Filistinli ünlü siyaset adamı ve Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ)'nün ilk lideri Ahmet Şukeyri'nin hatıratından bir bölümünü yakın tarihimize ışık tutacak nitelikte.
Birlik Yolunda 50 Yıl
“Arap Hareketi”, “Arap Birliği” ve “Arap Milliyetçiliği” kavramları benim ömrümü geçmeyen üç yeni terim. Benden önceki nesil daha doğru bir ifadeyle bu neslin bir kısmı bu kavramları biliyor ya da bu kavramlardan bir şekilde haberdardı.
Ben ve benim kuşağımın kulakları bu kavramlarla zonkluyor, yüreğimiz bu kavramlarla doluyor zihnimiz ve duygularımız bu kavramlarla coşuyordu…
Darphanede paranın darpedildiği gibi bu üç kavramı darp eden sonra da elden ele cepten cebe dolaşmasını sağlayan benden önceki nesildi.
Bu tarihten önceki dört yüz yıl boyunca Osmanlı İdaresi döneminde ne aklımıza ne de dilimize ne Arapçılık Hareketi ne de Arap Birliği kavramlarından eser yoktu.
Bu uzun süre zarfında da kuşkusuz biz dilimizle, gelenek göreneklerimizle ve kültürümüzle Arap Ümmeti’ydik. Ancak Arap “kimliğimiz” arka plandaydı daha doğrusu başka bir kişilikle entegre olmuştu: O kişilik kuşkusuz o zaman Osmanlı şahsiyetinde, Osmanlı Devleti’nde yani İslam Halifeliğinde temsil edilen İslami şahsiyetti.
Allah’a en çok hamd ettiğim konulardan biri de çok keskin bir hafızamın olmasıdır. Hayatımın ilk yıllarındaki duygularım bile hafızamda saklıdır. Hafızamın deposunda bu üç terime ait görüntüler çok nettir. Sanki dün kamerayla çekilmiş bugün banyodan çıkmış gibi.
Milyonlarca Arap çocuğu gibi ben de bir “Osmanlı” çocuğu olarak yetiştim. Arapça konuşuyordum. Arap yaşam tarzının tekamül ettiği bir Arap şehrinde yaşıyordum. Yemeğimde, içimimde ve giyiyimde bir Arap gibi yaşadım. Ancak bütün bunlara rağmen ben bir “Osmanlı” idim. Bünyesinde en çok Arap ve Türkleri barındıran bir Osmanlı İmparatorluğu vatandaşı yani…
Araplar, Türklerin tabiriyle “Necip” milletti. Benim şehrim olan Akka da okulda Türk vatandaşı ailelere mensup çocuklar vardı. Ben o çocuklara “yedek” arkadaşlar derdim. Bu arkadaşlar kendilerine “Osmaniyyun” (Osmanlılar) derdi. Kimse onların bir gün bile kendilerine “Türk” dediğini duymamıştır. Bu arkadaşlar Türkçe ifadelerle kendilerini “Osmanlı” olarak tanıtıyorlardı.
Sabahleyin bayrağı selamlamak için onlarla aynı sırada beklerdik. Gözlerimizi ve ellerimizi yukarıya doğru kaldırarak dürüst bir huşu ve samimi bir ürperti ile Osmanlının Ay Yıldızlı bayrağına selama durur ve en duru sesimizle Türkçe olarak; “Padişahım Çok Yaşa” diye haykırırdık.
Bizim kuşağın o zamanki padişahı Sultan Mehmed Reşad idi. Lakabı iki karanın ve iki denizin Sultanı iki Harem-i Şerifin hizmetkarı idi. Ondan önceki padişah olan Sultan Abdülhamid’e yetişemedim. Zira tahttan indirildiği yıl olan 1908’de doğmuşum.
Sonra sınıflara girer Türkçe olarak yazılmış olan daha çok Osmanoğulları tarihini ve girdikleri savaşları anlatan tarih ve coğrafya kitaplarını okurduk. Biz bu tarihi okurken bize yabancı ve garip bir tarih okuyoruz hissine asla kapılmazdık. Zira o tarihimiz bu da devletimizdi. Padişahlar da padişahımızdı. Zafer kazandıklarında gurur duyduğumuz yenildiklerinde zillet hissettiğimiz padişahlarımız. Zira biz “Osmanlılardık” ve Osmanlılık hem milliyetimiz hem kimliğimizdi…
Bu milliyetimizden ve kimliğimizden de gocunmazdık. Tam tersine izzet, onur, iftihar ve kıvanç duyardık. Güzel motifleriyle Osmanlı mushafları bizi ne de cezbederdi.Ruslara ve Balkan halklarına karşı Osmanlıların kazandığı zaferleri anlatan Osmanlı marşları bizi ne kadar da sarsıyordu… Osmanlı Hümayun Tuğrasını taşıyan ve harika Osmanlı hattıyla: “Nüfus dairesine kayıtlıdır” ibaresi taşıyan doğum belgemizi cebimize koyduğumuzda benliğimizde hissettiğimiz gurur ve kibirin haddi hesabı yoktu.
“Osmanlılık” en üst kimlikti. Örneğin birisinden bahsederken “Muhammed: Arap asıllı Osmanlı” ve ya “Kemal: Türk asıllı Osmanlı” denirdi. Biz Türkler ve Araplar Osmanlı kimliği içine entegre olmuştuk. Osmanlı kimliği hepimizi gölgeleyen gökyüzü gibiydi. O gökten hepimize bereket ve hayır inerdi.
Küçükken “ruhum” böyleydi. Kuşağımın tümü de böyledi. Bu ruh bizim kalplerimize sonradan ekilmemişti. Bu ruh önceden kalbimizde büyümüş şairin atın üzerindeki süvariyi anlattığı şiirdeki gibi olmuştu:
Sanki onlar atın sırtında bitkiden tepe gibidir
Olabildiğince sağlam olabildiğince köklü
İşte sözkonusu bu ruh bu şekilde büyüdü ve serpildi. İçinde doğduğumuz ve büyüdüğümüz çevre tüm unsurları ve verileriyle “Osmanlılığı” temsil ediyordu.
Babam, amcamlarım ve amcam çocukları hepsi Osmanlıydı, Osmanlı Devleti’nin memurlarıydı. Bu devlette işbirlikçiler ya da satın alınmışlar yoktu. Devlet onların devletiydi. Bu devletin memurluğunu yaparken kendilerini ifade etmek için inançlarının canlı bir örneği olarak en iyi şekilde hizmet vermeye ve görevlerini samimiyetle yaparlardı.
Bu duygularını feyziyle yaşayan sadece bizim evimiz değildi. Şehirdeki halk da çoluk çocuk aynen benim gibi bu duyguları yaşıyordu. Çarşıyı gezer, büyük camiide namaz kılar, bayramları kutlar, düğünlere iştirak eder, cenazelere katılırdım. Bu tüm insanların sağ ölü herkesin duygularıydı. Uçsuz bucaksız Arap yurdundaki diğer şehirlerin de durumu aynen Akka gibiydi.
Ancak bu Osmanlı Kimliği üstündeki ağır gömlek yavaş yavaş düşmeye ve altında Arap kimliği belirmeye başladı. Beraberinde de Arapçılık hareketi, Arap Birliği ve Arap Milliyetçiliğini getirdi…
Bütün bunlar I. Dünya Savaşı ortalarında oluyordu. O zaman henüz sekiz yaşındaydım. Evlerde, sokaklarda, kahvelerde ve okullarda yeni bir söylem dillendirilmeye başladı: Türk Milletinden farklı olarak Arap Milleti denmeye başladı. Bunun yanında Türklerin (Cemal Paşa) Araplara yaptığı zulümleri duymaya başladık. Türklerin zulmünden bahsedilirken insanlarımızın Anadolu içlerine sürüldüğünü ve Askeri Mahkemelerin liderlerimiz hakkında örfi hükümler vererek kimisini sürgün ettiğini, kimisini darağacında kimisini kurşuna dizmek suretiyle idam ettiklerini duymaya başladık. Kulaklarımıza mensubu olduğumuz Arap milletini öven, medeniyetimizi ve kültürümüzü ön plana çıkaran Arapça marşlar ve Arapça kasideler çalınmaya başladı. İfadesini Arap milliyetçiliğinde bulan yeni bir kimlik keşfetmiştik artık. Ancak bu kimlik halen Osmanlı Kimliği çerçevesindeydi.
Bağımsızlık düşüncesi henüz düşüncelerimize sirayet etmemişti. Bizden öncekiler de öyleydi. Her ortamda ve her münasebette insanlar Osmanlı padişahına zafer istiyor ona olan desteklerini dile getiriyorlardı. Tüm müslüman kalabalıklar da hep bir ağızdan ihlasla ve dürüstçe amin diyorlardı.
