Create Your Own Countdown

Google

   
  *** İYİLİK İÇİN KOŞANLARIN YERİ***
  FUAT SEZGIN HOCAYI PROF DR DALİH TUĞ ANLATIYOR
 




=> FUAT SEZGİN İSLAM BİLİM MÜZESİ VE ALİMİN ÖLÜMÜ <<<TIKLA

İSTANBUL İSLAM BİLİM VE TEKNOLOJİ TARİHİ MÜZESİ<<<TIKLA 





Prof. Dr. Salih Tuğ, Fuat Sezgin’i Anlatıyor:

“Bir Duvarla Karşı Karşıya Kaldı”

İsmail Taşpınar
SÖYLEŞI
1 Ağustos 2018

Mısır’da, Endülüs’te, Sicilya’da, Osmanlı’da bu kadar ilmi eserler, yazma eserler vardı.
O kadar yapılmış alet edevat ve teknolojik eserler mevcuttu.
Müslümanlar bunu göremiyorlardı
. İşte Fuat Sezgin Hoca,
İlimler Tarihi’nde yapmış olduğu bu çalışmasıyla
var olan genel kanaatin yanlış olduğunu ortaya koymuştur.

Dünyanın önde gelen tarihçilerinden İslam Bilim Tarihi Araştırmacısı Prof. Dr. Fuat Sezgin’i,
Haziran ayının son günü, 94 yaşında kaybettik.

İstanbul Üniversitesi Şarkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nde alanında en tanınmış uzmanlardan Alman şarkiyatçı Helmut Ritter’in öğrencisi olan Sezgin, Ritter’in tavsiyesi üzerine İslam bilimlerine yönelmişti. 1954’te Arap Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde, “Buhari’nin Kaynakları” adlı doktora tezini tamamlayarak doçent oldu. Bu tezinde, hadis kaynağı olarak İslam kültüründe önemli bir yere sahip olan Buhari’nin, bilinenin aksine sözlü kaynaklara değil, “yazılı kaynaklara dayandığı” tezini ortaya attı. Bu yazılı kaynakların, İslam’ın erken dönemine; hatta 7. yüzyıla kadar geri gittiğini ortaya koydu. Söz konusu tez, Avrupa merkezli oryantalist çevrelerde hâlâ tartışma konusu. Prof. Dr. Salih Tuğ da İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden diplomasını aldıktan sonra 1956 yılında aynı üniversitenin Edebiyat Fakültesi İslam Araştırmaları Enstitüsü’nde asistan olarak göreve başladı. Prof. Dr. Tuğ’u keşfeden ve bu görevi almasını sağlayansa Prof. Dr. Fuat Sezgin’den başkası değildi.

Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kurucu Dekanı
Prof. Dr. Salih Tuğ,
Prof. Dr. Fuat Sezgin’le ilgili anılarını
Yörünge’ye anlattı.

Fuat Sezgin’le İlk Tanışma Prof. Dr. Fuat Sezgin’i, Türkiye’de yakından tanıyan nadir hocalarımızdansınız.
İstanbul Üniversitesi’nde mesai arkadaşlığı yaptınız.
Onun eğitimi ve çalışma disiplini hakkında bilgi verebilir misiniz?


Rahmetli Fuat Sezgin Hoca, yaptığı çalışmalar,
ilme katkılarıyla hakikaten ses ve eserler bırakan bir hocamızdır.
Bunu öncelikle tespit etmemiz gerekmektedir.
‘Kendisini nasıl tanıdık?’ diye başlamak isterim.
Ortaokuldayken de lisedeyken de derslerimi hep kütüphanelerde çalışırdım. Hukuk Fakültesi’ne geçtikten sonra da daima Hukuk Fakültesi’nin kütüphanesinde çalışıyordum. Hukuk Fakültesi’nin ikinci sınıfından itibaren yeni bir kütüphane keşfettim:

İstanbul Üniversitesi’nin Genel Kitaplığı.

Ancak orada bir usul ve kaide vardı. Bu, yazıyla da ilan edilmişti: “Burası sadece yazma eserlerin tetkik edildiği bir alandır.”

Ben de Hukuk Fakültesi’nin öğrencisi olarak kitaplarımı orada okumaya gözümü kestirmiştim.


İşte, Fuat Sezgin ile ilk karşılaşmamız orada oldu.

Sene 1950-1951, Fuat Sezgin o zaman Edebiyat Fakültesi’nin Arap-Fars Filolojisi’nin

bir öğrencisi sıfatıyla
orada kütüphane memuruydu.


