İNGİLİZ bir aileden ve aynı zamanda savaş çocuğu olarak İsviçre’de doğdum. Doğumum esnasında, Birinci Dünya Savaşı’nı sona erdiren son barış antlaşması, Lozan yakınlarında Türkiye ile imzalanıyordu. Dünyanın çehresini değiştirmiş olan en büyük fırtına geçici olarak durulmuştu, ama etkileri her yerde görünür durumdaydı. Eskiden kesin olduğuna hükmedilen düşünce ve ahlak anlayışları, ölümcül bir darbe almıştı.
İsviçre’de doğmuş olsam da, İsviçreli değildim. Annem Fransa’da büyümüştü ve Fransa’yı diğer bütün ülkelerden daha çok seviyordu, ama ben Fransız da değildim. Peki İngiliz miydim? Hiçbir zaman kendimi İngiliz hissetmedim. Annem İngilizlerin soğuk, aptal, akılsız ve kültürsüz olduklarını hatırlatmaktan hiç bıkmadı. O halde nereye aittim? Şimdi geriye doğru baktığımda, bu tuhaf çocukluğun İslâm’a tutunmam için iyi bir zemin teşkil ettiğini görüyorum.
Peki Hıristiyan mıydım? Babamın dinî inancı, doksan yaşında ölüm döşeğindeyken “Orada mutlu bir yer var mı?” sorusuyla sınırlıydı. Babamın ölümünden sonra büyütülme sorumluluğum, anneme kaldı. Annem yaratılış olarak dine kayıtsız değildi, ama kurulu dinlerden nefret ederdi. Bu yüzden çocuğunun müstakil bir akla sahip olmasına destek olmaya çalıştı.
İngiltere ve İsviçre’de değişik okullara gittim. Elbette bu okullarda Hıristiyanlıkla ilgili dersler de gördüm. Bunlar benim üzerimde tesir yaptı mı derseniz, hayır! Ne benim ne arkadaşlarımın üzerinde bir etkisi olmadı. Bunda şaşılacak bir şey yok. Din, eğitimin bir boyutu gibi sunulduğunda ve hayatın tümüne nüfuz etmediğinde, nefes alamaz. Din ya hep ya hiçtir. Ya dünyaya ait her şeyi kendi eteğinde toplar, ya da onların gölgesinde kaybolur. Okulda haftada bir iki kez İncil okuyorduk. Hepsi o kadar. Dinin gördüğümüz eğitimin omurgasını oluşturan diğer ana derslerle hiçbir ilişkisi yoktu. Allah tarihe müdahale etmiyordu. Fen dersinde gördüğümüz olaylara karışmıyordu. Yaşanan olaylarda hiçbir etkisi yoktu. Her şeyi tesadüf ve maddi kuvvetler yönetiyordu.
Oysa ben kendi varoluşumun anlamını bilmeyi istiyordum. Hayatlarında bu ihtiyacı hissedenler, bu hissin açlık ya da cinsel arzu kadar güçlü olduğunu bilirler. Nereye ve niçin gittiğimi anlamadan, hangi ayağımı öne atacağımı bilemezdim.
Bilgiyi nerede arayabilirdim? On beş yaşına geldiğimde, felsefe diye bir şeyin var olduğunu öğrendim. Bu kelime “bilgi sevgisi” anlamına geliyordu. Benim aradığım şey de buydu. Yoğun bir merakla, tıpkı bir kaşif gibi, Descartes, Kant, Hume, Spinoza, Schopenhauer ve Bertrand Russell ve diğerleriyle fikri âlemde yolculuklar yaptım. Çok geçmeden, bir şeyin yanlış olduğunu farkettim. Bu felsefecilerin yemeğinden ne kadar yesem de, tok olmuyordum. Çünkü bu adamlar hiçbir şey bilmiyordu. Sadece zanna dayanıyor, fikirler etrafında kendi kıt akıllarıyla patinaj yapıyorlardı.
Tam bir şüpheci olmuştum. Herkesin kesin gözüyle baktığı şeylerden şüphe duyuyordum. Sonra Mısır üzerine araştırmalar yapan Profesör Perry’nin yazdığı Kadim Okyanus isimli bir kitapla karşılaştım. Perry, Mısır’ın geçmişi üzerine araştırmalar yaparken, dünya üzerindeki inançların birliğine ilişkin şaşırtıcı deliller bulmuştu. Dünyada ne kadar biçim ve sûret farklılıkları var ise de, bunların gerisinde evrensel hakikatler yer alıyordu. Gerçeklik, dünyanın yaratılması, insanlık, insan tecrübesi… tüm bunlarda tezahür eden hakikat, kanımız ve kemiklerimiz kadar bizim bir parçamızdı.
MODERN dünyada inançsızlığın başlıca sebeplerinden birisi, karşılıklı duruşlarıyla çelişki anlamına gelen dinlerin çokluğudur. Uzun zamandan beri Avrupalılar kendi ırklarının üstün olduğuna inandıkları için, Hıristiyanlığın tek doğru din olduğu hususunda şüphe etmediler. Kendilerini dinlerin evrim sürecinin tepe noktası olarak gördüler. Ne zaman ki bu ırksal güven gerilemeye başladı, şüpheler aldı başını yürüdü. Hıristiyanların yalnızca kendilerinin kurtulacağına inanmaları ne kadar doğruydu? Ayrıca aynı iddiayı Müslümanlar da dile getiriyordu. O zaman kim haklıydı? Bundan nasıl emin olunabilirdi? Perry’nin kitabını okuyana kadar, bu sorulara cevabım, hepsi aynı anda haklı olamayacağına göre hepsinin de yanlış olduğuydu. Din insanların kendi kafasında kurduğu bir şeydi benim için. Ama başkalarının yaptığı gibi, “hurafe”nin yerine “bilimsel” gerçekleri de koyamazdım. Çünkü bilim, asla ispatlanamayacak olan aklı ve duyusal tecrübenin yanılmazlığı üzerine temelleniyordu.
YIL 1939’du. Cambridge Üniversitesi’ne başladığımda savaş patlak vermiş ve iki yıl sonra kendimi orduda bulmuştum. Almanların beni öldüreceği ihtimalinden çok korkuyordum. Çünkü artık takıntı haline gelen sorularıma cevap bulamadan ölebilirdim. Bu vakit darlığı bile beni kurulu dinlere yöneltmedi. Arkadaşlarımın çoğu gibi, ben de kiliseyi aşağılıyordum, yapmacık bir saygı gösteriyordum. Ama sonra bu düşmanlığımı yumuşatmama neden olan bir olay yaşadım. Birkaç arkadaşımla King Koleji’nin salonunda kahve içip sohbet ediyorduk. Derken dinden konuşmaya başladık. Masanın başında zeki bir arkadaşımız oturuyordu. Biraz da onu etkilemek için “Bugün akıllı hiç kimse, dinlerin tasvir ettiği yaratıcıya inanmaz” dedim. Cevap vermeden önce üzgün bir ifadeyle yüzüme baktı ve “Tam aksine, bugünlerde akıllı insanlar sadece Allah’a inananlardır” diye cevap verdi. Masanın altında kaybolmak istediğimi bugün gibi hatırlıyorum.
SONRADAN esaslı bir arkadaşım olan yazar Leo Myers, o zamanlar İngiltere’nin tek felsefî romancısı olarak saygı görüyordu. Benden kırk yaş büyüktü. İçimi kemiren sorularıma onun Kök ve Çiçek (The Root and the Flower) romanı hem cevap verdi; hem de merhametli bir sükûnet hissi sağladı ruhuma. Bu kitap insanın varlık karmaşasını bilgece çözüyordu. Ona yazmaya başladım, o da bana cevap yazdı. Üç yıl boyunca ayda en az iki kez olmak üzere yazıştık. Sonra buluştuk ve dostluğumuz iyice pekişti.
Fakat her şey göründüğü gibi değildi. Bana yazdığı mektupları tekrar incelediğimde, ruhunda eziyet, üzüntü ve hayal kırıklığının çöreklenmiş olduğunu farkettim. Maneviyat ve mistisizmle büyülendiğinden, hiçbir dine bağlanmamıştı. Artık yaşlandığını hissediyordu, fakat kendisini iyi edecek reçeteyle bir türlü yüzleşemiyordu. Mektuplaşmaya başladığımızdan üç yıl sonra intihar etti.
Leo Myers’ın ölümü, bana kitaplarında öğrendiğimden daha çok şey öğretti. Onun bilgeliği, sadece kafasındaydı ve insanî özüne hiçbir zaman nüfuz edememişti. Bir adam hayatını manevi kitaplar okuyarak ve büyük mistiklerin yazılarını tefekkür ederek geçirebilir. Böylece ahiret ve dünyanın sırlarını çözdüğünü hissedebilir, ama bu bilgi o insanın kendi tabiatıyla birleşmedikçe kısır ve sonuçsuz kalır. Bu farkındalık bende şu düşünceyi doğurdu: Basit bir kavrayışla ama bütün kalbiyle Allah’a dua eden bir adam, en üst derecede manevî ilimleri bilen birinden daha değerli olabilir.
Myers, büyük ölçüde Hindu Vedanta’nın kitabından etkilenmişti. Bu kitap Hinduizmin metafizik öğretilerini anlatıyordu. Vedanta o saatten sonra benim öncelikli ilgi alanım oldu ve o yolla İslâm’a kavuştum. Bu söylediğim, pekçok Müslüman’a şok edici gelebilir. Ama yaşadığım gerçek bu. Hindular neye inanırsa inansınlar, Vedanta saf birlik, tek hakikat öğretisidir ki İslâm’da bunun karşılığı “tevhid”dir. Kraliyet Askeri Koleji’nde iken birkaç yıl Vedanta ve Taoizm hakkında biraz daha derin okuma fırsatı buldum. Sonuçta eşyanın ardında “nihaî hakikat” olduğunu daha iyi kavradım. Artık varlık âlemi benim için rüyanın ötesinde bir şeydi. Fakat hâlâ bu hakikati tanrı diye isimlendirmeye hazır değildim.
ORDUDAN ayrılınca yazmaya başladım. Düşüncelerimi düzene koymak için yazmam gerekiyordu. O zamanlar bir yayınevinin başında bulunan T. S. Eliot’la tanıştım. Yazılarım, En Zengin Damar (The Richest Vein) adıyla kitaplaştı. Aynı dönemde hayatının büyük bölümünü Şeyh Abdülvahid ismiyle Kahire’de geçirmiş olan Fransız Rene Guenon’u da keşfettim.
Guenon beni özellikle sarstı; çünkü inanılmaz entelektüel kesinliğiyle modern (Batılı ya da Batılılaşmış) insanın garanti gördüğü bütün varsayımları alt üst ediyordu. O, kadim gelenekten bahsediyordu. Büyük dinlerin kökenindeki metafizik öğretiyi ortaya koyuyordu. Bu geleneğin dili sembolizmin diliydi ve bu dili yorumlamada onun üstüne kimse yoktu. Dahası “ilerleme” fikrini ters yüz eden de oydu. İnsan manevî mükemmellik yolundan geriye düştükçe, Karanlık Çağ’a giriyor; eski kültürler yok ediliyor, tüm seçenekler masadan kalkıyor ve niteliğin yerini nicelik alarak çöküş kendi sonuna yaklaşıyordu. İtiraf etmek gerekir ki, onu okuyan ve anlayan hiçkimse, bir daha asla eskisi gibi kalamıyordu.
GUENON okuduktan sonra, bakışı dönüşmüş başkaları gibi, ben de yirminci yüzyılın dünyasına yabancıydım artık. O, düşüncelerini İslâm’ı kabul ettikten sonra oluşturmuştu. İslâm daha öncekileri toparlayan Son Vahiy’di. Fakat ben henüz onun yolunu kabul etmeye hazır değildim. Leo Myers gibi henüz kendi içimdeki çelişkileri çözememiştim. Yine de, artan bir merakla İslâm’la ilgili kitaplar okumaktan da kendimi alamadım.
Bu ilgimin artışında Ortadoğu’da çalışan ve orada İslâm’a karşı ciddi önyargılar geliştiren yakın bir arkadaşımın da etkisi oldu. Ona göre bu dinin manevî bir boyutu olamazdı. Her şey şekilciliğe, kör itaate, akıl dışı yasaklara, tekrarlı ibadete, bağnazlığa ve riyakârlığa indirgenmişti. Bu arada, iş bulamadığım için fakir bir hayat sürüyordum. Kahire Üniversitesi’nde bir iş bulunca, hiç düşünmeden 1950 Ekim’inde 29 yaşındayken Kahire’ye gittim. Üniversite’de evini Mısır hükümetinin yaptığı İngiliz Müslüman Martin Lings de çalışıyordu. Guenon’un arkadaşı olan Lings, daha önce rastladığım kişilere benzemiyordu. O zamana kadar kafamda ürettiğim teorilerden daha fazlasını yaşamına katmış biriydi. Bütün, tutarlı ve huzurlu bir insanla sonunda tanıştığımı anlamıştım. Şehrin dışında geleneksel bir evde yaşıyordu. Her hafta sonu onu ve eşini ziyaret ederek, modern Kahire’nin gürültüsünden kurtuluyor, zamanın durduğu bir yere iltica ediyordum. Orada yaşadığımız dünyanın kabul gören (ve benim de alışmış bulunduğum) gerçekleri, gölgeli bir karartıya dönüşüyordu.
Galiba benim ihtiyacım, iltica etmekti. Önceki hayatımın hiçbir değeri yoktu. Üniversite’de derslerimde öğrencilere aşk şiirleri okuyordum ve okurken gözlerimden yaşlar akıyor, öğrenciler birbirlerine, “İşte kalbi olan bir İngiliz!” diyorlardı. Çünkü tüm İngilizlerin buz gibi soğuk olduklarını düşünüyorlardı.
ASLINA BAKARSANIZ Mısır’a gelişim de bir ilticaydı. Bu genç Mısırlıları sevdim. Zamanla onların inançlarını da sevmeye başladım. Çünkü bu genç insanlar iyi Müslümanlardı. Artık şüphem yoktu. Kararımı vermiştim; eğer kendimi bir dine adarsam bu ancak İslâm olabilirdi. Ama henüz değil! Aziz Augustine’in duasını hatırladım: “Tanrım, beni temizle, ama şimdi değil!” Sonra çağlar boyunca gelip geçen genç insanları düşündüm. Belki pek çoğu temizlenme, rahmet ya da daha iyi bir hayat için dua etmişlerdi, ama benim gibi bunun gereğini hep yaşlılık yıllarına bıraktıkları için belki de bulundukları hâl üzere ölmüşlerdi.
EĞER Mısır’dan ayrılırsam, bir daha İslâm’a bu kadar yakın olma fırsatı bulamayabilirdim. O yüzden ciddi bir karar vermem gerekiyordu. Müslüman olma kapısı önümde açık duruyordu. O kapıdan girmediğim takdirde belki sonsuza dek bir daha açılmayacaktı. Müslüman bir hayat sürme hususunda yeterince güçlü bir karakterim olup olmadığını da düşündüm ve bir karara vardım.
Martin Lings’e gittim. Öykümü anlattıktan sonra bana kelime-i şehadeti söyletmesini istedim. Biraz tereddüt geçirse de, bu isteğimi yerine getirdi. Korkuyla ama büyük bir zevkle ilk namazımı kıldım. Ertesi gün Ramazan ayı idi ve ben hiç ummadığım halde oruç tuttum. Kısa bir süre sonra öğrencilerime bu gerçeği açıkladım. Buna tepkileri sıcak bir kucaklama oldu. O zaman anladım ki, daha önce aramızda bir tür barikat varmış. Şimdi ise onların kardeşi olmuştum. İçlerinden biri hergün bana Kur’ân öğretmeye geldi.
Yıl sonu geldiğinde üniversitede çalıştığım bölüm benden habersiz işime son vermişti. Mısır’dan ayrılacağım gün, aynada yüzüme baktım. Yüz aynı yüzdü, ama derinlerde başka bir insanı saklamaktaydı. Ben bir Müslümandım! Mısır’dan ayrılırken hâlâ bir hayret hâli içindeydim.