Bu dönemde dillerde dolaşan kelime “ademi merkeziyetçilikti”. Bu kelimenin ne anlama geldiğini bilmezdik. Yalnızca Arap ırkı için iyilik kastedildiğini biliyorduk. Tabii biz büyüdükten sonra büyüklerimizin Osmanlı Devleti’nden ayrılmak istemediklerini Osmanlı egemenliği ve çatısı altında yalnızca reform istediklerini anladık. Tek istediğimiz bir çeşit Arap Özerk Yönetimi diye tabir edebileceğimiz Arap Eyaletleri için Ademi Merkeziyetçi bir yönetim biçimiydi. Ademi Merkeziyetçilik sloganıyla birlikte kalplerimize ve duygularımıza hitap eden başka bir slogan daha duymaya başladık. O slogan da bağımsızlık sloganıydı.
Yükselen Arap kuşaklarını anımsamanın bir sakıncası olmasa gerek. Çocukluğumuzda ne radyo ne televizyon vardı. Gazeteler de dedikleri gibi kırmızı kükürt kadar enderdi. Ancak buna rağmen gözümüzün önünde bağımsızlık olayları bir şimşek gibi çakıverdi. Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklanma ilan ettiğine dair haberler peşi sıra akmaya başladı. Şerif Hüseyin’in safına özgürlük yanlısı Araplar da katıldı. İngilizlerle ittifak kuran Şerif Hüseyin tüm Arapların tek kralı olacaktı. İnsanlar evlerde sokaklarda bu haberleri nakleden kişilerin etrafında toplanmaya başladı. Bir halka öteki halkanın, bu ev beriki evin gazetesini ödünç almaya başladı. Okur yazarların sayısı bir elin parmağını geçmezdi.
Ancak buna rağmen insanların büyük kısmı Osmanlı Devleti ve Osmanlı Halifesi’nden yanaydı. Şerif Hüseyin’in İslam’dan çıktığına inanıyorlardı. Zira Alemlerin Rabbi’nin halifesi olan Halife Mehmed Reşad’a isyan bayrağı açmıştı. Osmanlıya duyulan duygular çok derin dini duygulardı. Müslüman müslümanın kardeşidir… Sizden olan ululemre itaat edin. Arabın Arap olmayana üstünlüğü yoktur. Üstünlük yalnızca takva iledir. Sizden olan ululemre itaat edin. Başınızdaki habeşli bir köle bile olsa ona itaat edin... Evet alimlerin çağlar ve kuşaklar boyunca mümin halklara öğrettikleri şeyler bunlardı.
Gazi Mustafa Kemal’in I. Dünya Savaşı akabinde Yunanlılara karşı elde ettiği zaferden sonra müslüman toplulukla birlikte Şükür namazı kılmak için Cezzar Ahmed Paşa Camisi’ne girdiğim ilk günü daha dün gibi hatırlıyorum.
Ancak yeni nesil Arapçılık davasını gütmeye ve Osmanlı gömleğini üzerinden çıkarmaya başladı. Mustafa Kemal’in Türkiye'de Kılık kıyafette devrim yapması, laikliği ilan etmesi, batıya yönelip Arap Alfabesini kaldırıp yerine Latin harflerini getirmesi ve Mustafa Kemal yerine kendisine Atatürk ismini seçmesinden sonra bu kuşağın Arapçılık gerekçesi daha da güçlenmeye başladı.
Türkiye'nin bu uygulamalarının ardından müttefiklerin ihaneti de geldi. I. Dünya Savaşı sırasında verdikleri sözlerinden caydılar. Manda kisvesi altında ülkelerimizi doğrudan yönetmeye başladılar. Arap Ülkeleri arasında engeller koydular. Böylece Arapçılık Hareketi parçalanma yerine birliği, işgal yerine bağımsızlığı dile getirme konusunda yeni bir beslenme kaynağı bulmuştu.
Çocukluk dönemi geçti bir parça anlayış bilinç ve duyarlılık sahibi birer öğrenci olduk. Arapçılık hareketi sürecini takip ediyoruz. Çevremizde ve etrafımızdaki Arap ülkelerinde Arapçılığa dair haberler derliyoruz. Göstericilerle birlikte gösterilere katılıp slogan atanlarla birlikte Arap Birliği için sloganlar atıyoruz..
Yirmili yılların başında bizim için birlik Okyanustan Körfeze kadar değildi, Toroslardan Refah’a kadardı. Bu sloganı sokakta işittiğimizde görmezlikten gelirdik. Sonra bunu okulda harita üzerinde öğrendik.