Orada öncelikle Yıldız Sarayı Kütüphanesi’nden gelen kitapların tasnifiyle meşgul oluyordu. Ayrıca okurlara kitap çıkarıyordu. Kütüphanenin bu sınırlı kullanımı sebebiyle ben de gider, kütüphanenin fişlerine bakmak suretiyle oradaki mevcut kitaplardan birini kendisinden rica ederdim. Kitabı alırdım ve önüme açardım. Ancak masanın üzerinde ise kendi okumak istediğim kitaplar olurdu. Ondan istediğim kitapları bir bakıma kamuflaj nesnesi olarak kullanırdım. Fuat Sezgin ismini sonradan öğrendim.

Ona, bir kütüphane memuru gibi bakıyordum.
Üstüne, dizlerine kadar uzanan bir önlük giyerdi.


Biraz daha ilerlemiş bir safhada Fuat Sezgin Hocayla tekrar karşılaştım. Hukuk Fakültesi’nde galiba son sınıflarda idim. Fakültedeki arkadaşlar arasında, “İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne Hindistan’dan, Haydarabat’tan bir Profesör gelmiş ve İslam Tarihi’nden bahsediyormuş” sözleri konuşuluyordu. O profesör, İslam Tarihi’nin müesseseler kısmını ve bilhassa Peygamberimiz’in hayatını, siyer bahislerini anlatıyormuş. Ben de Hukuk Fakültesi’nin sonlarına doğru, İslam kültür ve medeniyetinin merakına kapılmıştım. Ordu Caddesi’nde bulunan İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin 3. katındaki seminer odasında

Hamidullah Hoca’yı ilk defa gördüm.
Peki, yanı başında kim vardı?

Fuat Sezgin!
Yani kütüphane memuru olarak tanıdığım
Fuat Sezgin,

mütercim olarak orada Hamidullah Hoca’nın derslerini,
Arapçadan Türkçeye tercüme ediyordu.

İşte, orada Fuat Sezgin’i bu kez bir doçent olarak gördüm.

Fuat Sezgin,
1954’te kurulan İslam Araştırmaları Enstitüsü’nün ilk müdürü

Zeki Velidi Togan’ın müdür yardımcısı sıfatıyla da vazife görüyordu.

“Annesinin Arap Aksanı Vardı” Fuat Sezgin Hoca’nın Arapçaya vukufiyeti nereden kaynaklanıyordu?

Fuat Sezgin’in babası, Bitlis müftüsüymüş.

Daha sonraki safhalarda annesi ile de tanışmıştım.

Annesinin, Arap aksanı vardı.
Tahmin ediyorum, ana dili de Arapça idi.

Fuat Hoca’nın, Arapçaya olan ünsiyetinin, annesi vasıtasıyla da olduğunu tahmin ediyorum. İslam’ın kültür ve medeniyetiyle alakadar olmaya başladım. Önce beni, Osmanlı medeniyeti cezbediyordu. İdare Hukuku Kürsüsü’nün başkanı da o dönemki İstanbul Üniversitesi Rektörü Sıddık Sami Onar’dı. Derdimi, Sıddık Sami Onar Hoca’ya açtım. Bana ilk suali, “Sen Arapça biliyor musun? Eski yazıları okuyabiliyor musun” oldu. Arşivlerde başka malzeme yok çünkü. Osmanlı İdare Hukuku’nu anlayabilmek ve tetkik edebilmek için, Arapçayı çok iyi bilmek lazım. Osmanlıcayı keza. Neticede, İslam Müesseseleri Tarihi’ni tetkike karar verdim. “Mısır’da Savaş Var, Nasıl Göndeririz?” Fuat Sezgin’in mütercim olarak bulunduğu Muhammed Hamidullah Hoca’nın verdiği konferansların sizin üzerinizde böyle bir etkisi olduğunu söyleyebilir miyiz? Evet! Bu fikirler bende, o konferanslardan sonra oluştu. Ancak benim ilk istişare ettiğim kişi, Fuat Sezgin oldu. Hukuk Fakültesi’nden henüz mezun olmuş değildim.

Fuat Sezgin’e,
‘İslam Hukuk Tarihi üzerinde çalışmak istiyorum’ dedim.
Fuat Hoca,
“Türkiye’de böyle bir alan yok” cevabını verdi.


Bunun için bana, Mısır’daki Ezher Üniversitesi’ne gitmemi tavsiye etti.

Ben de kendimi hazırlamaya başladım. Fuat Sezgin Hoca’yla sık sık görüşmeye başladık. Fuat Sezgin, “Ezher’e gitmen için Ankara’ya gideceksin ve oradan öğrenci vizesi alacaksın. Mısır’da okumak için öğrenci vizesi almadan pasaport çıkartamazsın” dedi. Beni, Dil Tarih’te hoca olan Osman Turan ile tanıştırdı. Onunla birlikte Ankara’ya gittik. Beni, Dışişleri Bakanlığı’na götürdü. Yurtdışında okuyan öğrencilerle ilgilenen bir daire ile görüştürmek istedi. Müdürle tanıştırdı. Sene 1954. