazsa olmaz. Suçla mücadele etmek istiyorsanız bir DNA bankanız olmamalı. Kayıplarınız varsa eğer bir ülkede, aydınlatılamamış cinayetleriniz varsa, faili meçhulleriniz varsa, bunayanlarınız varsa, küçük çocuklarınız varsa kaybolan, bunun tek çaresi DNA bankasıdır. DNA bankanız yok ise seri katilim yok diyemezsiniz.
Mesele bankanın İçişleri Bakanlığına mı, Adalet Bakanlığına mı bağlı olacağında mı düğümleniyor?
Evet, oraya tıkandı kaldı. Çünkü bunun kontrolünün kimde ise bir güç getireceği zannı var.
Bazı ülkelerde İçişleri'ne bağlı, bazı ülkelerde Adalet Bakanlığına bağlı.
Fark eder mi size göre?
Etmez. Bu öyle bir organizasyondur ki muazzam güvenlik önlemi alırsınız. O bankada muhafaza edilende zaten şey biyolojik örnek değildir. Yani kan, tükürük filan muhafaza etmiyorsunuz. Sadece barkod, yani o marketlerde gördüğünüz o çizgi çizgi bir etiketin sayıları sadece.
Peki buna başbakan karar veremiyor mu?
İstese verirdi. Ama Avrupa Birliği süreci içerisinde bu zaten yapılmak zorunda. Başka türlü olamaz. DNA bankası için elimizde her türlü teknik olanak ve insan gücü var. DNA bankası size olayları birbirine bağlamayı getirir. Şurada bir otomobil çalınmışsa, öbür tarafta şu adamı yaralayan biri varsa, bu yaralayan aynı zamanda bu otomobili de çaldı diyebilirsiniz. Şu anda Türkiye'de aydınlatamadığınız olaylar bir milyon kadardır. Bunun içinde küçücük bir kısmı cinayetler. Ama çok büyük bir kısmı adi suçlar. Siz bunu bulmak istemez misiniz? Yani bir ülke olarak her olayı aydınlatabilen, olabildiğince çok insanı mağduriyetten koruyan bir devlet olmak istemez misiniz? Niçin insanlar evine hırsız girdi, ama bulamadılar. Belki de polisler hırsızlarla ortak lafını etsinler sizin için.
Bunun çaresi DNA bankası mı?
Evet. Bakın, İngiltere bugün haftada sadece beş yüz kadar olayı DNA bankası sayesinde elini kımıldatmadan çözüyor. Çünkü diyor ki, ben kırmızı ışıkta durmadan geçenin de ben DNA'sını alırım kardeşim. Niye geçiyor kırmızıda? Bugün bunu yapan yarın bana bilmem ne de yapar diyor. Bu çok önyargılı bir yaklaşım olabilir. Ama bu sayede o kırmızı ışıkta geçen adamın daha önce bilmem nerede bir kadına saldırdığını, bu sayede buluyor. Bir tecavüzü böyle aydınlatabiliyor. Bundan korkmanın bir anlamı yok. Zaten dünya gelecekte her bireyinin DNA'sını bir yerde bankalayacak. Bunun önünde kimse duramayacak.
DNA bankası yasası çıkmıyor ama.
Yasa tasarısı hazırlığı var. Tasarının en önemli olan unsurları, kimden alınacak, suçsuz çıkarsa ne yapılacak, suçlu çıkarsa ne kadar kalacak bu bilgi bankada, gibi teknik, ama çok önemli hususlar. Bunları tartışmak yerine banka hangi bakanlığın kontrolünde olacak gibi bir açmaza girildi. Bazı ülkeler irili ufaklı her suç tipinde DNA alıyor ve sonsuza kadar muhafaza ediyor o bilgiyi. Yani silmiyor bankadan. Şu anda mesela Türk Ceza Kanunu'nun Ceza Muhakemesi Usulü Kanununa göre işlenen suçun cezası iki yıl ve daha fazla hapis cezası olduğu takdirde DNA alabiliyorsunuz. Bu sürenin aşağı inmesi lazım. Mesela sokaktaki köpeğe işkence eden, orasını burasını kesen birisinin DNA'sını ben bankalarım. Bugün onu kesen yarın beni kesecek. Açıkça ortada.
Mecbur muyuz ya içişleri ya adalet demeye. Tamamen özerk bir kurum olamaz mı?
Tabii olabilir. Şöyle bir durum var. DNA analizi çeşitli şekillerde yapılabilir. Kimisi şu bölgeyi, kimisi bu bölgeyi inceler. Kendi olayını çözer ama daha sonraki başka bir olaya yaramaz bu bilgi. Onun için bu yöntemin standardize edilmesi lazım. Yani bu laboratuarlar resmi de olsa, özel de olsa bunun kontrolünün, kalite güvencesinin sağlanması gerekiyor.
Mesela en önemli şeylerden biri, mahkûm tahliye etmeden önce DNA'sını alabilmektir. Çünkü maalesef bir kere suç işleyenin tekrar suç işleme ihtimali çok yüksektir. Bunu yapmak on binler, yüz binler gibi rakamlara getiriyor sizi ki buna rutin içerisinde ne polis kriminal, ne adli tıp kurumunun biyoloji dairesi yetişemez. Bütün dünya bu noktada ihaleyle özel laboratuarlara bu işleri vermeye başlıyor. Hatta İngiltere'de olay yeri incelemeye dahi özel ekipler göndermeleri mümkün. Hal böyle olunca devlet bunu kontrol edebilir iyi çalışıyorlar mı, çalışmıyorlar mı? Bakın resmi hastanelerin yanında bir sürü iyi iş yapan özel hastaneler var. Niye onları kabul ediyoruz? Çünkü iyi iş yapıyorlar, kontrol ediyoruz. Burada da iyi iş yapıldığını kontrol edip bu işleri dağıtmak mümkün.
BENİM ADIM HAFİZE HİKMET SEVİL ATASOY EKİNCİ
Şu cinsiyet meselesine dönelim. Birisi sizi kadın gibi görsün istemiyorsunuz. İltifattan hoşlanmıyorsunuz. Peki yeni eşiniz size hiç mi iltifat etmedi? Onun iltifatlarından rahatsız mı oldunuz? O sizi kadın olarak görmedi mi? Sizi cinsiyetsiz olarak gördüğü için mi ona evet dediniz?
Tabii ki insan kendine bakmalı. Kadın olsun, erkek olsun diğer insanların gözünü rahatsız etmeyecek şekilde olmalı. Ben en önemli faktör olarak ancak güler yüzlüleri, pozitif enerji saçanları işe almışımdır. Temiz, pak ve bakımlı olmasını her zaman için yeğlemişimdir. Dolayısıyla kendim de bunlara dikkat ettim. Modayı takip etmem. Kiloma dikkat ederim. Samimi iltifatları tabii ki pozitif bir motivasyon olarak görürüm.
Birisi sizi kadın gibi görmeye başlarsa bir anda kızıyorsunuz. Eşiniz sizi kadın gibi görmüyor mu?
Evlilik hiçbir zaman birinin birini erkek, öbürünün kadın gibi görmesi üzerine oturmaz. Hiç kuşkusuz evlenmeye niyetlendiyseniz onunla aranızda bir fikri iletişim de vardır. Karşılıklı oturup konuşabilmek bir artı değer katıyor.
Bundan evvelki eşinizle otuz yıl beraberdiniz değil mi?
Evet. Her ilişki farklıdır. Birlikte olduğunuz insanların her birinden farklı değerler alabilirsiniz. Uzun soluklu birliktelikleriniz her zaman sizi bir yere taşımayabilir. Bir noktada başka bir şeye de ihtiyacınız olduğunu düşünebilirsiniz. Fikri bazda başka birisiyle beraber olmayı da tercih edebilirsiniz.
Siz 2008'de mi boşanmıştınız?
Evet. Şimdi aldığım haberlere göre kendisi de biriyle evlenmek üzere. Bu da beni çok mutlu ediyor, seviniyorum gerçekten. İnşallah hayırlısı olur onun için. Ortak bir kızımız var, ortak bir torunumuz var. Böyle ben her şeyin iyi gitmesini isteyen bir insanım.
Hep böyle sert kadın imajı veriyorsunuz. Kimsenin omzunda ağlamam. Kimse benden zeki olmaz. Kimseyle sorunumu paylaşmam gibi bu laflar ediyorsunuz.
Doğrudur.
Yeni eşiniz Hüseyin Bey sizin bu yönlerinizi yumuşattı mı?
Henüz sayılmaz. Bunun için daha bir süre gerekir. Beni daha fazla yumuşatmak gibi bir gayret içinde olduğunu zannetmiyorum.
Her erkek ister ama ona kedi gibi sokulmanızı.
-Yok yok. Öyle bir şeyi herhalde ben hiçbir zaman yapamam. Yani öyle görünmek istemiyorum. Bana sevecenlikle yaklaşılmasını da istemiyorum zaten.
Niye böyle sevgiyi reddediyormuş gibi bir pozisyon alıyorsunuz?
Vardır psikolojik nedenleri. Belki birine gidip anlatmam gerekir, bilmiyorum. Ama bu belki yaptığım iş nedeniyle dirençli olmam icap ettiği, çok küçük yaşlardan beri beynime kazınmış olduğundan, çok ciddi sorunlarla karşılaştığım için.
Tek çocuksunuz, babanız erkek çocuk mu istiyordu acaba?
Yoo, hayır. Hiç öyle bir şey yok. Tek çocuğum. İkinci bir çocuk istemediler zaten. Çünkü her ikisi de çok yoğun çalışıyordu. O nedenle bana bir erkek çocuk olursa eğer konulabilecek ismi de koydular. Benim bir adım Hikmet'tir. Babamın babasının adıdır. Bir ön adım da Hafize'dir. O da babamın anneannesinin adıdır. Yani konulabilecek bütün isimleri peş peşe koymuşlardır. Yani Hafize Hikmet olarak hayatıma başlamış bir insanım.
Sevil?
Sevil'i doğumdan sonra hastaneden çıktıktan bir ay sonra eklemişler.
Yani tam adınız şu anda Hafize Hikmet Sevil Atasoy Ekinci.
Doğrudur.
Peki ben herkesten daha zekiyim sözünüz yeni eşinizi incitmiş olabilir mi?
Oradaki soru şuydu: Neden bir dostunuz yok? Veyahut ta bir arkadaşınız?
Kimsenin benden zeki olamayacağını düşünüyorum diyorsunuz siz de.
Şimdi şöyle. Tabii orada bir evlilik meselesinden ziyade, dertlerinizi paylaştığınız bir arkadaş bağlamındadır o soru. Nitekim bir tek arkadaşımla dahi ben kendi özel hayatımı hiçbir şekilde paylaşmam, derdimi de anlatmam. Daha önceki evliliğimde de her şeyimi tabii ki eşimle paylaştım. Ama öyle pek kolay kolay ağlamam. Bir haksızlığa maruz kalıp çözümü bulamadığınız zaman ağlarsınız. Çaresizlikten. Ona bir çözüm üretmeye çalışmışımdır hep. Ağlanacak şeylerle elbette karşılaşırsınız hayatta. Ama ağlamadan önce acaba bunu nasıl halledebilirim diye düşünmeniz gerekir. Bence ağlamak hakikaten bir zayıflıktır.
İhtiyaçtır ağlamak.
Ne olacak peki? Ölünün arkasından ağlarım, kaybın arkasından ağlarım. Keşke annem şimdi burada olsaydı diye ağlarım. Şimdi de sesim titriyor mesela. Ama o kadar.
Karşımdaki erkeğin vahşet, şiddet, cinayet ve zeka oyunlarıyla hiç alakası yoksa benim de onunla alakam olmaz diyorsunuz. Şu anki eşinizin bunlarla alakası var mı?
Var, şöyle. Gazetecilikten geliyor zaten kendisi. Ve de tabii ki her gazeteci gibi adli olaylarında arkasında ne var, ne yok diye elbette merak eden birisi. Çok iyi bir gözlemci, iyi bir Kanıt izleyicisi. Ve de polisiye meraklısı. Dolayısıyla hakikaten benim yaptığım işe meraklı olmayan bir insanla da nasıl hayat geçer bilemem.
HENÜZ GENÇ EŞİMİ KISKANMAYA BAŞLAMADIM
Gazetecilik yapıyor mu şu anda?
Evet.
Konya'da mı?
Değişik şekillerde, işte biraz orada, biraz burada. Yani farklı bir boyut üzerinde, bir internet gazeteciliği vardı şimdi. Başka bir platformda devam etmek istiyoruz.
Neden Konya'da oturmayı tercih ettiğinizi sorabilir miyim?
Güzel yer orası. Buradaki evimizi kapamadık, benim kendi evimi. Fakat orada bir evimiz var. Onun ailesi orada. Ben de kendimi Konya'da iyi hissediyorum. Çok izleyicim var. Çok enteresan, İstanbul'da görmediğim büyük yakınlığı Konya halkından görüyorum. Yani sokağa çıktığım zaman bir sürü genç kız size geliyor, beraber fotoğraf çektirmek istiyor, konuşuyor.
Birlikteliğinize dair de soru soruyorlar mı?
Yok, hiç kimsenin bir sorusu. Zaten sorulacak bir şey de yok. İnsan hayatının her döneminde birisiyle evlenebilir. Evlenmek gerektiğini düşünen birisiyim ben. Evlenmeden bir ilişki yaşamam.
Bu muhafazakar yönünüzü mü ortaya koymuş oluyor?
Evet. Ben bunu doğru bulmuyorum. Evlenmeden çok güzel birliktelikler var. Ona hiç itirazım yok. Ama ben kendi mezhebim, ailemin, babamın tavrı olarak içime işlemiştir. Kabul edemem.
Bir de siz, çok kıskançsınız değil mi?
Doğrudur.
Şimdi bu kadar genç biriyle evlenince bu hassasiyetiniz arttı mı?
Hayır hayır hassasiyetim artmadı. Henüz onu o kadar da kıskanmıyorum. Yıllar ister kıskanmak için. Öyle çabuk kıskanmaz insan. Kıskanmaya başlamak için, ilişkinizin sünmeye başlaması gerekir. Yani bir şeylerin eskisi gibi olmadığını, azaldığını, görmüş olduğunuz tepkinin eskisine benzemediğini filan hissetmeye başladığınız anda acaba mı demeye başlarsınız. Henüz onu demeye daha çok erken. İnşallah da olmaz.
Her ikiniz de çok mu cesursunuz?
Bunun tersi olduğu zaman kimse bir şey söylemiyor ama. İnsan hayata her an bir yerinden tutunur ve de eğer istiyorsa bir şeyi mutlaka yapması gerekir diye düşünüyorum. Bunun hele evlilikle taçlandırılmışsa. Belli ki siz ciddisiniz. Bir duygusal bağınız var. Karşıdan da o ilgiyi görüyorsunuz, o şekilde devam ediyor.
Tutku evliliği mi bu?
Hayır, tutku denemez tabii ki. Bir mantığı olmadığı da ortada. Ama bu benim, hiç kuşkusuzda onun aynı zamanda karşısındakini insan olarak, bir beyin olarak gördüğünün bir kanıtıdır diye düşünüyorum. Yani burada yaşın, mesleğin ya da yapılan işin bir önemi olduğunu hiç zannetmiyorum.
Konya'da mı tanışmıştınız?
Nasıl tanıştığımıza girmiyoruz.
Sizinle bir röportaj vesilesiyle mi karşılaştınız?
Girmeyelim.
Onun sizin o sert kabuğunuzun altında gördüğü şey nedir?
Benim şiir, müzik gibi materyalist dünyadan uzak bir takım duygusal şeylere olan merakımı pek fazla kimse bilmez. Bu ilişkide benim kafamda aynı zamanda romantizme de bir parça yer ayırmış olduğumu fark etti. Bunu kimse fark etmemişti.
Ona şiirler yazmış olduğunuz için mi fark etti?
Hayır, onun yazdığı şiirleri tasvip ederek veya anlayarak, daha doğrusu onun içinde ifade ettiği şeyi anlamış olmam zaten benim bunlara meraklı olduğumu ortaya çıkardı.
Size yönelik şiirler miydi bunlar?
Hayır hayır, hiç. Hatta çok eski yıllarına ait şiirlerdi. Belki ilk gençlik yıllarına ait şiirlerdi. Orada ben çok saf, çok naif, çok hoş unsurlar yakaladım. Benim şiirden hoşlandığımı, anladığımı ve onlara pozitif bir tepki verdiğimi gördü.
Belki de o zaman aşık oldu size.
Bu olabilir. Kendi iç dünyasını anlayabildiğimi fark etti. Bu sertliğime rağmen. Yani herhalde hiç beklenmedik bir şeydi bu onun için.
Belki de bir vahaydı o sizin için. Çünkü o kadar sert ki yaşamınız ve uğraştığınız şeyler, burada bir naif kişilik buldunuz ve size bir nefes aldırdı.
Kesin, kesin. Nefes aldırdığı muhakkak. Bütün bu zor hayatın içerisinde aslında hayatın başka gerçekleri de olduğunu, yani bir yerde bir göl kıyısında güneş batışı seyretmenin de aslında bir anlamı olduğunu fark ettim. Böyle bir şey yoktu benim hayatımda. Gideyim de birisiyle bir suyun kenarında oturayım da o suya bakayım.
Niye eski eşinizle bu olamadı?
Olmuştur. Ama sonra olmuyor. Onu kaybediyorsunuz. Ve zannediyorsunuz ki o ihtiyacım yok artık. Çünkü o romantizmi hissetmiyorsunuz artık. Birlikte duygu yüklü bir müzik dinlemeye ihtiyaç hissetmiyorsunuz. Ama sonra bu birdenbire karşınıza çıktığı zaman artık diyorsunuz ki demek ki hayatın bu tarafı da varmış. Güzelmiş meğerse. Ben onları hiç yapmamışım. Yapabilirmişim aslında diyorsunuz.
Şöyle bir duyguda var mı içinde? Ya helal olsun bana, 23 yaş küçük bir adamla evlendim. Bana da böylesi yakışırdı. Bu bir başarı hikayesi.
Yok yok. Öyle bir şey olamaz. Neden olamaz? Benim mesleğim erkeklerle giden bir meslektir. Bu sektörde çok erkek çalışıyor. Ve dünyanın her yerinde de değişik ortamlarda hep erkeklerle beraber olmak zorunda kaldım. Ve de eğer iltifatsa her yaşta erkek bana iltifat etmiştir, hiç çekinmeden. Hele yaşlandıkça daha çok etmiştir. Çünkü kendinden daha büyük bir kadına iltifat etmek erkekleri o kadar rahatsız etmiyor. Çünkü siz çok rahatsınız. Dolayısıyla ben bunu ilk defa birinden duymuş değilim. Bunu defalarca insanlar dile getirmişlerdir. Aa hiç yaşınızı göstermiyorsunuz filan falan. Bak o da bu yaşta, siz de bu yaştasınız filan. Yani bu benim ilk defa karşılaştığım bir olay olmadığı için öylesine bir etkisi de yok. Aslında büyük ölçüde genetik bir hadisedir. Annem de göstermezdi yaşını. Anneannem de göstermezdi. Babam da.
Bir estetik müdahaleniz var mı?
Hayır, hiç yok. Şurada bir iki çizgi var. Botoks yaptırsam mı diye devamlı gider gelir kafamda.
Bundan sonrası için belki düşünürsünüz.
Yok, zannetmiyorum. Öyle bir hissim olursa eğer bu iş yürümüyor derim ben kafamda. Demek ki o zaman benim güzelliğime bakmış derim. Ve sinirlenirim.
Bir de çocuk konusu var tabii.
Benim kızım 72 yılında doğdu. Doğduktan yedi yıl sonra yeniden bir çocuk sahibi olalım diye düşünmüştük. Hamile kalmıştım. Bir 3 Ağustos günü erken doğum yaptım. Ve de erkek çocuk kaybettik. Tekrar hamile kaldım. Ertesi sene yeniden bir 3 Ağustos günü aynı şekilde yine bir erkek çocuk erken doğum yaptım, onu da kaybettik. Şimdi benim hayatımda kadın olarak baktığınız zaman iki tane büyük acı var. Bir daha zaten bunu denemiyorsunuz. Diyorsunuz ki, Allah bu kadar istedi. Bir torunum var, erkek çocuk. Tamam, budur diyorsunuz. Bir yerde sınırları zorlamamak gerekir. Bir yere kadar gelirsiniz, denersiniz, olmuyorsa demek ki bunun sonu hayırlı değil dersiniz.
Ama şimdi zaten isteseniz de geç değil mi?
Aa öyle demeyin. İlla ki sizin doğurmanız şart değil. Bir kimsesiz çocuğu yuva sahibi edebilirsiniz. Ama ben çocuk sevgimin yeterince doyumunu aldım diye düşünüyorum.
Hüseyin bey?
Onun da kendi iki oğlu var, önceki evliliğinden. İlle de bir kız çocuğu diye düşünürse bilmiyorum artık. İsteyeceğini zannetmiyorum. Ama ikimizin de geçmişi bu açıdan yeterince doyurmuştur diye düşünüyorum.
Mistik yanınız var mıdır?
Çok. Çok uzun yıllardır belirli ihtiyaçlarımı doyurmak için belirli tipte müzik dinlerim. Sufiden tutun da değişik meditasyon müziklerine kadar, böyle insanı bir yerde daha farklı bir boyuta taşıyabilecek müzikleri dinlerim. Bu sürede tek başıma olmayı isterim. Yalnız kalmak istediğim dönemler olur. Bir gün, iki gün hiç kimseyi görmek istemediğimde, bu ihtiyaçtandır. Orada artık yeryüzünde olmama duygusu vardır. Bu bedenden ayrılabilmeyi, bedenin yok olmasını hissediyorum. Kendimi ondan sonra daha iyi çalışabilir, daha iyi düşünebilir bir konumda buluyorum. Beynimi kendi kendime boşaltabilmenin bir yolu olarak görüyorum.
İyi bir müslümanım demiştiniz. Bu çerçevede insanın bu dünyada varlık sebebini nasıl açıklıyorsunuz?
Ben genel olarak insanlığın değil, çok daha mikro düzeyde ben neden varım, niye yaşıyorum diye düşünürüm. Bir şeylere fark yaratabilmek, bir şeyleri değiştirebilmek için diye cevap veriyorum buna. Başka insanların hayatlarında çok ciddi farklar yaratabildiğimi biliyorum. Onlarla olan konuşmalarım onları farklı bir yere getirebilmiştir. Hatırlanan cümlelerim vardır. Otuz yıl sonra, kırk yıl sonra dahi. Başka insanların da hayatına yön verebilmiş biri olarak görüyorum kendimi.
Varlığın görünmeyen boyutuna ilişkin ne düşünüyorsunuz?
Ölümsüzlüğe inanıyorum. DNA gibi üniversal yani tüm canlılarda tekrarlanan bir molekülümüz var, bizi biz yapan. Ama bütün canlılarda bitkiden hayvana herkeste bu DNA var. Bu insan aklıyla çözülemeyecek bir molekül. Yani bunu sizin yeniden yapmanız mümkün değil. O kadar değerli bir malzeme ki bunun insan ölümüyle birlikte yok olmayacağına inanıyorum. DNA molekülü dahi biz öldükten sonra bir takım işlere yarıyor. Bir böcek bunu yutuyor ya da bir bitkinin kökü bunu alıyor. Dolayısıyla ben ölümsüzüm diyorum. Çünkü benim varlığım DNA'dır. Şu görünüşümü yapan odur, sesimin tonunu yapan odur. Bu devam ediyor. Dolayısıyla bir varlık olarak devam etmediğimizi, aslında sürekli bir yaşamın benden çok çok öncelerden sonsuza kadar gideceğini ve yok olmayacağına inanıyorum. Benim yaratılışımdaki, varlığımdaki molekül, eğer parçacık halinde dahi olsa yok olmayacaksa eğer, ben hala yaşıyorum, bir şekilde varım. Şimdi bu şekildeyim. Yarın bir bitkinim içindeyim diye görüyorum.
Reenkarnasyondan bahsetmiyorsunuz değil mi?
Hayır, reenkarnasyon değil bu. Reenkarnasyon bir varlığın yeniden yaratılması, başka bir varlık olarak ortaya çıkması demek. Ben beni yapan yapı taşlarının bu evrende dağılacağını ve de her tarafta olduğunu söylüyorum. Yani aslında herkesin her tarafta olduğuna ve bundan önce yeryüzündeki tüm insanların aslında bizim içimizde olduğuna, bir bütün olduğumuza inanıyorum. O nedenle de insanlar aslında birbirinin bütünleyicisi. Hepimiz biriz dediğim zaman ben bunu anlıyorum. Benim içimdeki DNA'nın içindeki bir aminoasit diyelim ki ortaçağdaki birinin içindeydi aynı zamanda.
Ahiret inancınız var mı?
Evet, var. İyilik yapmanın önemli olduğuna inanıyorum. Temel düsturlarımdan bir tanesi bu. İyi bir insan olacağım diye çıktım yola. Kimse ile ilgili kötülük yapmayı düşünmedim. Yapmadım. Onu rahatsız edecek, incitecek, halel getirecek hiçbir şey yapmadım hayatımda. Ve buna hakikaten bütün gönlümce riayet ettim. Kötülük aklıma gelmiyor. Yani şunu şöyle yapayımda ayağını kaydırayım, şunun notunu kırıvereyim.
Veya meslektaşlarımı ihbar edeyim!
Bu dünya görüşüm içinde hakikaten karıncayı dahi incitmekten çekinen birisi olarak kendi meslektaşlarımın aleyhine böyle bir şey yapmış olmakla suçlanmak bana başka türlü bir acı veriyor. Hesap vereceğimize inanıyorum. Bu hesap vermenin gerekliliklerin tamamını yerine getirmediğimi de biliyorum. Ben iyi bir Müslümanım dediğim zaman bir kere konunun bütün boyutunu iyi biliyorum. Diğer dinleri de biliyorum. Mukayese ettiğim zaman zaten hiçbir biçimde başka dine mensup olabilmenin mümkün olamadığını da görüyorum. Bu söz konusu bile olamaz. En iyisi, en doğrusu budur diyorum. Eğer biri inanacaksa zaten bundan başka yolunun olmadığını da görüyorum.
Sur üflenecek. Herkes mezarlarından kalkacak gibi bir resim var mı kafanızda?
Evet. Bunu nasıl görselleştirdiğiniz yine kendi beyninizde olan bir şey. Ama günün birinde bu olacak. Onun için ben iyilik yapayım demiyorum. En ufak bir biçimde ya hesap veremezsem diyerekten bir kaygıyla yapmadığım şeyler yok. Böyle yaratılmışım diye görüyorum.
Peki bir Allah aşkı kavramı var mı gönlünüzde?
Her iyi fen bilimci günün birinde, izah edemediği bir şeyle karşılaşır. Önce gençken, az bilirken her şey olabilir diye bakarsınız. Olabilir, ben de yaparım. İki tüp, bilmem ne alır, bunu da yaparım. Her şey olabilir diye bakarsınız. Bilginiz ilerledikçe hele kainatı global anlamda ve bütün işte diğer gezegenlerde olanları, olan biteni, bu dengeyi, bu üzerinde bulunduğumuz gezegendeki değişik bildiğiniz canlıların yapılarını, bir kelebeğin kanadındaki bir sarı rengin dahi, bir lekenin dahi aslında bir işe yaradığını görmeye başladığınız zaman koparsınız artık. Burada başka bir şey var demeye başlarsınız. Her iyi fen bilimcinin sonunda geldiği nokta Allah'dır.
Bunun başka izahı yok mudur sizin için?
Bunun izahı yok yani başka türlü. Ve de hayran kalırsınız. Okudukça, öğrendikçe hayran kalırsınız. Ve teslim olursunuz. Budur sizi götürecek. Onun için inançlı insanlar için okumanın şart olduğunu, hele ki fen bilimleri okumanın şart olduğunu hep söylüyorum. Çünkü bir kuşun gagasının neden öyle kıvrık olup da böyle kıvrık olmadığını anladığınız zaman, ne işe yaradığını anladığınız zaman hiçbir şeyin tesadüfi olmadığını ve her şeyin bir sebebi olduğunu gördüğünüzde işte o zaman akan sular durur.
Ne zamandır böyle düşünüyorsunuz?
Son on senedir. Çünkü işimi ancak son on senedir çok iyi bildiğime inanıyorum. Biyokimyadır benim şey yaptığım. Biyokimyayı ancak ellili yaşlarda iyi bilir hale gelirsiniz. Daha önce gelemezsiniz.
Sizin için şöyle bir başlık atsam doğru olur mu? Ben Allah'a aşığım.
Elbette. Ama bu her türlü dini vecibeyi yerine getir demek değil. Allah'a aşığım doğru bir tanımlama. Gerçekten bir noktada hakikaten kafanızın durduğu ve vay anasına dediğiniz bir nokta oluyor. Bunu demeden önce geldiğiniz kültür, yaşam biçimi, içinde bulunduğunuz kuşak, arkadaşlarınız vesaire farklı. Daha çok ateizme giden insanların içinden geliyorsunuz. Yani benim yaşımdaki insanlar, o 68 kuşağı genellikle materyalisttir. Uhrevi şeyleri lüzumsuz gören, bunlarla vakit kaybetmenin anlamsızlığına inanan... Şimdi buradan böyle geldiğiniz zaman size hiçbir biçimde herhangi bir şey empoze edilmeden geldiğiniz için çok önemli.
Ailede yok muydu bu konular?
Hayır, hiç konuşulmazdı.
Ateist miydi babanız?
Hayır, değildi. Ama uygulayan bir dindar değildi. İcapların bir bölümünü o da yerine getirmiştir. Yani bunun pratiğinden ziyade fikri boyutu önemliydi. Annem ateistti diyebilirim. Din bizim evimizde bir konu değildi. Belki kağıt üstünde babamın Müslüman, annemin Yahudi olmasından kaynaklanan bir durum. Kimse bir şey bilmezdi. Müslümanlık daha çok bilinirdi ama babaannem sayesinde. Ama öbür tarafın hiçbir bilgisi yoktu. Bunların bayramı ne zamandır, ne yapılır.
Yahudi bayramlarını da kutlamazdınız yani.
Kutlamıyorduk, yok. Annem Müslüman mezarlığına gömüldüğü için Müslüman oldu diyorum. Yoksa başka en ufak bir şeyi olduğunu ben görmedim. Müslümanlığı kâğıt üstündeydi.
"Bu durum bana zaman kaybettirdi" diye düşünür müsünüz?
Hayır, ben düşünmüyorum onu. Çünkü bu şekilde kendi kendine bir yere varmış olmanın tadını çıkarmaktayım şu anda. Ve bence bu çok önemli. Hiçbir şey dogmatik değil. Hiçbir şey size öğretilmiş değil. Siz adım adım kâinatın düzenini gördüğünüz zaman hele bir dur diyorsunuz. Bence bundan daha önemli bir şey olamaz. Ama bu ancak bu konuyu okuyan insanların başına gelebilecek bir şeydir. Ben eğer bir tarihçi olsaydım mesela hiçbir şey ifade etmeyecekti benim eğitimim. Tesadüf eseri içinden geçtiğim meslek eğitimi beni bu noktaya getirdi. Ben bir edebiyatçı olsaydım, matematikçi olsaydım zaten bu noktaya gelemezdim.
Öyleyse içinizde bir şükür duygusu olmalı.
Var. Herkesçe de bilinen, her zamanda gülünen bir şükür duygusu. Ben bir bardak su içerim çok şükür derim. Bir lokma ekmek yerim çok şükür derim. Çok şükür sağlığım yerinde derim. Çok şükür aklım çalışıyor, elim titremiyor derim. Hakikaten bütün bunların bir hediye olduğuna inanırım. Ve de hakikaten şükrederim. Çok küçük yaşlardan beri dua bilirim. Babaannemin sayesinde icap eden her şeyi bilirim. Fakat şükretmenin ötesinde yapılabilecek olan şeyleri elbette bu evliliğimle yakalamış durumdayım. Tabii ki burada çok ciddi bir katkısı var.
MÜTEDEYYİN BİR AİLEYE GELİN GİRMEK BÜYÜK ŞANS
Onlar daha dindar bir aile mi?
Evet. Gerçek mütedeyyin insanlar. Bu kadar mütedeyyin insanların arasında bu kadar yakinen bulunma şansım olmamıştı daha önce. Bunu bir şans olarak görüyorum. O nedenle de Konya'ya çok isteyerek gidiyorum. O şehrin havasında bir şey var. Seviyorum açıkçası.
Eşinizde mi mütedeyyin biri?
Evet. Dolayısıyla bunu bir zenginleşme olarak görüyorum. Böyle bir insanla hayatımın kesişmiş olmasını buna bir katkı olarak görüyorum. Hayatımda ilk defada oruç tuttum bu sene. Ramazan içinde evlendik çünkü. Gelinen noktada biri elinizden tutuyor, öyle görüyorum.
Eşiniz Allah'ın bir hediyesi yani.
Evet, öyle görüyorum. Böyle mütedeyyin bir aileye girmek, hiç hesapta olmayan bir şeydi.
BİRİNİ ÖLDÜRMEK İSTESEM...
İnsanın karanlık yönüne dair öğrendiğiniz en önemli şey ne?
Her insanın katil olabileceği. Her insan içinde birini öldürebilecek kadar şiddet ve öfke içerir. Nitekim bütün kıtaları kapsayan çok geniş bir araştırma var. Bu araştırmada insanlara hiç hayatınızda birini öldürmeyi düşündünüz mü diye sorulduğunda hiçbir etnik köken, ırk vesaire fark etmeksizin bütün toplumlarda buna evet diyen insanlar var.
Siz de evet diyor musunuz?
Hayır. Allah'ından bulsun dediğim çok olmuştur ama. Yani bir nevi birine havale ediyorum bu vazifeyi.
Acaba size nasıl bir cinayet yakışırdı?
Twitter'da geçenlerde fark ettim, en keyiflisi Sevil Atasoy'un kusursuz bir cinayete kurban gitmesi olurdu, diyorlar. Ben hiç düşünmedim inanın ki. Çok açık sözlü insanımdır. En son söyleyeceğimizi ilk başta söyleyen ve bu yüzden de genellikle başı derde girmiş olan biriyim. Tutamam yani içimde ve konuşurum. Ve hatta mesai arkadaşlarım aman bunu kimse duymasın diye bana bir şey söylediklerinde o günü bir televizyon programına çıktıysam orada söylediğime çok tanık olmuşlardır. Yani değil bir kişiye söylemek, birkaç bin kişinin duyacağı şekilde umuma da söylemişimdir. Yani ben yapayım da kimse bunu anlamasını düşünmem. Birini öldürmek istesem herhalde direkt öldürürüm.
Bence daha sofistike bir cinayet yakışırdı size.
Yok. hakikaten öyle bir şey yok.
Siz 68 kuşağındansınız. O dönemde siyasi eğiliminiz neydi?
Yoktu. Ben 68'de Alman Lisesi'nden mezun oldum. Çok çok iyi bir fen öğrencisiydim. Dolayısıyla işte önce Almanya'da mı okuyayım, Türkiye'de mi okuyayım üniversiteyi diye düşünüldü. Çünkü Alman Lisesini iyi dereceyle bitirenlerin o tarihte Almanya'da eğitimlerine devam etme fırsatları vardı. Türkiye'de kalmayı tercih ettim ailemin tek çocuğu olduğum için. Ona rıza gösteremediler. Annemin şu içinde bulunduğumuz laboratuarı olduğundan, babam da bir devlet memuru olduğu için, bu laboratuarı kimi sürdürecek, bu bir ekmek teknesi dendiğinden ailecek benim biyokimyacı olmama karar verildi.
Siz ne olmak istiyordunuz?
Ben mimar olmak istiyordum aslında. Ama o zamanki çocuklar laf dinlerdi. Ben de peki dedim. Ve de işte biyokimya en kestirme nasıl okunur? Ya tıbbiyeye girmek lazım, ya kimyaya girmek lazım. Kısa yolu seç dediler, tıbbiye uzun dediler. Beni kimya fakültesine soktular. Kimyayı bitirdikten sonra da Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'nde biyokimya uzmanlığına girdim. Ondan sonra biyokimya doktorası, doçentliği, profesörlüğü yaptım.
Peki insanın karanlık yönü sizin niye bu kadar cezbetti?
İnsanın karanlık yönünden ziyade bir şeylere katkınızın olabildiğini gördükçe inanılmaz motive oluyorsunuz. Evet, akan kan, yerde kalmaz diyorsunuz. Yani o konuşamıyor. Onu savunabilecek kimse yok. Ben ona yardım edebilirim diyorsunuz. Kimya bilginizi, biyokimya profesörlüğünüzü bir olayı aydınlatmakta kullanıyorsunuz. Bu bana herhangi bir ilaç fabrikasında çalışmaktan yahut da biyokimya laboratuarını yönetmekten tabii ki çok daha faydalı bir şey olarak geldi.
Kitaplar yazıyorsunuz, diziler yapıyorsunuz. Günün birinde bir suç romanı da yazar mısınız?
Kitaplarımı şu ana kadar Doğan Yayınevi bastı. Orada her zaman bana hadi artık kendin bir şey yaz, bırak gerçek suç hikâyelerini de roman yaz dediler. Roman yazacak sabrım henüz yok. Ama uzun hikâye yazabilirim diye düşünüyorum. Öyle denemelerim var. 250 kadar denemem yayınlandı. Bunların bir tanesi, "Bambu Bar'da Bir Yakuza" tamamen hayali. Onun hayali olduğunu kimse anlamadı. O beni mutlu ediyor. Demek ki kendi kafamdan da yazabileceğim şeyler var. Ama şimdi dördüncü kitap da yine gerçek suç öyküleri olacak.
Onun adı ne olacak?
Her Çikolata Yenmez diye bir isim düşünüyorum. Bakalım ne koyacağız.
TÜRKİYE'DE UYUŞTURUCU BAĞIMLILARI RESMİ RAKAMLARIN ON KATI
Birleşmiş Milletler'de Uyuşturucu Kontrol Kurulu başkanıyken kurul raporu olarak açıkladığınız bilgilerle Türk yetkililerin kamuoyuna verdiği bilgiler birbirlerini tutmuyor. Sizin tablonuz çok daha vahim ve yeterince başarılı değil Türkiye bu konuda. Ama Türk yetkililere baktığımız zaman tam tersi. Biz şimdiye kadarki en başarılı dönemimizi yaşıyoruz diyorlar. Bu çelişkiyi doğuran nedir?
Şimdi hiç kuşkusuz transit bir yolun üzerindedir. Hele Afganistan'daki bu Taliban ertesinde giderek artan, sadece bir bitki ekimi değil, ama eroin imalatı da orada yapılır oldu. Afganistan'ın eroin imalatı için gerekli olan kimyasalları kendi üretecek kapasitesi yok. Çünkü çok ileri teknoloji gerektiren hammaddelerdir bunlar. Bunu bir yerden alıyor. Birileri Afganistan'a o kimyasalları sokuyor. Çünkü eğer o olmazsa eroin imal etmeleri mümkün değil. İmal edilen eroin oradan tüketicilere dağılıyor. Bu dağıtım iki yanda olabiliyor. Batıya doğru iki yolla olabilir. Ya Kuzey Karadeniz rotası yahut da büyük ölçüde Türkiye üstünden veyahut da gemilerle Akdeniz üstünden vesaire. Böyle bir takım rotalar var. Ve bizim yol üzerinde olduğumuzu kimse inkâr edemez. Türkiye kendi eroin kullanıcı sayısını bir rakam olarak bildiriyor. Şu kadar bağımlım var diyor.
Açıkladığı sayı doğru mu?
Önemli olan sayı değil. Diyelim ki bin kişi var bende eroin bağımlısı diyor. Bunun bir hesabı var. Bu bin kişinin bir senede ne kadar eroin tüketeceğini hesaplayabiliyorsunuz. Sonra bunun müşterisi Avrupa'da. Orada kaç tane tüketici var, onlar onu bildiriyorlar bizde şu kadar bağımlı var diye. Rusya kendi bağımlı sayısını bildiriyor. Başlıyorsunuz hesap yapmaya. Rusya'daki eroin bağımlısı ne kadar kullanır toplam? Avrupa'daki ne kadar kullanır? Şimdi Afganistan'dan çıkan eroinin miktarını da biliyoruz. Çünkü ekilen hektar biliniyor. O afyondan ne kadar morfin elde edildiği hesap ediliyor. O morfinden ne kadar eroin yapıldığı hesap ediliyor. Dolayısıyla eroinin miktarı biliniyor. Rusya şu kadar eroin kullanıcım var diyor. Onlar şu kadarını kullandı. Avrupa şu kadarını kullandım diyor. Peki. Türkiye eroin bağımlısının sayısını kullanıyor. Bunlar da buradalar. Şimdi diyorsunuz ki, Avrupalının şu kadar kullanabilmesi için gerekli eroin Rusya üstünden geçemez. Çünkü oraya girenin hepsini kendisi kullanmış. O kadar yüksek ki oradaki eroin bağımlısının sayısı.
Yani Türkiye'nin verdiği resmi rakamlar doğru değil!
Türkiye kendi sayısını çok düşük gösteriyor. Gerçek buysa eğer, nerede bunun gerisi? Şu kadarını yakalamışlar diyorsunuz. Onu da düş. Geri kalanı Avrupa tüketicisine gitti işte. Öyle bir hesap yaptığınız zaman zaten Türkiye'nin yeterince yakalamadığını söylüyorsunuz. Hiçbir ülkenin yüzde 30'undan daha fazlasını yakalayamıyor. Dünyanın hiçbir yerinde hiçbir uyuşturucunun yüzde 30'undan daha fazlasını yakalayabilen kendi üstünden transit ülke yok.
Peki bunun sebebi devletin değişik birimlerinin bundan rant elde etmesi midir?
Şart değil.
Ama devletin bir bacağından destek almasa mümkün müdür bunun yakalanmaması?
Ben size bir tane örnek vereyim. Yıllar boyunca Afgan halılarının ipliklerinin uyuşturucu içinde ıslatıldığı ve buradan halı dokunduğu ve bu halının da dünyanın dört bir yanına satıldığı bu şekilde ve bu halıları ondan sonra ipliklerini suda çözerek tekrar bundan eroin elde edildiğini bilemedik. Yani zula dediğimiz teknikler hayalin ötesindedir. Dolayısıyla Türkiye'den de malın nasıl geçtiğine dair her şeyi bilmeniz mümkün değil. Bir kamyonu arıyorsunuz. Kamyonun bir yerinde buluyorsunuz bir şeyler. Buldum zannediyorsunuz. Ama başka bir yerinde başka şeyler var. Veyahut da başka bir kamyonda, başka bir araçta başka şeyler var. Hiç fark edemiyorsunuz bile. Sıvı kokain diye bir şey var şu anda piyasada. Sıvı kokain koka kola içerisine konarak ihraç ediliyor Latin Amerika ülkelerinden. Koka kola zannediyorsunuz. Hâlbuki onun içerisinde sıvı kokain var. Birbirinden ayırıp kokain elde ediyorlar. Yani akıl hayal durur.
Türkiye'ye de geliyor mudur bu kolalar?
Gelmiyordur buraya kadar. Yani burada kokain kullanan o kadar çok değil. Ama devletin bundan rant elde etmesi diyerekten bir şey kesinlikle kabul etmek mümkün değil. Daha öncelerde ve daha aşağılarda bunlar zaten çözülüyor büyük ölçüde. Şimdi, Türkiye'nin verdiği bağımlı sayısı doğruysa bu takdirde yeterince yakalamıyorsunuz demektir. Ciddi bir miktarda eroin Türkiye'nin içerisinde kalıyor.
Kaç katı sizce gerçek rakam resmi rakamdan?
Kaç katı onu ezbere bilemiyorum. 160 ülkeyi kontrolden bahsediyoruz. Benim için Türkiye 160'tan bir tanesi her zaman için. Şu anda da zaten o kurulun başında değilim artık. O kurulun başkanlığını 2010 Mayıs'ından itibaren yürütmüyorum. 2005-2010 arası ben oradaydım.
Türkiye bir birim söylüyorsa bu size göre on birim midir aslında, üç birim midir?
Türkiye'de hiçbir zaman bu sayının gerçekte ne olduğunu araştırmaya imkan tanıyacak bir siyasi irade gösterilmedi. Sayıyı devletin resmi kurumlarından almaktalar. Yani eroin bağımlısı ancak bir hastanelik olursa veyahut da ölürse diyelim ki oradan bildiriyorsunuz. Hâlbuki bu insanların önemlice bir bölümü hastanelik olmayacak bir biçimde kullanıyor. Yani her eroin kullanıcısı hemen hastanelik olmaz. Eroin kullanıcı bağımlısı yirmi sene sonunda başka bir hastalık yüzünden düşer bir yerlere. Yahut da bir enfeksiyon alır enjektör paylaştığı için. Onun için düşer. Ve de bunlar karanlık sayılardır, normaldir bunları bilmemek. Ama bunları değişik tekniklerle saptamak mümkün. Bununla ilgili Türkiye'de hiçbir zaman çok ciddi, geniş çaplı bir araştırma yapılmadı. 2003'te benim içinde bulunduğum Birleşmiş Milletler projesi vardı. Bu projede ancak yedi kentte bunu yapabildik. Ama hiçbir zaman Türkiye geneline bunu yaymak imkânı olmadı. Çıkan sonuçlar arasında da benim şeyime göre aşağı yukarı her madde için esrar, ekstazi vesaire için dünyanın her yerinde olduğu gibi aşağı yukarı bire on bir gizlilik var demektir.
Doğru anladım mı? Yani Türkiye'nin resmi rakamı 1 ise, bu aslında 10'dur.
Ama bunu kabul etmek lazım diyorum. Fakat bu 1-10 mudur, 1-9 mudur, 1-11 midir, ciddiye alırsanız bunun da ne olduğunu bilirsiniz.
Türkiye'yi daha temiz göstermek için mi yapıyorlar bunu?
İyi de bir taraftan temiz gösteriyorsunuz, bir taraftan olmadık bir suçlama ile karşı karşıya kalıyorsunuz. Bu sefer yakalayamıyorsunuz diyoruz. Bir taraftan bir şeyi düzeltmeye ve biz temiz kullanan bir toplumuz diye eğer bunu düşünenler var ise bu takdirde bu düşünce sizi çok daha ağır bir töhmetin altında bırakıyor.
Peki neden yapıyorlar bunu?
Bence bilgisizlikten.Yani gerçek rakamın ne olduğunu bulmak için yapmak zorunda olduğunuz bir takım şeyler var. Mesela eczaneler bile, enjektör satın alıyorsa insanlar sizden bu eczanenin o enjektörü bir biçimde ne için alıyorsunuzun sorgusu sualini etmeli ve bir yere bildirmesi lazım. Böyle bir şey yok. Ben Anadolu'nun birçok yerinde enjektör istemişimdir. Hiç sorgu sualsiz bana enjektör verirler. Sormuyor bile niye istiyorsun diye. Ama bunların hepsi bir ipucudur.
Geçmişte devlet adına bir takım karanlık işlere giren insanların terörle mücadelenin finansmanını sağlamak amacıyla bu tür işlere bulaştıklarını okuyoruz. Siz bu konuyu araştırdınız mı?
Ben meseleye her zaman içinde bulunduğum görev çerçevesinde baktım. Çünkü bu bizim için çok önemlidir. Bu Meksika içinde önemli, bu Afrika'nın değişik ülkeleri için de geçerli. Terörün her iki tarafı olarak mücadelede gerek devlet organlarının, gerekse onlara karşı duran diğer güçlerin finans kaynaklarının arasında uyuşturucu var mı? Tabii ki bu Birleşmiş Milletler Uyuşturucu Kontrol Kurulu'nun görevleri içindeydi. Çünkü bu sadece insan sağlığı meselesi değil, ülkelerin genel ekonomisini çökerten bir şey olarak mücadele etmek gerekir. Global ticaretin yer altına büyükçe bir bölümünün kaymasıyla birlikte tabii ki ülkelerin durumu sarsılır. Orada hükümet değişikliklerine yol açabilir. Uluslararası ticaretin dengelerini bozan bir mesele olarak da mücadele etmek gerekir. Bu nedenle tabii ki biz bunu her zaman takip ettik.
Türkiye için ne sonuca vardınız?
Türkiye'de bu söylemler çok uzun yıllardır vardır. Fakat hiçbir zaman somut delillendirilmiş değil. Sadece spekülasyonlar olarak vardır. Biz de bunu hiçbir zaman raporlarımıza böyle yansıtmadık. Çünkü bunun altını doldurmak mümkün değil. Bizde sadece devlet eliyle verilen datalar üzerine bir rapor yazdığımız için bizim raporumuz mesela bir Amerika Birleşik Devletleri'nin her yıl yayınladığı dünya uyuşturucu raporundan farklıdır. Orada gazete haberleri de dâhil edilir. Her yıl onların da raporları çıkar. Çok önemli, detaylı bir rapordur. Ama bize göre güvenilir bir rapor değildir. Çünkü içerisinde devlet dışı bir takım kaynakların da bilgisi vardır. Ve onun doğruluğunu bilemiyorsunuz. Demek istediğim, somut bir delil hiçbir zaman elimizde olmadı. Mesela hiçbir zaman Türkiye'de böyle bir dava olmadı.
Olamaz da zaten.
Olduğu ülkeler var. Olması mümkün. Bunun parasını nereden buldun diye takip ettiğinde bir yere varabilirsiniz.
Uyuşturucu ile mücadele bakımından yapılan bir hata var mı?
Öncelikli olarak uyuşturucu kullanımını önleme stratejilerini yetersiz buluyorum. Eğer tüketici sayınızı azaltmazsanız her zaman bir piyasa oluşturursunuz. Ve de özellikle transit ülkelerin yumuşak karnı, günün birinde kendi toplumlarının da birer müşteri haline getirilebilmesidir. Burada meseleyi sadece ağır uyuşturucular olarak görmemek gerekir. Yeşil ve kırmızı reçeteye tabi ilaçların kullanımını henüz ciddi biçimde kontrol etmiyoruz. Bu da rant getiriyor. Yani sadece bir eroin kaçakçılığı ile para kazanmıyor insanlar. İlaç satarak da para kazanıyorlar. Veyahut da o ilacın sahtesini üreterek de para kazanıyorlar.
-İnternet üzerinden satışlar da var.
Evet. Bu satışları Türkiye henüz kontrol etmiyor. Toplumunu aydınlatmıyor hangi internet eczanesinden alınabilir. Biz Birleşmiş Milletler olarak bu eczanelere yeşil ışık yakıyoruz. Çünkü kırsal kesimde yaşayanların eczaneye ulaşması çok zor. Ve ilaçsızlıktan ölen çok insan var. Özellikle ağrı kesicisi olmadığı için acı çekenler var. Bu tamam ama hangi eczaneden alacağız? Eczanelerin de iyileri var. Hala taleple mücadele ile değil, arzla mücadele ile uğraşıyor Türkiye. Ki o yanlış bence. Bu uyuşturucuyu kullanma ölürsün. Ya da akıl hastanelik olursunla olmaz. Bu küçük yaştan itibaren hayır demesini öğretmek, stresle başa çıkabilmesini öğretmek gibi ilkokullarda bir eğitimi gerektirir.
MAĞDURLAR İÇİN MASUMİYET PROJESİ
Burası uluslararası adli bilimler merkezi. Neler yapılıyor?
Buranın geçmişi var. Burası 1955 yılında annemin, doktor Ferda Gök'ün kurmuş olduğu bir biyokimya laboratuarı. Ben bir biyokimya uzmanıyım. Annemin vefatından sonra buranın mesul müdürü olarak hayatımıza devam ettik. Daha sonra bunun portföyünü genişleterek adli bilimlerle ilgili olan bir DNA analizi de ekledik. Fakat adli bilimler sadece bir ya da iki meslek erbabının bilgi dağarcığının ötesindedir. Bir şeyin gerçeğini ortaya çıkartabilmek farklı meslekler gerektirir. Örneğin psikologlar, toksikologlar, adli tıp uzmanları, antropologlar... Yani bilirkişilik tek bir mesleğin işi değildir. Bu amaçla biz üniversiteden ayrıldığımızda bir meslektaşımla birlikte bir şirket kurduk. Yurtiçinden, yurtdışından kendimize bu olayı çözmekte yardımcı olabilecek uzmanları da çalıştırıyoruz.
Bir çeşit dedektiflik merkezi diyebilir miyiz?
Hayır, dedektiflikle ilgisi yok. Biz sadece somut deliller önümüzde olduğunda o olay hakkında bir kanaate varıyoruz. Mesela diyelim ki bir trafik kazası olmuş. Biz olay yeri krokileri, otopsi raporları vesaire bütün bunlar geldiğinde onun yeniden canlandırıp çözmek için uğraşıyoruz. Diyelim ki bir trafik kazasında bir aracın içerisinde dört kişi var. Bu dört kişi birbirlerinin akrabası. Hepsinin öldüğünü varsayın. Hangisinin en son öldüğü çok önemli. Hangisi en son öldüyse miras birinden birine geçip en son ona yani onun çocuğuna kalıyor.
Aa, bak bunu bilmiyordum. Sizin bir de masumiyet projeniz vardı.
Masumiyet projesi benim bundan yaklaşık on yıl kadar önce İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü'nde başlatmış olduğum bir çalışma. Şöyle ki, DNA analizlerinin henüz yapılmadığı tarihlerde birçok olayda işte görgü tanıklığı, yok ikrar gibi bir takım şeylerle ya da basit kan testleriyle, bazı işaretlerle olaylar çözülmeye çalışılır. Bu kapsamda literatürü takip ettiğimizde, özellikle Amerika Birleşik Devletleri'nde özel bir yasa çıkardıkları için DNA analizlerinin olmadığı dönemlerde alınan mahkûmiyet kararlarının eğer kişi hala masum olduğunu iddia ediyorsa bu takdirde elde biyolojik delil kaldıysa o tarihte onun DNA analizi ile tekrarlanmasını şart koşuyorlar şimdi. Ve devlet bunun parasını veriyor.
Bu yeniden aklanma şansından kaç kişi yararlandı?
Şu anda Amerika Birleşik Devletleri'nde aralarında idamını bekleyenler dahi olmak üzere 250 kişi cezaevlerinden çıkmış durumda. Bunların bir bölümünün gerçek faili bulunmuş durumda. Önemli bir bölümü de tazminat almış durumda yattığı yıllar için. Bu haksız yere yatanlar bir yıldan müebbede giden bir zaman diliminde içerde olanlar ve aralarında yirmi yıl, yirmi beş yılını cezaevinde geçirmiş olan ve de şimdi serbest kalmış olanlar var. Ben bunun Türkiye ayağını işte bir on yıl kadar önce üniversitede başlatmıştım. Ben buna burada devam ediyorum.
Adli Tıp Enstitüsü'nde devam etmiyor mu?
Hayır, orada bunu devam ettirmiyorlar. Çünkü bu hakikaten çok büyük özveri isteyen bir iş. Ve bunu siz bilaücret yaparsınız ancak. Başka türlü yapamazsınız. Yani bir mahkûm size müracaat eder. Siz bunun dosyasını tetkik edersiniz. Ve de o tarihte onu savunmuş olan avukatını bulursunuz. Ve olayı yeniden dosya tetkiki ile neresinde acaba bir katkıda bulunabiliriz? Var mıdır bir biyolojik delil filan diyerekten bakarsınız. İade-i muhakeme yaptırabiliyorsanız eğer mühim olan yeniden yargılanmasını sağlamak, onda muvaffak olursunuz. Veya şimdilerde, yeni hüküm giymiş olanlarda mesela delil toplanmasında eksiklikler olduysa onu bulup avukatlara yardımcı oluyoruz.
Kaç kişiye yardımcı olabildiniz?
Şu andaki aşağı yukarı yirmi beş kişi üzerinde çalışmaktayız.
İçeriden dışarıya çıkan yahut kendini aklayan oldu mu?
Oldu tabii ki. Üç kişi.
Bu meslekte sizden daha uzun zaman kalmış biri var mı?
Yok. Ben 80'lerden beri adli bilimlerin içindeyim. Adli Tıp Enstitüsü'nün kurucuları arasındayım. Adli Tıp Enstitüsü yüksek lisans ve doktora vermek üzere ve hemen her meslekten öğrenci almak üzere kurulmuş bir yüksek öğrenim kurumudur. Ve de hangi dersin okutulacağına ben karar verdim. Hoca olmadığı için hemen tamamını başlangıçta ben anlattım. Yani genel bir kriminalistik kültürüm var. Çok da meraklıyım, okurum. Hakikaten bu işin hastasıyım. Bu benim hobim.
Aşkla seviyorsunuz işinizi.
Evet. Tutkuyla. Dolayısıyla ben bunun her alanını çok merak etmiş ve de her alanını incelemiş bir insanım. Şimdi yaşımın da atmışın üstünde olduğu düşünülürse bu zaman dilimi içinde çok ciddi bir bilgi birikimim var. Dünyada neler olup bittiğini de çok yakinen takip ediyorum. Dolayısıyla bir olayı incelerken benim gördüğümü herkes görmüş olamaz.
Hiç yanıldığınız olmadı mı?
Otuz sene önce başımızdan bir olay geçmişti. Beşiktaş Camii imamının ani ölümü üzerine. Ben Adli Tıp Kurumu Kimya Dairesi başkanıyım. Babam Profesör Şemsi Gök, Adli Tıp Kurumu Başkanı. Yani benim patronum o tarihte. Ben o kadar ısrarla laboratuarcılığa inanmışım ki, diyorum ki bizden A çıkıyorsa bu A'dır. B olamaz. Tahlili yapıyoruz eninde sonunda. Alet var, örnek var. Bir netice çıkıyor. Bu bir bilim. Ben kendi penceremden görüyorum sadece. Ve de bir kan geliyor. Kan numunesinde çok ciddi miktarda alkol çıkıyor. Biz onu raporluyoruz veriyoruz. Akşam babam "gel buraya" dedi bana. Yan yana iki dairede oturuyoruz. Önünde dosyalar. Her akşam o dosyaları imzalardı kendisi. "Nedir bu" dedi. Dedim alkol çıkmış, biz de verdik. "Kim bu biliyor musun" dedi. Ne bileyim ben kim, bana ne kim olduğundan. "Bu" dedi "Beşiktaş Camii imamı. Alkolü nereden buldun? Sen bunu bir daha çalış. Ben bunu imzalamıyorum." Ya dedim ne demek, alkol var. Adam içmiş işte. Ne yapayım. Sonra bunun üzerine hakikaten biz laboratuarda bir hata mı oldu diyerekten baktık. Ve de gördük ki iki tane tüp biri çok yüksek alkollü, biri de bu imamın yan yana duruyorlar. Ve de üstünün kapakları açık. Bir yaz günü. O zamanlar tabii otuz sene önce klima yok. Laboratuarın içi herhalde bir otuz derece. Bu taraftaki alkol, yani o çok alkollü kandaki alkol buharlaşıyor. Ve de bunun içine giriyor.
Vayy babanızın dikkati müthişmiş.
Bu baba bir daha yok artık Türkiye'de. Böyle bir adam kalmadı. "Sen aklını mı oynattın, imama içki mi içiriyorsun. Dikkat et" demesi üzerine biz bunu tekrar çalıştık. Yoksa bu iş böyle giderdi. Şimdi neler öyle gidiyor ama. Bunu böyle görmediğiniz zaman, yani fotoğrafın bütününü görmediğiniz zaman böyle gider.
SEMRA ÖZAL ADLİ PSİKOLOGLARLA KONUŞMALI
NTV'deki Can Dündar'ın Turgut Özal'ın ölümüyle ilgili programa siz de katılmıştınız. Eskiden farklı olarak bugün ne düşünüyorsunuz?
Şimdi bazı şeyler netleşti. Semra Hanım tarafından Turgut Bey'in vefatından sonra alınan saç örneklerinin yurtdışında bir kasadaymış şeklindeki bilginin aslında doğru olmadığını, doktorunun saçın ucundan bir miktar kesip hatıra olsun diye Semra Hanım'a verdiğini öğrendik. Saç çok önemli bir delildir. Kökünden itibaren her santimi bir önceki aya ait çok sağlıklı bilgiler verir. Bu kesilen saçın uzunluğunu kestiremiyorum şu anda. Bir santimini kesse, üç ay önceki durumla ilgili bilgi verir. Her halükarda ilk çalışılmaya başlanması icap eden bir şeydir saç.
Aynı olaya bakan kişilerin gördükleri şey ne kadar da farklıydı değil mi?
Evet, hepsi farklı farklı görüyorlar. Yani bir secdeye yatışını bile kimisi o kadar kötü durumdaydı ki oradan kalkamadı, kimisi o ruh halinde uzun dua etti şeklinde yorumluyor. Ben işim icabı görgü tanıklığı ve ikrara inanmam. Bizim için önemli olan delillerdir. Programda söylenildiği gibi hakikaten toplumun yüzde 90'ının üzerindeki bir kesimi başına bir şey geldiğinden kuşkulanıyorsa, bu mezarın açılmasından başka hiçbir çare olmaz.
Siz doğal olmayan bir ölüm izlenimi edindiniz mi?
Mesela ben prostatıyla ilgili rahatsızlığını orada öğrendim. Semra Hanım sadece normalden büyük bir prostat olduğunu söylüyor.
Kanser diyen de oldu o programda.
Prostatın biyopsi neticesini görmeden bir şey söylemek mümkün değil tabii. Ölüm nedeni enfarktüs olsa bile bunu provoke eden neydi? O akşam çok ağır bir yemek mi yedi? Çok fazla stresi mi vardı? Yoksa ani bir haber aldı ona çok mu üzüldü? Her türlü şey kalbin durmasına yol açabildiği gibi kullandığı ilaçların fazlalığı ya da dozları da önemli. Bir arada kullanmaması icap eden ilaçları acaba bir arada kullandı mı? Hekim kontrolünün dışında da herhangi bir ürün, bir bitki ekstresi kullandı mı? Bunları bilmeden kalp krizinin nedenini söyleyemiyoruz.
Nasıl öğreneceğiz?
Çok şeffaf bir biçimde herkesin konuşabilmesi lazım. "Ara sıra bir Çin preparatı alırdı bana iyi geliyor diye" bir şey söyleyebilir bir yakını. Bu sana iyi gelir, zihnin daha iyi çalışacak, daha az uyuyabileceksin, ertesi gün daha dinç görüneceksin demiş olabilir insanlar. Romatizma ağrılarını geçirir, şu kremi sürersen diye biri bir şey vermiş olabilir. Bunu eğer hatırlıyorsa biri, bunun bilinmesinde fayda var. Bu sadece son zamanlarında değil, ömür boyu acaba ne ilaç aldı, ne yaptı? Bu genel sağlık tablosu hakkında muallaktayız şu anda. Onun netleştirilmesi gerekir. İyi bir sağlık dosyasının incelenmesinin gerektiğini düşünüyorum. Bu mutlaka ellerinde vardır.
Bu dosyalar size gelse...
Ben olayın bir ucunu görürüm. Biyokimya ucunu. Yani metabolizmada neyin ne yapabileceğini, neyin neyle etkileştiğini, sonuçlarının ne olduğunu ben görürüm. Bir başka hekim, diyelim ki bir beyin hastalıkları uzmanı bu sefer bunu bir başka pencereden görür. Yani bu on beş yirmi kişilik bir heyetin işidir.
Köşkte verilen sağlık hizmetlerinin yetersizliği de çıktı ortaya.
Bu benim için soru işareti olan ve aydınlanması gereken ikinci bölüm. Evvelce geçirilmiş bir kalp hastalığı bulunan, çok kilolu olan, hiç kuşkusuz yüksek kolesterolü vesaire olan bu kadar önemli bir kişiye gündelik hayatta verilen sağlık hizmetini yeterli görmüyorum. Orada bir hekim var. Bu hekimin neden orada olmadığı sorgulanıyor. Tabii ki adam olmayabilir. Onun mutlaka bir yardımcısı, ikinci bir hekimi acil bir durumda bunu haber verecek birinin daha olması lazım. Tek hekim ne demek? Orada eğer hakikaten bir hekim olsaydı, doğru düzgün bir ilkyardım verilebilseydi orada yeniden canlandırılıp hayata döndürülebilir miydi? Orada mı öldü hakikaten, yoksa anlatıldığı gibi daha ileride bir yerlerde mi öldü? Bunların hepsi bir kere muallâkta.
Ambulans olmaması da bir fecaat.
Hakikaten orada niye bir ambulans yoktu? Yani öyle bir zincirleme olaylar olmuş ki, herkes pek bir şoke olmuş, korkmuş ve kimisi inisiyatif kullanmaktan çekinmiş, kimisi üstüne hiç vazife olmadığı halde bir takım şeylere karar vermiş. Yani böyle bir denetim kusuru var orada. Orada krizi yönetecek ve şimdi şu yapılacak diyecek bir lider yok. Demek ki evvelden hazırlanmış bir planları yok. Yani cumhurbaşkanına bir şey olursa şu şunu yapacak, bu bunu yapacak, şuraya gideceğiz, bu böyle olacak diye bir ön hazırlık yok.
O programda karı koca tanıklar da konuştu. Özal Hacettepe'ye geldiğinde oradalar. Dediklerine göre Özal arabadan indirilirken karnını tutup inliyormuş. Doktorların hemen gelmediğinden emin konuştular.
Biz görgü tanıklığının çok ciddi hatalar içerdiğini biliriz. Görgü tanıklığı kendi içinde çok sorunlu bir olaydır. Mesela etek giymiş bir kadın geçer, pantolonluydu der görgü tanığı. Yahut da kadındı der, erkek çıkar. Bu kadar cinsiyeti bile tefrik edemediği durumlar olur. O andaki dikkatinize, baktığınız yere göre değişir gördüğünüz. Şimdi o genç tanık inliyordu diyor, doğru da duymuş olabilir, başka bir hasta vardı belki perde arkasında, onun inlemelerini Özal'ın zannetmiş de olabilir.
Hayır, öyle değil. Arabadan inişini de görmüş. İndiği andan itibaren inliyormuş.
Bakın indiği anda ne anlatıyor. Oturur vaziyetteydi diyor. Oradan da zaten canlı olduğu sonucuna gidiyor. Hâlbuki biz anlıyoruz ki o bir ambulans değildir. Birisi orada Özal'ın yatar bir koltuğu var diyor. Yani yatar bir koltuğa oturtmuşlar hastayı. Böyle anlatıyorlar. Şimdi belki bu yatar koltuğu olduğu gibi yerinden söktüler ve içeriye götürdüler. Yani getirenler, korumalar bilmiyorlar ki ölüp ölmediğini. Yani elinizi boynuna koyduğunuz anda ölüp ölmediğini anlayamazsınız insanların. Semra Hanım'da diyor eğildim baktım boynuna, atmıyordu nabzı diyor. Böyle alamayabilirsiniz nabzını. Yine yaşıyor olabilir. Yani siz nereye bakacağınızı da bilemezsiniz. Yani birinin öldüğüne karar verebilmek ancak hekimin yapabileceği bir iştir. Bir kere o korumalar nerede onu bilmiyoruz. O şoför neden trafik tıkalı dedi. Bir cumartesi sabahı Ankara'da niye trafik tıkalı olsun. Gülhane'ye gitmiyorum, Hacettepe'ye gidiyorum dedi. Ona başka birisi buraya mı gel dedi. Bunların hepsi karanlık.
Bir kere bütün yaşayan, görmüş olan ve herhangi bir bilgisi olanların anlattıklarını teker teker kaydetmek ve çapraz olarak, buraları ortak, bu doğru, burada bir çelişki var, buna güvenemeyiz diye kapsamlı bir analiz yapmak lazım.
Sözel malzemeyi de analiz edecek bir komisyon kurulması lazım öyleyse.
Tabii tabii. İfade tekniğinden anlayanlar yapabilir bunu. Savcılık yapacak bunu. Ve bu transcriptler, yani konuşma metinleri en ufak kişiden başlar. Diyelim ki bir temizlik işçisi belki arabanın gelişini görmüştür. Görgü tanıkları kimse onları teker teker kaydetmeniz ve o konuşmaları analiz etmeniz lazım.
O tanığın karısı da telefonla bağlanıp destekledi kocasının söylediklerini. O da acil servisteymiş, o da inlediğini görmüş, rahatsız olan ayağını sürükleyerek gitmiş Özal'ın yanına.
Bir olay olduğu andan itibaren oradaki görgü tanıkları birbirinden ayrılır. Hiç birbirleriyle konuşmasına izin verilmez. Çünkü birisi gördüğü bir şeyden çok emin olursa öbürünü ikna eder. Yani araba kırmızı renkteydi der biri. Yok ya turuncuydu der öteki. Hayır der, ben kesinlikle gördüm kırmızıydı. Bunu on yedi sene söylediğinizi düşünün, sonunda öteki de kırmızıya inanır. İmkânı yok bununla bir yere varılmaz. Doğru da olabilir. Ama bunun üstüne gerçek inşa edilmez. Başka delillerle bunların doğru olup olmadığını anlatabilmek lazım.
Ne gibi deliller mesela?
O gün orada nöbetçi kimlerin olduğu bir kere ismen belli. Onlar stajyer hekim deniyor vesaire. Nöbette olanlar onlar. Teknik olanaklarının neler olduğunu bilmek gerekiyor.
45 dakika gelmedi doktorlar diyor o tanık. Bağırdı diyor korumaları neredesiniz diye. Doktorlar görünüyordu, geri kaçıyordu diyor. Bunları da mı uyduruyor?
Orada bulunan doktoru, sağlık görevlisini, paspas yapanı birbirinden ayıramamış olabilir. Yani birisi sivildir ama doktordur. Öbürünün üzerinde pembe gömlek vardır ama bilmem nedir. Hastane kültüründen gelmeyen birinin orada gördüğü personelin ne olduğunu anlayamaz. Doktor geri çekildi diyor. Belki de hademeydi o gördüğü. Adam korkup geri çıktı. Ne yapsın. Dolayısıyla o gün, o binada, o saatte kimlerin olduğunu bulmak mümkündür.
Semra Hanım şu anda ciddi bir soruşturma yürütülüyor dedi.
Yani onlar da o soruşturmayı yürütürken sistematik bir biçimde bilgi toplarlarsa bu iş olur. Ama geniş bir perspektifte bilgi toplamak gerekir. Yani şöyle. Birisiyle konuşursunuz. Bir tanık size bir şey anlatır. O anda aklınıza gelmeyen, sormadığınız bir şey aslında daha sonra hayati bir önem taşır. O nedenle tanıklarla çok uzun soluklu düşünmek, farklı senaryolar baştan düşünerek onlarla konuşmak lazım. Sonra verilen ifadelerin mutlaka videoya kaydedilmesi lazım. Çünkü o anda beden dili, nerede duraksadığı vesaire size o bilginin ne kadar güvenilir olduğunu da gösterir. Ben size bir şey anlatıyorum. Ama bir yerde duraklıyorum mesela. Bir kelimeyi bulmakta duraklıyorum. Bu transcriptte geçmiyor. Yani benim söylediklerim metne döküldüğünde güzel güzel anlatmış gibi gözüküyor. Ama arada bir yerde durdum. Arada bir yerde başka bir yere baktım. Arada bir yerde başımı kaşıdım. Bunların hepsinin ifade alma tekniğinde bir anlamı var. Dolayısıyla siz o anda ondan ifade alan kişi olarak sadece soracağınız soruya odaklandığınız için bu ayrıntılara dikkat edemezsiniz. Bu ayrıntıları fark edebilmek başka bir uzmanlık alanıdır. Onun için onun seyretmesi gerekir. Yani birilerinin daha sonra bu ifade ve davranış biçimini de seyretmesi lazım. Bunu bilen psikologlar var.
Semra Hanım Azerbaycanlı birinin ona bir belge getirdiğini söyledi. Bu ne olursa dikkate alınabilir?
Farz edelim ki, bir küçük not buldu. Birisi affedersiniz keleklik etti, yazdı bunu. Dedi ki falanca yerde, filanca şekilde Turgut Özal'ı öldüreceğiz. Böyle bir kağıt bile olsa, o hakikaten on yedi sene öncesi yazılmış bir belge midir? Burada yazı yaşını araştırmak lazım. Şimdi bu o zaman mı yapıldı, şimdi mi yapılıyor? Şimdi de yazarım ben size bir kâğıt, bakın bunu buldum derim getiririm. Hitler'in Hatıra Defterleri mesela. Böyle kazıkladılar koskoca Alman yayınevlerini. Bu Hitler'in Hatıra Defteri dedi adam. Ama tamamı sahteymiş. Ama bunlara milyon dolarlık ödeyerek satın almış, yayınlamış. Böyle şeyler var.
Bu da öyle bir şey olabilir diyorsunuz.
Bu hakikaten on yedi sene önce yazılmış bir şey mi? Bu nerede bulunmuş, kim yazmış? Velev ki on yedi sene önce yazılmış olsa bile bu, bunu yapabilecek kapasitede birileri miymiş, yoksa bunu eğlence için mi yazmışlar diye sorgu sual etmek lazım. Fakat pörçük pörçük çıkanda bir takım bilgiler var. Benim rahatsız olduğum şey o. Yani hiçbir zaman fotoğrafın her tarafını duyamıyoruz. En azından Semra Hanım'dan duyamıyoruz. Yani bugüne kadar anlattıklarının hepsini alt alta yazdığınız zaman ben onun içinde de tabii ki farklılıklar görüyorum. Bu farklılıkları yıllar içerisindeki hafızayla da ilgili görüyorum. Yani bir olay yaşarsınız, o korkunç bir olay sizin için. Ve olayın sizce bir bölümünü hatırlıyorsunuz net olarak. Önünü arkasını zaman içinde dolduruyorsunuz.
Tabii değişik insanlarla konuşa konuşa, değil mi?
Kendi kendinize bile doldurursunuz. Diyelim ki siz on beş sene önce birinin ölümüne tanık olmuş olun. Hemen yanınızda birisi ölmüş olsa, o fotoğraf kalıyor sizde. Çok önemli olduğu için o beyninizde kalıyor. Evet, şöyleydi, ben öyle duruyordum, yanımdaydı. Küt diye düştü.


 
 
  *** SİZİ KUTLUYORUZ *** BUGÜN 2054434 ziyaretçi (4519196 klik) MİSAFİRİMİZ OLDUNUZ ***  
 
haberler haberler


Google Arama
Sitemde Arama
Yaşam ve İnsanlar

İstanbul Servisleri Neden Pahalı ? burakesc
Namaz Kılan Minik ile burakesc
GİMDES Helal Gıda Ramazan Buluşması burakesc
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol