Karadeniz yaylalarında vargit çiçekleri vardır. Vargitler yaylacılara köyünüze dönün der. Yaz bitip de kış yüzünü göstermeden evvel, soğuk hava kapıya koymadan, kibar bir “güle güle, haydi herkes evine” ihtardır bu çiçekler. Dünya belli aralıklarla vargit çiçekleri yollar birilerine böyle. Kafkaslar’da açmıştır bir ara, dünya kadar insan yollara düşüp, Anadolu’ya akmıştır.
Bir ara Rumeli’ne düşüp, “Gidin artık” demiştir, çok kaldınız burada. Kafkas, Gürcü ve Rumeli göçmenlerini çok izleme fırsatım oldu. Hepsinin farklı karakteristik özellikleri olmakla birlikte, özellikle ihtiyarlarının ortaklığı susmaktı. İhtiyarlar geldikleri yerlere dair hiç konuşmuyorlardı.
Bir daha dönmenin, dünya gözüyle görmenin imkansızlığı, umutsuzluğu muydu susturan, bırakmış olmanın kırdığı gurur mu bilmiyorum. Ama ihtiyar kadıncıklarının vara yoğa ağlayan hallerinde bir tek memleket hasretini göremezsiniz. Gözündeki yaştan bile sakınırlar geldikleri yeri.
Her şey konuşulur, her şey anlatılır, bir tek o yer anlatılmaz. Anlatılsa da işte, ağacı kuşu. Çeken,
çektiğini dillendirmeyi düşüklük addeder. Ben bunun benzerini Boşnak kadınlarında da görmüştüm, savaştan sonra. Yaşadıklarını dillendirmiyorlardı. Halbuki sanıyor ki insan, göçenler ilkokul kitaplarımızın Orta Asya göç yolu haritaları gibi oklar çıkaracaklar kalplerinden, nereden nereye akmışlar anlatacaklar. Bu susuş hem gurur veriyor insana, hem de sözlü tarihin gelişememesine sebep olduğu için kırmak istiyor bunu.
İspanya’da katliamdan kurtulan pek az Müslüman olmuş. Artık nasıl, ne şekilde olmuşsa olmuş, bir avuç da olsa kalmışlar. Kalanlara diğer İslam ülkelerinden göçenler eklenmiş. Özellikle de Fas’tan.
Bir şehir en iyi kaybolarak keşfedilir şiarınca Kurtuba sokaklarında kaybolduk bir gün. Hafızamızın her zerresine alabildiğimiz kadar çok resim, koku, anı saklayabilmek açgözlülüğüyle gezerken, Seferad anı evini fark ettik bir ara sokakta. Burası Sefardim Yahudilerinden kalma bir yerdi. Müze-hediyelik eşya dükkanı arası bir mekan.
Bu gibi durumlarda kalbim bir garip çarpıyor. Sefardimler Osmanlı’nın kucak açtığı Yahudiler. Şu kadar yüzyıl sonra hala sanki aşinalar. Hala, kol kanat gerdiklerimiz onlar neredeyse. Dünya politikaları kaç defa tersyüz olmuş, çıkarlar değişmiş, ilişkiler başka başka yüzler almışsa da hafıza sadece son fotoğrafı yegane gerçek olarak kabul etmiyor bir türlü.
Filistin meselesi ve vaktiyle evimize sığınmış Sefardimler kalbimin iki ayrı ucunda köşeler kapmışken,
aklım üçüncü köşeyi tuttu. Dördüncü köşe için bakalım ne olacak derken, kendimi bu merkezin içinde buldum.
Güler yüzlü, esmer, tombulca bir hanım son derece kibar bir biçimde “hoş geldiniz” dedi. İçimden acaba bizim Müslüman olduğumuz fark etmiş midir, nasıl bir Yahudi’dir, Filistin katliamı hakkında ne düşünüyordur, sohbet edebilir miyiz diye düşünüp, bir yandan da tezgahtaki eşyalara bakarken birden onu gördüm. Hz. Fatıma’nın eli idi bu.
Hani vardır ya evlerimizde. Gümüşten olur genellikle. Eskiler Fatma Anamızın elinin olduğu ev yanmaz derler. Bilmem yalan bilmem doğru. Ama o el hep vardır evlerimizde. Bir de doğum yapan kadının evinde suya ıslatılan bir Fatma Anamızın eli daha vardır ki, o da açıldıkça doğumu kolaylaştırır derler yine, eskiler.
Bir Seferad anı evinde çocukluğumun efsunlu eline yaklaştım. Bu el bizimdi, bizden. O halde ne işi vardı bir Yahudi merkezinde? Gülümsedi esmer kadın. Yahudi inancında bu elin Hz. Musa’nın kardeşi Meryem’in elini temsil ettiğini ve beş kitabın sembolü olduğunu söyledi.
Elin Yahudilerce kutsallığını anlattı. Bereketten, iyilik dileklerinden söz etti. Ben de kapıda kalbimden ve aklımdan geçen ne varsa unutup, bizim için de Hz Fatıma elinin ne kadar manidar olduğunu, ehli beyti anlatıyordum ki “Biliyorum” dedi kadın.
Gülümsedi ve şehadet getirdi. Son kısmı birlikte söyledik. Birbirimize baktık, o da Müslüman’mış meğer. Faslı bir Müslüman. Buraya kendisinin de bilmediği bir zamanda göç etmiş büyük anneleri. Şimdi burada, bir Sefardim merkezinde çalışıyormuş. Sohbet ettik. Boğazımızda düğüm olan göçlerden konuştuk. Buraya gelen kadar bizim büyüklerimizin de kaç tane göç yaşadıklarını, geride bıraktıklarını, geldiklerinde bulduklarını anlattık. O, ben ve eşim, üç göç artığı, vargit çiçeklerinin kokusunu daha doğmadan bilenler olarak, birkaç dakikada anlaştık.
Endülüs, yine yapmıştı işte yapacağını. Meryem’in eli ve Hz. Fatıma’nın eli az ötede çalan kilise çanının sesiyle birlikte sürdürüyordu macerasını.
Elif YUNAK / İspanya / Haber 7
elifyunak@gmail.com