Günler geçti siyonizmle savaşımız başladı. Nefsi müdafaa doğası gereği bizi kurtaracak bir birliğin olması algısına vardık. Zira biz yoksul ve küçük bir halkız. Düşmanın gücü ise bizi kat kat aşmaktadır. Hem de yüzlerce kat. O tarihten itibaren ulusal sloganımız şu oldu: Arap Birliği
Balfour deklarasyonunu duymadan ve yahudi göçüne şahit olmadan önce Arap Birliği’ne bir marş ve beste, bir izzet ve gurur gözüyle bakardık. Ancak ondan sonra Arap Birliği bizim için bir kurtuluş ve kurtarma projesiydi. Bir var olma mücadelesi. Ya vatanımızda oluruz ya da değil. Ya bir halk olarak kalırız ya da parçalanır gideriz.
Hayatımızın çocukluk ve gençlik dönemlerinde bu bizim vicdanımız ve fikrimizdi. Bu hesabımız ve takdirimizdi. Günler geçtikçe bu bizde daha derinleşti daha kökleşti. Bu durumu anlamak için ektsra bir dehaya gerek yoktu. Topraklarımıza yapılan kesintisiz Yahudi göçünü görüyorduk. Yahudi yerleşim yerleri günden güne büyüdüğünü görüyorduk. Arap ümmeti olarak varlığımıza dair endişe duymamız normaldi. Kurtuluşumuzun ve bize musallat olan tehlikeden kurtulmanın tek yolunun birlik olduğunun farkındaydık.
Gençken Filistin’de böyle görüyordum. Benim kuşağım gençler de öyle. Arap Birliği’nin hayat memat kriteri olarak görüyorduk. Ki o dönemde tehlike henüz daha başlangıç aşamasındaydı. Filistin halkının ve Arap Ümmeti’nin başına gelen felaketlerden müteşekkil 50 yıllık süreç geçmemişti.
Filistin’de siyonist tehlike büyüdü. Birliğe olan inancımız da büyüdü. Filistin Davası Arap Birliği yolunda en büyük motivasyon faktörü olmasa bile en büyüklerinden biri haline geldi. Sonra Arap Birliği Meşalesini yakan sağlam bir ışık olarak Filistin ayaklanmaları başladı. Filistin davası karşısında tek bir ulusal bilinç ortaya çıktı. Ortak bilinç ortak mücadeleye dönüştü. Etrafımızdaki Arap halkları ayaklanmaya başladı. Aynı anda grevlere gitmeye başladılar. Aynı gösteriye katıldılar.Kahramanlarını bizimle birlikte ortak düşmana karşı savaşmak için savaş meydanlarına gönderdiler.
Bütün bu olayların konvoyuna takıldım. Olayların sloganı Arap Birliği’ydi. Bizim kuşak bu slogan altında savaştı. Kimi hapse girdi. Kimi işkence gördü. Kimi şehit oldu. kimi ise sağ kaldı. Verdikleri sözü “Hiçbir şeyle de değişmediler.”
Otuzlu yılların sonunda İngiliz makamları beni tutuklamak istedi. Ben de Suriye’ye kaçtım. Sonra Lübnan’a sığındım. Oradan Mısır’a geçtim. Arap Milliyetçiliği yandaşlarıyla Firavunculuk Eğilimi taraftarları arasında en şiddetli tartışmaların olduğu bir dönemde Arapçılık akımın önderleriyle buluştum. O zaman konuyla ilgili benimle kör ama basiretli Dr. Taha Hüseyin arasında çok ateşli bir tartışma programı düzenlenmişti.
Sonra II. Dünya Savaşı patlak verdi. Müttefikler tıpkı I. Dünya Savaşı’nda olduğu gibi Arapları yanlarına çekecek bir tek slogan olarak “Arap Birliği “ sloganından başka bulamadılar: Zira bu slogan kalpleri kendisine çekiyordu.
Kırklı yılların başında memleketim Akka’ya döndüm. Bir kaç hafta sonra İngiliz Radyosunda İngiltere Dışişleri Bakanı Mr. Eidin’in, meşhur demecinde Arap Birliği’ne çağrıda bulunduğu demecini dinliyordum. Sonra haberler Mısır Başbakanı ve el-Vefd Partisi Başkanı Muastafa en-Nahhas Paşa’nın “Birleşmiş Arap Milletleri Birliği” kurmak üzere yedi Arap başbakanını istişare için toplantıya çağırdığını naklediyordu. O zaman bağımsız olan Arap devletleri, Doğu Ürdün, Mısır, Irak, Suriye, Lübnan, Yemen ve Suudi Arabistan’dı. Listenin ilk üç sırasındaki ülkelerde bağımsızlığın beli işgal altında bükülmüştü.
Allah’ın iradesi ve Suriye’deki liderlerle olan eski dostluklarım sayesinde Suriye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Sayın Şükrü el-Kuvvetli’nin özel temsilcisi oldum. Onun mesajını alıp Mısır Başkanı Mustafa en-Nahhas’a götürüyordum. Böylece birleşme görüşmelerine yakından şahit olarak konunun her aşamasını Şam’a rapor ediyordum.
Arap Birliği yolunda ilk adımı burada atmaya başladım. Konuyla ilgili görüşmeler için İskenderiye’deki Antonideas Sarayı’na da girdim Kahire’deki Zaferan Sarayı’na da. Sevincini de sıkıntısını da yaşadım. Arap Birliği için İskenderiye Protokolü’nün nasıl düzenlendiğini bildim. Birlik yolunda ilk adım olarak Arap Ülkeler Ligi anlaşmasının nasıl düzenlendiğini de. Ya da devlet başkanları, bakanlar ve büyükelçiler böyle demişti.
Bu dönemde Mısır’dan Mustafa en-Nahhas, Necib el-Hilali, Salahaddin, en-Nakraşi ve Abdurrahman Azzam’ı tanıdım.
Suriye’den Sadüllah el-Cabiri, Cemil Merdem ve Faris el-Huri’yi tanıdım.
Irak’tan Nuri es-Said’i tanıdım yalnızca. Irak hakimiydi. İktidarın içinde ya da dışında.
Lübnan’dan Riyad es-Sulh, Abdülhamid Kerrami ve Henry Firavun’u tanıdım.
Ürdün’den Tevfik Ebül Huda ve Semir Rifai’yi tanıdım.
Suudi’den Şeyh Yusuf Yasin ve Hayreddin ez-Zarkali’yi tanıdım.
Yemen’den Yemen İmamı’nın dediği gibi Yemen’in sessiz temsilcisi (el-Veled Hüseyin el-Kebesi) tanıdım.
Benim bu adamlarla diyaloğum ve sırlarım vardı. O gün Arap Ümmeti’nin geleceği bu sırlara bağlıydı, bu diyalogla bağlantılıydı.
Bundan sonra başka bir dönem geldi. O dönemde Arap Birliği Teşkilatı’nda genel sekreter yardımcısı oldum. Sonra Suriye’nin seyyar büyükelçisi. Sonra Suudi Arabistan’ın BM Büyükelçisi oldum. Sonra Filistin Kurtuluş Örgütü’nün ilk başkanı olarak seçildim.
Bu dönemde bütün aşamalarıyla birlik konvoyunun esiriydim. Arap Birliği teşkilatı içerisinde nasıl tökezlediğini gördüm.
Teşkilat dışında da bunu gördüm. Suriye-Mısır Birliği’ne sevindim, ayrılmalarına hüzünlendim. Mısır, Suriye ve Irak arasında kurulan birliğe heyecanlanırken birliğin kaduk kalmasıyla sarsıldım. Mısır ve Irak birleşik siyasi yönetimden dolayı içime hayır dolarken bu ortak yönetimin kaderi beni hayal kırıklığına uğrattı.
Bu birliklerin yanırısa Amman ve Bağdat arasındaki Arap Haşimi Birliği ve Yemen el-Mütevekkeli krallığının girdiği “Birleşik Arap Devletleri”ni gördüm.
Bu dönemde Mısır devrimine şahit oldum. Başkan Cemal Abdunnasır ve Mareşal Abdulhakim Amir’ı gördüm.
Suriye’deyse Şükrü el-Kuvvetli, Salah el-Baytar, Ekrem el-Horani ve Dr. Nazım el-Kudsi. Bunları çok yakından tanıma fırsatım oldu.
Irak’taysa Mareşal Abdüsselam Arif’i tanıdım. Eskiden tanıdıklarım başka.
Kahire Konferansı’nden başlayarak Hartum Konferansı’na kadar zirve toplantılarda Arap kral ve devlet başkanlarını tanıdım.
Benim bunlarla diyaloğum vardır. Onlarla beraber sırlarım vardı. Bütün bunlar kitabımın konusu olan Arap Birliği konusu dolayısıylaydı.
İşte bunlar benim anılarım ve notlarım, krallarla devlet başkanlarıyla diyaloglar ve sırlar. Arap okur bunları okuduğunda sebepleri ve sebeplerin arka planını bilecektir. 1920 yılından başlayarak 1970 yılına kadarki 50 yıllık Arap Birliği serüvenini görecektir.
*Filistinli ünlü siyaset adamı. 1908 yılında doğdu, 1980 yılında hayata gözlerini yumdu. Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ)'nün ilk lideridir.
Bu makale Mehmet S. Direk tarafından timeturk.com için tercüme edilmiştir.