EĞİTİME FARKLI BİR BAKIŞ
Yazarı : Selim AYDIN
Yayınevi : TÖV
Baskı : İzmir / 1993 / 244 shf.
BUGÜNKÜ EĞİTİM SİSTEMİNE GENEL BİR BAKIŞ
Bugünkü Eğitim Sistemimize Kritik Bir Bakış.
Ezbere dayalı olan öğretim sistemimizde bilgi yüklenilmesi ağırlıktadır. Özellikle bilgi yükleme. İlköğretimde, çocuk kendine yabancı olan bir yaygın bilgiden mesul tutulmakta. Özellikle düşünmeye yer verilmeyen, araştırmaya yönlendirmeyen eğitim sistemi ilkokuldan üniversiteye kadar öğretmenin söylediklerini ezberlemeye, imtihanlarda nakletmeye yönlendirilen öğrenci ilmi düşünmeyi gerçekleştirememektedir.
Öğrenci, bilgi yığılan bir nesne olmaktan çıkarılıp, anlama ve bilgi üretme dönemine giren bir özne vasfını kazanınca daha ilkokuldan başlayarak ezberlemeye değil; anlamaya yönelik bir eğitim gördüğünde, yüksek öğretim sırasında artık yalnız öğretim üyesinden birşeyler öğrenen kişi olmaktan çıkıp, kendisi de birşeyler inceleyen araştıran, derse katkıda bulunan bir kişi olacaktır.
Toplumumuzda Kişilik Gelişimi ve Eğitim
Bugün ileri toplumlarda çocuğa aile zenginliği veya onun statüsü değil, güven duygusu, beceri ve sorumluluk kazandırılmakta. Çünkü ‘Kendisini yönetmeyen aciz ve güvensiz insanı, başkalarının kuralları yönetir’. Çocuk değişmez bir zeka ile doğmaz. İlmi çalışmalar zekanın en hızlı şekilde 8 yaşından önceki dönemde geliştiğini ortaya koymuştur. Çocuğa kendine ifade fırsatı verildiği ölçüde gelişir. Küçük yaştan itibaren ona kendine has fikirlere sahip olması ve düşüncelerini belirtmesi için yardımcı olmalı. Yapılan anketler, üniversitede okuyan gençler arasında yüksek oranda yetersizlik ve güvensizlik duygusunun var olduğunu göstermektedir.
Çocuk deneyerek daha kolay öğrenir. Gençlerimiz hep ‘yanılmak korusu’ ile pasif ve çekingen kalmıştır. Bunun da sebebi çocukların hata yapmalarının da onlara güven duygusunun verilmeyişidir. Emeğin ve çalışmanın takdir edilmediği bir toplumda gençlere sürekli ‘çalışın’ demenin hiçbir pratik değeri yoktur.
BUGÜNÜN DÜNYASINDAKİ DEĞİŞİK EĞİTİM
Okulu başarılı yapan şeyler sadece para ve emekle satın alınan veya yaptırılan, güzel binalar ve kaliteli eğitim teknolojileri değil, aynı zamanda öğretmene, onun yetişmesine ve problemlerini çözmesine önem veren zihniyette insanların olması ve paranın öğretmen için harcanmasıdır. Bugün Japonya ve Almanya, okullarında öğrenci başına, A.B.D.’den % 50 daha az para harcamakta. Bununla birlikte birçok konuda A.B.D.’den daha ileri seviyededirler. A.B.D. binalara ve yönetime daha fazla para harcarken, Japonya ve Almanya Yönetim ve binalardan ziyade, öğretmen maaşlarına daha fazla ödemekte.
Osmanlı medreselerinde hocalara günde 50 ile 100 akçe talebelere de 7 akçe burs verip sosyal hayatlarını garantiye almıştır. Bütün eğitim elemanlarının yeme ve içmeleri bedavaydı. (O devirde birkaç akçe ile bir koyun alınmakta idi. Bugünle kıyasını varın siz yapın.)
Ayrıca eğitim sistemleri kaliteli olan ülkeler, öğrencileri daha fazla tutarlar. Mesela, Japonya’nın öğretim süresi bir yılda 240 gün, Almanya’da 210 gün, Türkiye’de ise yaklaşık 180 gündür.
Dünyada matematik öğretiminde en iyi olan Hollanda’da farklı ve ilgi uyandırıcı yapıdaki cisimler derste kullanılır. Gerçek dünyadaki cisimler derste de kullanılır. Çocukların öğrendikleri şeyler onların hayatlarıyla bağlantılıdır. Bilimi, teknolojiye aktarmada en iyi olan Japonlar, diğer ülkelerle kıyaslandığında, avukattan, hukukçudan fazla mühendis ve teknik eleman yetiştirirler.
Japonlar Osmanlı’ların Enderun mektebindeki uygulama ağırlıklı eğitimi benimseyip tatbik etmektedir. Yeni Zelanda’lılar okuma ve anlama kabiliyetini en iyi gerçekleştirenlerdir. Yeni Zelanda’lıların bu metodu, Osmanlı medreselerinde tatbik edilen metoddur.
Öğretmen eğitiminde en başarılı olan Almanya’da öğretmenler, rahat şekilde orta sınıf seviyesinde maaş alırlar ve haklar verilir; ağır bir eğitimden geçirilir. Mesela, Almanya’da bir müzik öğretmenin müzikde veya İngilizce’de master alması mecburidir.
Enderun Mektebi
Enderun mektebi Osmanlı’daki üstün beyin gücünün eğitimi için kurulan 21. asra girerken, ülkelerin benimsediği, hedeflediği eğitim modelinin pek çok yönünü ihtiva eden eğitim müessesesidir. Yeni Zelenda’lıların örnek aldığı eğitim sisteminde öğrenciler yaşlarına göre değil, ilerleme hızlarına, anlama ve kavrama seviyelerine göre gruplandırılırdı. Sınıflar 15’er kişilik olup, her 15 kişiye bir sınıf öğretmeni atanırdı. yine Yeni Zelenda’lılara belletmen sistemini Enderun Mektebinde 10 kişilik öğrenci gruplarına öğretmenden ayrı olarak Lala (rehber) verilirdi. Lalalar kıdemli ve başarılı öğrenciler arasından seçilirdi.
Tanzimat’tan Günümüze Eğitimdeki İnsan Modeli
Tanzimattan sonra ülkemizde Batı’ya ve onun değerlerine bir yöneliş vardır. 1840-1900 yılları arasında Osmanlı toplumunda eğitiminde Batılılaşma ve laikleşme adına çok önemli değişiklikler yapıldı.
1839’da ilk önce askeri sahada batılılaşmaya yönelik reform hareketleri daha sonra, eğitimde, adalet sisteminde ve bürokraside yapıldı. Ülkenin en önemli eğitim kurumları Batılılara teslim edilmesi çok kısa bir zaman sonra açık bir şekilde görülmeye başladı.
Çünkü pozitivist ve materyalist bir eğitim sisteminin uygulanışını, Mc.Farlena hayretler içinde müşahede etmişti. Yabancı okulların açılmasına hız verildi. 1867’de Fransız Devletinin maddi ve manevi büyük yardımlarıyla Fransızca eğitim ve öğretim yapan Galatasaray Lisesi kuruldu. yıllarca imparatorluğun yönetici kadrolarını aydınlarını, yetiştiren bu okulun müdürü ve hocalarının çoğu Fransızdı.
LONDRA’DAN EĞİTİM SİSTEMİMİZİN GÖRÜNÜŞÜ
Lisanımız
Dünyada dil zenginliği kelime açısından, birincisi Arapça ikincisi Fransızca üçüncüsü İngilizce olmasına rağmen İngilizce’den Türkçe’ye tercümede ne kadar zorluk çekildiği malumdur. Çünkü Türkçe’deki bir kelime, az bir nüansla İngilizce’de 60-70 kelime karşılığıdır. Bu da bizim öz Türkçe adına dilimizin ayıklama adına doğurduğu zorluklardandır.
Eğitim görmüş bir İngiliz, Shakespeare’in ve en azından 1800’lerde yazılmış eserlerin dilini rahatça anlarlarken; 1900’lerde Türkçe olarak yazılmış eserler bir Türk vatandaşına yabancı gelmektedir. Bizim Osmanlı’da eleştirdiğimiz ‘halk ile Ulema arasındaki kopukluğun en büyük sebebi olan ‘kullanılan kavramların ve sözcüklerin farklı oluşu’ gibi; İngilizce’de de akademik bilim İngilizce’si ile halkın konuştuğu İngilizce farklıdır. Yine liseyi bitiren bir İngiliz vatandaşı, ana dili İngilizce’den yeterlilik imtihanına girmek zorundadır.
‘Git Doktoranı Yap Gel’ Mantığı
1960’lı yıllardan beri yurt dışına öğrenci ve kamu görevlileri gönderilmesine rağmen hala ülke ve millet çapında Batının bilim ve teknolojisini alarak onu geliştirmiş değiliz. Japonlar bu işi 20-25 yılda gerçekleştirdi. 4-5 yıllık masrafı bugünkü değerlerde 300-350 milyon lira dolayında olan ve her yıl 150-200 öğrenci gönderilerek sayıları 1000 olan ve 1500 tane de kendi imkanlarıyla giden bu öğrenciler spastik olarak ne çalışacaklarını ve döndüklerinde nerelerde istihdam edilip, millete nasıl faydalı olacaklarını bilmiyorlardı. Sonuç ortada: Ülkelerine geri dönenlerin oranı % 30’dur. Ülkelerine dönenler de ya yanlış işlerde istihdam ediliyor, veya bürokratik engellemelere kurban gidiyor. Devletin ‘Git doktoranı yap gel’ mantığı öğrencilere önceden mesuliyeti vermekte. Yurt dışında doktora yapan öğrencilere de hazır bilgilerin olduğu tezler hazırlattırılmakta (Örneğin Rusya’daki Müslüman Türkler).
İngiliz Eğitim Sistemi.
İngiltere’de devlet okullarının yanında en az onlar kadar yaygın özel okullara 7 yaşında alınır, Lise bitinceye kadar da bu okullarda yatılı kalınır. Buradan mezun olanlar da ülkeyi yönetir. İdarecilerin % 80 bu okullardan mezundur.
Batıdaki İlmi Gelişmeler Ve Biz
Bugün Batı dünyası, Düşünce ve fikir bakımından kriz dönemi yaşamaktadır. Bilim ve din arasındaki 150 yıllık mücadelenin artık sona erdirilmesi gerektiği inanç ve bilginin insanın iki temel ihtiyacı olduğu hususlarında pek çok Batıllı bilim adamı ve düşünür kampanya başlatmış bulunmakta. Oysa 1920’li yıllarda Avrupa’da moda olmuş dinin ve inancın gereksiz ve manasız olduğunu ileri süren ‘Mantıki Pozitivizm’ isimli materyalist bilim felsefesi gözlüğü ile yıllardır Türkiye’deki Müslümanları değerlendiren bir grup aydın, özellikle okumuş insanların dine alaka duymaya başlamasını ve dindarlaşmasını mantıki pozitivizm felsefesi çerçevesinde anlamıyorlar. Gerçekte mantıki pozitivizm Hristiyanlığa karşı bir cevaptır. Oysa bizim aydınımız Batıda Hristiyanlık için verilen hükümleri, memleketimizde İslamiyet üzerinde infaz ettiler.
Batının Bilim ve Teknolojideki seviyesine niçin ulaşamıyoruz? Yaklaşık 150 yıldır Batı’ ile sıkı bir alış veriş içinde bulunuyoruz. Bizim toplumumuzda Batıdaki gibi sosyal değişimlere bağlı olarak halkın yapısına uygun kurulmuş ve oturmuş müesseseler mevcut değil. Batının üniversitelerinde memleketimizin ve üniversilerimizin ihtiyaç duydukları konularda, ama çok plansız şekilde küçük bir noktada, kompleks ve pahalı teknoloji ve laboratuar cihazlarını kullanarak, akademik kariyerini tamamlamakta ve ülkemize -eğer vatanperver ise- geri dönmektedir. Göreve başladıktan sonra, Batıda başarılı sonuçlar elde ettiği sistemi, ortamı ve ilmi araştırma atmosferini bulamamakta; üç beş yıl içinde araştırma, okuma aşk ve şevkini kaybederek rutin şekilde dersini veren sisteme adapte olmuş biri veya o üniversiteyi terk edip zengin olma yollarını araştırmaktadır.
MUCİD YETİŞTİRMENİN ÖNEMİ
Durmadan ortaya çıkan yeni problemler karşısında, milletin, hürriyet, refah ve saadetlerini sürdürebilmesi mucid ruhlu insanların yetiştirilmesine bağlıdır. Bilim, teknik ve ekonomide büyük ilerlemelerin hayal gücüne ve üstün zeka, hızlı problem çözme gibi zihni kabiliyetlerin eseri olduğunu çok önceden fark eden bu ülkelerin bilim ve fikir adamları yıllardan beri araştırma yapmaktadırlar.
Bu düşüncelerin akis uyandıracağı anlaşılabileceği çeşitli mesleklerden bir aydın grubuna sahip olmaları da onlar için ayrı bir talih olmuştur. Zaten Almanların 41, Amerikalıların 40, İngilizlerin 32 Nobel mükafatı kazanmalarına karşılık, Müslümanların bir tane bile Nobel Ödülü yoktur.
Dünyanın Dahi Yetiştiren Merkezleri
20-30 yıldır ‘yüksek zeka ve mucitlik testleri’ geliştirerek toplumlarını testlerle sistematik olarak tarayan İsrail, Çin, eski Sovyetler Birliği ve A.B.D. üstün zekalıların eğitimi için özel okullar ve üniversiteler tesis etmiştir. Mesela İsrail’in (Cudin şehrinde ‘Ofek’ isimli özel bir dahi okulu vardır. Bu okulun öğrencilerinden ‘Dan Glük’ 5 yaşında iken İsrail hükümetine yazdığı bir mektupta Filistin meselesinin çözümü için ayrıntılı bir barış planı hazırlayıp teklif etmişti. Okulun en başarılı öğrencisi olan Dan Glük’e geleceğin Einstein’i olarak bakılmaktadır.
Novossibirsk’te dahilerin eğitimini profesörlerin üstlendiği Sovyetler Birliği’nin açtığı dahi okulunun eğitim süresi 3 yıldır.
Mucidler Nasıl Keşfedilir?
Mucidliğin temel işleme mekanizması olan diverjant düşünce, mevcut bilgiye dayanılarak yeni orijinal değişik alternatif ve çözümler üretilmesinde iş görüşü mucidliği ölçen geliştirilmiş özel testlerle mucidler keşfedilir; I.Q. testi ile zeka seviyesi ölçülür. Mucid kimseler, teknik konularda daha çok okurlar. Kendi uzmanlıklarının farklı alanlarıyla ilgili mesleki litaratüre aşırı ilgi duyarlar. Gençliklerinde çok şey okumuşlardır. Kendilerine ait şahsi dökümantasyon çalışmaları vardır.
Mucid Şahsiyetlerin Vasıfları
Mucidlerin gruplandırılmış vasıflarının bazıları: Kararlarında bağımsız, egosu kuvvetli, enaniyetli, kendine güvenen, dediği dedik, herşeyi kolay kolay kabul etmeyen: ferdiyetçi tiplerdir. Şevkli, istekli, hırslı, kendi kendine öğrenebilen, ırarlı ve çalışkandır. Güzel değerlendimeler yapabilen, analiz ve sentez güçleri kuvvetli, anlayışlı ve kavrayışlı, yüksek muhakemelidirler. Bunlar ‘ben merkezli’ olmalarından dolayı kolayca kayıp sapabilmektedirler.
EĞİTİM NASIL OLMALI
İsteklerin Tatmin Edilme Sürecinde Eğitimin Önem
İnsanın çevresine karşı organik ve sosyal intibakının şeklini istek, hedef, engel arasındaki karşılıklı münasebetler belirler. Bunun için başta isteği değerlendirmek, onun önemini ve karmaşıklığını fark edebilmektir. Problem çözme ile ilgili vakaları öğrenmesi problem çözmeyi kolaylaştırmaktadır. ‘Karar vermeden önce düşün, sonra kararını ver’ tembihi gözönüne alınarak istekleri yerine getirmeden önce, o istekle alakalı bütün malumatları gözden geçirmeli, varsa tecrübeleri dinlemeli ve diğer ihtimalleri düşünüp tartmalı ve ona göre, o isteği yerine getirip getiremeyeceğine karar vermeli.
Eğitimde Öğrenci Boyutunun İlk Sıraya Konmasının Önemi
Eğitim ve öğretim müfredatları öğrenci boyutu vurgulanarak hazırlanır. Öğrencinin yaşı, çevresi, ilgi alanları bu sistemde önemlidir. Öğrenciye verilecek bilgiler, öğrencinin daha önceki eğitimine, nasıl yetiştiğine ve onun şartlarına uygun hazırlanır. Kısaca öğrenci merkezli bir eğitimde, öğrenci sistemin temelidir.
Öğrenmede Alternatif bir metod: Grup çalışması
Grup çalışması ile sıcak bir atmosferde; anlatırken öğrenme, dinlerken öğrenme, tartışırken öğrenme, soru-cevap tarzında öğrenme, gibi çok geniş imkanlar ortaya çıkmaktadır. Böylece öğrenciyle birlikte mücadele etme, birlikte başarma birlikte sevinme, kısacası ‘Biz’ olma duygusunu kazandırma fırsatı verir.
Okuma-Yazma Ve Sözlü Anlatımın Geliştirilmesi
Öğrencilerin duygularını, izlenimlerini, tecrübelerini şiir, hikaye fıkra türlerinde dile getirebilip yayınlayabilecekleri bir okul gazetesi çıkartma, öğrenci odaklı eğitimin uygulamasına bir model olabilir. Bu tür faaliyetler hem öğrencinin aktif atılımını sağlayarak kritik düşünmeyi pekiştirecek, hem de dili güzel bir biçimde kullanmasını sağlayacaktır.
Eğitimde Yabancı Dilin Önemi
Birçok sahada ortaya çıkan yenilikleri izleyebilme ya da diğer toplumlara aktarabilme, böylece yaşadığı çağı kavrayabilme bugünün insanı için önemli bir ihtiyaçtır. İlkönce hangi alanlarda ne tür bir yabancı dile gerek duyulduğunu belirledikten sonra, bu dillerin, kullanımında hangi kabiliyetlere ne seviyede öncelik verileceği kararlaştırılmalıdır.
Eğitimde Kitle İletişim Araçlarının Önemi
Kitle iletişim araçlarının kullanıldığı eğitim-öğretim ortamında çocuk ve gençler kendi hızları içinde kendi ilgi ve kabiliyetlerine uygun konuları, kendi çabası ve öğretmenin rehberliği ile öğrenme fırsatına sahip olacaktır.
Bilgisayar Destekli Eğitim
Multimedia ürünlerinin kullanılmasında elde edilen netice şudur: Alışılagelmiş öğretim metodlarına (kitap ve tahta) kıyasen kişiyi daha uzun süreli ve derin bir alakayla mevzua yönlendirmesidir. Ayrıca kişi daha uzun süreli anlaşılmış, sindirilmiş bilgiye sahip olmanın yanında, bilginin nasıl, nerede kullanabileceği hususunda tecrübe kazanır.
Öğrencinin bilgisayarla etkileşim içine girmesi, deneme ve yanılma yoluyla öğrenciye geri besleme sağlanması: Yüksek işlem hızı sayesinde birçok benzetmeye açık olması özellikle gerçek hayatta bile yapılamayacak veya tehlikeli olacak olayları bir anda yapması ve gözlem imkanını sağlaması, görüntüleri istenen hızda ve sırada kompoze ederek kullanabilmeyi mümkün kılmaktadır.
EĞİTİMDE BEDİÜZZAMDELİ
Yazarı: Halit ERTUĞRUL
BİRİNCİ BÖLÜM
NEDEN BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ
Bediüzzaman modelini iyi anlayabilmek, onu yeteri kadar tanımamıza bağlıdır. Altmış, Yetmiş yıldır yazılı olarak, menfi bir tarzda kamuoyuna tanıtılan Bediüzzaman’a resmi ideoloji de kapılarını açmaya başladı. Vatanımızın zor günler geçirdiği şu zamanda, onun fikir ve görüşleri o kadar alaka uyandırdı ki, ‘Her kitapçı onun eserlerini bulundurmayı, her medya programcısı da onun fikirlerini ele almayı, yeni çareler olarak gördüler. Okuduğu bir gazete haberi, onun ruhunda fırtınalar koparır. İngiliz Sömürgeler Bakanı Gladistan:
‘Bu Kur’an Müslümanların elinde bulundukça biz onlara hakim olmayız. Ne yapıp yapmalı, Kur’an’ı ortadan kaldırmalıyız veyahut müslümanları ondan soğutmalıyız’ demişti.
Bediüzzaman’da buna karşı şu sözü vermişti: Ben de Kur’anın sönmez ve söndürülmez bir manevi güneş olduğunu tüm dünyaya ispat edeceğim. İşte Bediüzzaman’ın yaygın ifadesiyle Nurculuk hadisesinin bütün gayesi bu cihete matuf olmuştur.
Doğunun eğitim problemini çözmek için, fen ve din ilimlerinin beraber okutulacağı bir üniversite açılması gayesiyle 23 yaşındayken İstanbul’a gider ve projesini bizzat padişaha takdim eder.
1911 yılında Şam’a gider ve orada meşhur hutbesini okur. Herkesin karamsar tablolar çizdiği gelecekten O:
‘İstikbal yalnız ve yalnız İslamiyyetin olacak ve hakim, hakaik-i Kur’aniyye ve imaniye olacak’ diyerek ileri görüşlülüğünü ortaya koyar.
Aynı yıl, şark vilayetlerini temsilen Sultan Reşad’ın Rumeli Seyahatine katılır. Van’da kurmayı düşündüğü üniversite projesini padişahla görüşür. Onun da desteğiyle Van Gölü kıyısına temelini atar.
Bediüzzaman, vatanın kurtuluşu için vazife üstlenerek Birinci Dünya savaşında Ruslara karşı gönüllü alay komutanı vasfıyla talebeleriyle birlikte savaşa iştirak etmiştir.
İngilizler İstanbul’u işgal edince, Ankara’ya davet edilir. Ankara’da aradığını bulamaz. Kendisine teklif edilen mebusluk, umumi vaizlik ve diyanet işleri reisliği gibi bir çok imkanı reddederek Van’a gider ve Şeyh Said isyanını önlemek için çok çalışır. İsyana katılması için yapılan teklife karşı verdiği cevabı ise çok manidardır:
‘Türk milleti asırlardan beri İslamiyyetin bayraktarlığını yapmıştır. Çok Veliler yetiştirmiş ve şehidler vermiştir. Böyle bir milletin torunların kılıç çekilmez. Kılıç harici düşmanlara çekilir. Dahilde kılıç kullanılmaz. Bu zamanda yegane kurtuluş çaremiz, Kur’an ve iman hakikatlarıyla tenvir ve irşad etmektir. En büyük düşmanımız olan cehaleti izale etmektir’.
Hayat çizgisini şöyle ifade eder:
‘Ben cemiyetin iman selameti yolunda dünyamı da, ahiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne de Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur’an’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, Cennet’i de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimin imanını selamette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü, vücudum yanarken gönlüm gül-gülistan olur.
Risale-i Nur’u anlamıyorlar yahut anlamak istemiyorlar. Beni skolastik bataklığı içine saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müspet ilimlerle, asrı hazırın (şimdiki asrın) fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususda en derin meseleleri hallettim. Hatta bu hususda bazı eserler telif eyledim.
Onun fikirleri incelendiğinde, ilk hareket noktasının, semada nazil olan Kur’an’ın hükümlerini akla tesbit ettirmesi ve islamın bütün meselelerini akla yaklaştırmanın mümkün olduğu kanaatidir.
Bediüzzaman’ın gerçekleştirmeye çalıştığı iman ve Kur’an hizmetinin saf ve berrak kalabilmesi için, birtakım siyasi mülahazalardan uzak durmak istediğini görmekteyiz. Fiili siyasete itibar etmeyişinin gerekçelerini yazmış olduğu eserlerinde uzun uzun açıklar:
‘Cazibesi ile meraklıları kendi ile meşgul eder. Hakiki ve büyük vazifeyi unutturur. Tarafgirlik meylini verir, zalimlerin zulmünü hoş görür, şerik olur’ sözleri, neden siyasetten uzak duruşu için yeterlidir.
Ona göre toplum içinde tansiyonun yükseltilmesi, insanların karşı karşıya getirilmesi ve şiddet hareketleriyle arzu edilen neticenin elde edilmesi mümkün değildir:
‘Bütün hayatımda, bütün kuvvetimle asayişi muhafazaya çalışmışım. Bu kuvvet dahilde değil, ancak harici tecavüze karşı istimal edilebilir. Vazifemiz dahildeki asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir’.
Bediüzzaman’ın en bariz vasıflarından biri de ümitli oluşudur:
‘Bila perva ilan ederim. itikad ve yakinimdir. Hak, neşv-ü nema bulacaktır. (yeşerecektir.) Hem de, itimadımdır ki, istikbalde hüküm sürecek ve her kıtasında hakim-i mutlak olacak yalnız hakaik-i İslamiyedir’.
Bütün şartlarda, yılmadan ve çekinmeden iman hizmetinden sebat ederek, şevk ve şükürle Kur’an davasını yürütmesi, erişilmez bir hususiyyeti olarak takdir görmektedir:
‘Saçlarım adedince başlarım olsa, her gün biri kesilse, bu hizmet-i imaniyeden çekilmem’. Dünyayı başıma ateş yapsanız, hakaik-i Kur’aniyye’ye feda olan bu başı zındıkaya eğmem. Sivrisinek tantanasını kesse, bal arısı demdemesini bozsa, sizin zevkiniz bozulmasın, hiç teessüf etmeyiniz’.
Bediüzzaman’daki fikri istikrarın ve tenakuzların olmayışının esas sebebi şöyle izah edilmektedir:
‘Risale-i Nur’daki hakaik, doğrudan doğruya feyz-i Kur’an’dan mülhem hakaik-i imaniyyedir; zaman ve zemine göre değişmez ebedi hakikatlardır’.
Risale-i Nur’un kaynağının yalnızca Kur’an olduğunu ve Kur’an-ın bu asra bakan hususiyetlerinin Bediüzzaman tarafından eserlerine güzel bir üslübla yansıttığını müşahade etmekteyiz. Bediüzzaman’ın şu ifadeleri bu konuyu çok güzel aydınlatır:
‘Elde Kur’an gibi bir mu’cize-i baki varken, başka burhan (delil) aramak aklıma zaid (lüzumsuz) görünür. ‘Elde Kur’an gibi bir burhan-ı hakikat varken, münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir!?’.
İKİNCİ BÖLÜM
BEDİÜZZAMAN’A GÖRE GERİ KALMANIN ANA SEBEPLERİ
Osmanlı’nın mevcut şartlarını düzeltmek için Batı’nın insanlık, barış ve refah gibi yararlı yönlerini almakta bir sakınca görmeyen Bediüzzaman, Batı’nın sefahatine, başıboşluğuna ve toplumu dejenere eden keşmekeşliğine karşı çıkar:
‘Bunun içindir ki, medeniyet yolunda bizim örnek tutacağımız millet, Japonlardır. Onlar Avrupa medeniyetinin bütün güzelliklerini aldılar. Fakat, bekalarının temeli olan milli adetlerini muhafaza ettiler’ diyerek Japon’ları örnek gösterir.
Şu tespitleri ise çare konusunun bir başka yönünü ortaya koymaktadır:
‘Şimdi hüküm ferma şecaat-i imaniyye ve akliyye ve fenniyyedir. Bazen bir münevverü’l-fikir yüze (yüz kişiye) mukabildir. Ecnebiler size bu şecaatle galebeye çalışıyorlar. Yalnız, şecaat-i Kur’aniye cevherinden yapmalısınız’.
Gerilemede en büyük sebep; cehalet, zaruret ve ihtilaf. Bediüzzama’a göre bütün kötülüklerin davetçisi ve acil çare bekleyen hastalığı cehalettir:
‘Ben vilayet-i Şarkiyye’de aşiretlerin hal-i perişaniyyetini görüyordum. Anladım ki, dünyevi bir saadetimiz, bir cihetle fünun-u cedide-i Medeniyye (Medeniyyetin yeni fenleri) ile olacaktır. ‘ Elbette nev’i beşer ahir vakitte ulum.
Bediüzzaman ‘zaruret’ sözü ile, müslümanların karşı karşıya bulunduğu maddi ve teknik yöndeki geri kalmışlığını anlatmak istemiştir. İslam alemini saran bu fakirlik illetinden çabuk kurtulacağını ve hatta ilim ve teknikte Batıya yetişip, önüne geçeceği yönündeki kanaatini belirtir. ‘Hayat bir faaliyet ve harekettir, şevk ise matiyyesi (bineği)’dir veya sa’y-i insaninin (çalışmanın) baharıdır. Çalışmanın sevabı servettir, ataletin cezası sefalettir.
Bediüzzaman’ın cemiyet bünyesindeki ihtilafın boyutuna matematiksel bir mantıkla yaklaştığı görülür:
‘Cemiyette vahid-i sahih olmazsa cem ve zam, kesir darbı gibi küçültür. Bu hususu şöyle izah eder; ‘Hesapta malumdur ki, darp ve cem (çarpma ve toplama) ziyadeleştirir. Dört kere dört onaltı eder. Fakat kesirlerde darp ve cem bilakis küçültür. Sülüsü sülüs ile (üçte biri, üçte bir ile) darbetmek tis’i (dokuz da biri) olur. Aynen onun gibi, insanlarda sıhhat ve istikamet ile vahdet olmazsa, ziyadeleşmek küçülür, bozuk olur, kıymetsiz olur’.
‘Hayat ittihaddadır (birleşmededir)’ diyen Bediüzzaman ‘İttifakta kuvvet var; ittihatta hayat var; uhuvvette saadet ver’ görüşleriyle de, toplum dinamizminin can damarlarını nazara vermektedir.
Geri Kalmamızda Diğer Altı Hastalık
1-Ye’s
2-Sıdk’ın ölmesi
3-Adavete muhabbet
4-Ehl-i imanı birbiriyle bağlayan nurani bağları bilmemek
5-Çeşit çeşit suri (bulaşıcı) hastalıklar gibi intizar eden istibdad
6-Menfaat-i şahsiyyesine himmetini hasretmek.
Bu hastalıkların tedavi metodları ise:
1-el-Emel (ümitli olmak)
2-Ye’sin (ümitsizliğin) öldürülmesi.
3-Sıdk (doğruluk)
4-Muhabbete muhabbet, husumete husumet (sevgi duygusuna sevgi, düşmanlık duygusuna düşmanlık)
5-Himmetli (gayretli) millet olmak,
6-Meşveret-i şer’iyye (istişare meclisi)
Şer-i hükümlere tam uyulmaması ve bu yöndeki ölçülerin sebeplerle kaçırılmış olması, toplumda meydana gelen gerilemeye ve çöküntüye sebep olarak gösterilir.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
OSMANLI EĞİTİMİNDE BOZULMAYA GENEL BAKIŞ
Osmanlı eğitim sistemi öylesine mükemmel işledi ve öylesine parlak sonuçlar ortaya çıkardı ki, bilim dünyasının ilklerinden tutun da, bu gün batılı eğitimcilerin söyledikleri modern kriterleri asırlar önce uygulayan alimler yetiştirdi. Bu başarıyı, idareci makamındaki insanların eğitime ve eğiticiye verdikleri önemde de aramak lazımdır. Çünkü bir devlet: ‘Hangi alim bildiğini yüzüme doğru söylemezse, meclisime gelmesin’ deyen padişahlar tarafından idare edilmiştir. Öte yandan, halkın müttaki bir müslüman olarak yetişmesi, eğitim ve öğretim faaliyetlerini en üst düzeye çıkarmıştır. ‘Çünkü, bir çok ayet ve hadis, ilim tahsil etmenin dünya ve ahirete ait faydasından bahsederek, bu yöne teşvik etmiştir. Bunun için Osmanlı halkı hem ilim tahsil etmek için birbirleriyle yarışmış, hem de ilim tahsil edenler yardım için aynı yarışı göstermiştir.
Bozulmanın ilmiyye, kalemiyye, seyfiyye ve mülkiyye kurumları üzerinde olduğu görülmektedir. Devletin temelini meydana getiren bu müesseselerin en ciddi kısmı ise, ilmiyye sınıfı meydana getirmekteydi. Medreselerin gerilemesiyle bu kurumun da ciddi bir dağınıklık içine girdiği anlaşılmaktadır. Çünkü medrese tahsilinin asıl gayesi, Ulum-u Aliye denilen tahkiki iman ve hikemiyyat-ı Kur’aniyye’yi kazanmaktadır. Fakat Osmanlı devletinin çözülme dönemlerinde A’rabi gramer ve sarf, nahiv gibi alet ilimlerine fazlaca ağırlık verilerek, medreselerin asıl dinamizmi zayıf kaldı. Toplum ruhunu ve devlet nizamını temine de bu kaynak kurumaya başlayınca da ilmiye sınıfında dağılmalar ortaya çıktı. Bu gidiş, bugünkü bürokrasi manasına gelen kalemiye sınıfını da etkilemiştir. O dönemde mülkiyye sınıfının da büyük yaralar aldığı bilinmektedir. Siyasi çalkantı, kadroları siyasi hesaplarla ehliyetsiz insanlara bırakınca; adam kayırma, rüşvet ve su-i istimal gibi cemiyeti kemiren hastalıklarda kendini göstermiştir. Ordunun siyasete karışması ise, seyfiyye adıyla bilinen bu kurumu yıpratmış, iç politika da kendini hissettirmek için, asıl görevini unutur olmuştur. Devletin esas meseleleri bu şekilde yaralanınca bunun tesirinin de bütün cemiyette kendini hissettireceği malumdur. Öyle de olmuştur.
Medreselerde yalnızca dini ilimlerin okutulması ve fenni ilimlerin okutulmaması da Bediüzzaman’ın gördüğü en büyük eksikliktir.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
BEDİÜZZAMAN MODELİ NEDİR?
İnsanı tanıtmayı, ‘nereden geldiği ve nereye gittiği’ sorusuyla başlayan Bediüzzaman: ‘insan bir yolcudur, sebavetten (çocukluktan) gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder’ diyerek, insanın dünyaya başıboş gelmediğine, ibn-i tasarruf altında bulunarak, bir kudret tarafından ebede sevk olunduğuna dikkat çekmektedir. İnsanın latifeleri içinde öyle bir latife var ki, ebedden ve ebedi zattan başkasına razı olmaz ondan başkasına teveccüh etmiyor. Masivasına (başkasına) tenezzül etmez. Bütün dünyayı ona versen, o fıtri ihtiyacı tatmin etmez. İnsanın fıtratı zi-şuuru olan vicdanı, saadet-i ebediyyeye bakar, gösterir. Evet, kim uyanık vicdanını dinlese, ‘Ebed, Ebed!’ sesini işitecektir. Bütün kainat o vicdana verilse, ebede karşı olan ihtiyacının yerini dolduramaz. Demek o vicdan, ebed için yaratılmıştır’.
İnsanın mahiyetini yepyeni bir üslupla ele alan Bediüzzaman, ciltler dolusu çalışma gerektiren bu hususu, çok anlamlı şekilde tek paragrafa sıkıştırır. ‘İnsan zaiftir, belaları çok fakirdir, ihtiyacı pek ziyade, acizdir, hayat yükü pek ağır... Eğer, Kadir-i Zü’l-Celal’e dayanıp tevekkül etmezse ve itimad edip teslim olmazsa, vicdanı daim azap içinde kalır. Semeresiz (sonuçsuz), meşakkatler (zahmetler), elemler, teessüfler onu boğar; ya sarhoş veya canavar eder.
BEŞİNCİ BÖLÜM
BEDİÜZZAMAN MODELİNDE IRKÇILIK VE BÖLÜCÜLÜK NEDİR VE BUNA KARŞI NASIL BİR EĞİTİM OLMALIDIR
Milliyetçiliğe iki açıdan bakan Bediüzzaman: ‘Fikri milliyet iki kısımdır. Bir kısmı menfidir, şeametlidir, zararlıdır, diğerlerine adavetle devam eder, müteyakkız davranır’ der. Müspet milliyetçilik için de şunları söyler: ‘Müsbet milliyet, hayat-i ictimaiyyenin (sosyal hayatın) ihtiyac-ı dahilisinden ileri geliyor. Teavüne, tesanüde sebebdir. Menfaatli bir kuvvet temin eder. Uhuvvet-i İslamiyye’yi (İslam kardeşliğini) daha ziyade teyit edecek bir vasıta olur.
Bediüzzaman ırkçılık yönünde bir başka tehlikeyi de şöyle nazara verir:
‘Milletimiz de yalnız islamiyettir. Zira Arap, Türk, Kürt, Arnavut, Çerkez ve Lazların en kuvvetli hakikatları revabıt (bağları) ve milliyetleri İslamiyyetden başka hiçbir şey değildir. Nasıl ki az bir ihmal ile tavaif-i müluk temelleri atılmakta ve on üç asır evvel ölmüş olan asabiyyet-i cahiliyyeyi ihya ile fitne ikaz olunmakta ve oldu; gördük’.
‘Bugünkü Türkiye ahalisi asıl Türk kavimlerinden başka, tarihin en eski çağlarından beri gerek Anadolu’da, gerek imparatorluğun diğer bölgelerinde yaşamış ve asırlar boyu serbestçe birbiriyle karışmış olan ırkların, yani Çerkez’lerin, Arnavut’ların, Boşnak’ların, Kürt’lerin, Gürcü’lerin ve İslamiyyetin kabulü ve evlenme yoluyla Rum’ların, Ermeni’lerin ve Slav’ların karışımından meydana gelmiştir. Bu surette ırkçıların iddia ettiği gibi kan saflığından pek eser kalmamıştır’.
Başka bir beyanında da Bediüzzaman, menfi milliyetçilerin Avrupa’dan geldiğin, onları körü körüne taklit ettiğimiz için içimize girdiğini ve bir çok mukaddesatı da feda ettirdiğini anlatarak şunları ifade etmektedir:
‘Halbuki her milletin kamet-i kıymeti farklı bir elbise ister. Bir cins kumaş bile olsa; tarzı ayrı ayrı olmak lazım gelir. Bir kadına, jandarma elbisesi giydirilmez. Bir ihtiyar hocaya, tango bir libasın giydirilmediği gibi... Körü, körüne taklit dahi çok defa maskaralık olur’.
Gerçek Türkçülüğün İslam’ın içinde eriyen ve İslam’la kaynaşmış olan Türklük olduğunu anlatan Bediüzzaman, çok çarpıcı bir teşhiste bulunur:
‘Türk milleti anasır-ı İslamiyye (İslam unsurları) içinde en kesretli (çok) olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türk’ler ise müslümandır. Sair unsurlar gibi, Müslim veya gayr-i müslim olarak iki kısma inkısam etmiştir. Nerede Türk taifesi varsa, müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya müslüman olmayan Türk’ler, Türklükten dahi çıkmıştır (Macarlar gibi)’.
Bediüzzaman, birincisinde, ‘Mekteplerde din dersi okutulmasını, medreselerde ise fen derslerinin okutulmasını teklif etmişti. İkinci olarak da ‘Din ve fen ilimlerin beraber okutulacağı darü’l-fünunlar açılmasını istemişti.
Büyük karışıklığa sebep olan dil probleminin aşılması için de şu teklifi yapmıştır:
(Doğuda) ‘Fünun-u cedideyi (yeni fenleri), ulum-u medaris (medrese ilimleri) ile mezc ve derc; lisan-ı Arabi (Arapça) vacib, Kürdi caiz, Türki lazım kılmaktır’.
ALTINCI BÖLÜM
BEDİÜZZAMAN MODELİNİ DÜZENLEYEN ESASLAR
Bediüzzaman Modelinin Temel İlkeleri:
a-Eğitim, İslam’ın iki ana kaynağı olan Kur’an ve Sünnet’e dayanmalıdır.
b-Dünya ve ahiret hayatı birlikte ele alınmalıdır.
c-Din ve fen ilimleri birlikte okutulmalıdır.
d-Irkçılık ve menfi fikirler körüklenmemeli, İslam milliyeti esas alınmalıdır.
e-Kardeşlik, birlik ve beraberlik esas alınmalıdır.
f-Verilecek eğitim, Kur’an’a ayna olmalıdır.
g-Talebe; şevk, şükür ve ümit içinde tutulmalıdır.
h-Eğitime ferdden ve nefisden başlanmalıdır.
ı-İnsanın kabiliyet ve arzuları dikkate alınmalıdır.
i-Eğitim hür ve açık ve aynı zamanda topluma yönelik olmalıdır.
j-Eğitimde müspet hareket esas alınmalıdır.
k-Talebe ve okul, siyaset içine çekilmemelidir.
l-Eğitim hizmetinde bulunanların yüksek bir gaye için çalışmaları lazımdır.
Bediüzzaman, Medresetü’z-Zehra adında ideal bir medrese kurmayı ve bunu hızla yaygınlaştırmayı düşünür. ‘Camiü’l-Ezher (Mısır’daki İslam Üniversitesi), Afrika’da bir medrese-i umumiyye olduğu gibi, Asya, Afrika’dan ne kadar büyük ise, daha büyük bir dar-ül fünun (Üniversite) Asya’da lazımdır; ta ki İslam kavimleri, mesela Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan ve Kürdistan’daki milletleri, menfi ırkçılık ifsad etmesin (bozmasın), Hakiki müsbet ve kutsi ve umumi milliyet-i hakikiyye olan İslamiyyet, milliyeti ile inneme’l-mü’minune ihvetün (mü’minler kardeştir), Kur’an’ın bir kanun-u esasisinin tam inkişifına (hayata geçmesine) mazhar olsun ve ‘felsefe fünunu’ ile ‘ulum-i diniyye’ (din ilimleri) birbirleriyle barışsın ve Avrupa Medeniyeti, İslamiyet hakkıyla tam müsalaha etsin (barışsın) ve Anadolu’daki ehl-i mektep ve ehli medrese birbirine yardımcı olarak ittifak etsin.
Bediüzzaman’a göre birinci derecede okutulması gereken yüksek ilim dersleri (tefsir, kıraat, hadis, ma’rifetullah, fıkıh, kelam ve ahlak) zamanla arka plana düşmüştür. İkinci derecede okutulması gereken alet ilimleri de (Arapça, gramer, sarf, nahiv, belagat ve mantık) birinci sırayı almıştır. Ayrıca Arapça metinlerin zorluğu nedeniyle, talebeler bütün zamanlarını bunları çözmeye ayırdıkları için, ders kitapları dışına çıkıp, modern ilimlerle meşgul olmaları mümkün olmamıştır. Bu tıkanıklığın aşılması için Bediüzzaman’ın teklifi şudur: Talebenin bütün vaktini alan ve zihinleri fazlaca meşgul eden kitapların sayılarını azaltmak, açıklayıcı metinlerle de uğraşmamak ve bunun için zaman öldürmemektir.
Bediüzzaman, açmayı düşündüğü Üniversitelerle ilgili diğer bir yeniliği de, tek tip öğretim modeli bırakılarak, branşlaşmaya gidilmesini, istemesidir.
Bediüzzaman, eğitici durumunda bulunan kimsenin, bir meseleyi sunmadan önce, onun gereklerini kendi şahsında göstermesi ve nefsinde tatbik etmesi lazımdır. Bunun için Bediüzzaman:
‘Lisan-ı hal, lisan-ı Kalden daha tesirlidir’ der. Öte yandan Bediüzzaman:
‘Hazmolunmayan ilim telkin edilmemelidir’ diyerek bu ölçüyü belirler. Ayrıca, telkin edilen ilmin, seviyeye, sahsa, zamana ve zemine de uygun olmasını istemektedir.
Tahmin ederim ki, nasihlerin nasihatları, şu zamanda tesirsiz kaldığının bir sebebi şudur ki; Ahlaksız insanlara derler: Haset etme, hırs gösterme, adavet etme, inat etme, dünyayı sevme, fanidir, fıtratını değiştir gibi zahiren ma la yutak (kabulü imkansız) bir teklifte bulunurlar. Eğer deseler ki, bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz, mecralarını değiştiriniz; hem nasihat tesir eder, hem daire-i ihtiyarlarında bir emr-i teklif olur. ifadelerden de anlaşıldığı gibi, ders verirken, teklif götürürken ve nasihat ederken, insan psikolojisine, kabiliyyetine ve duygularına uygun şekilde almalıdır. Dersleri monotonluktan ve durgunluktan kurtarmak için, karşılıklı münazara tarzında ders işlenmesini, kabiliyetlerin inkişafı, cesaretin artması ve yapıcı tenkitlerin gelişmesi bakımından gerekli görmüştür.
Ayrıca, öğretimde iş bölümüne dayalı, grup ve ünite çalışmalarını teşvik ederek, talebenin imtihana tabi tutulmasını istemiştir. Öte yandan Bediüzzaman’ın ihtisaslaşmaya çok önem verdiği de görülmektedir.
Anlaşılan dersin pekiştirilmesi için ‘tekrar’ unsurunun kullanılması gereğine işaret etmiş ve şöyle demiştir:
‘Müessese tesbit etmek için tekrar lazımdır. Te’kit için terdad lazımdır’.
Öte yandan, talebeden iyi bir sonuç alınabilmesi için, onu tahsilin önemine inandırmak ve bu mes’uliyyeti öğretmek lazımdır. Bunun için de ahlaki yönün ihmal edilmemesi gerekir. Bu, eğitimin her kademesinde olmalıdır’.
İlmi araştırma yapan ve eğitim hizmetiyle vazifeli olan, ayrıca memleketin istiklalini elinde bulunduran bu kadroların geçim derdine düşmesi, büyük bir eksiklikti. İlmin izzetiyle bağdaşmayan bu konunun önüne geçmek için, ilim adamlarının mali yönden devletin himayesine alınmasına dikkat etmiştir.AN MO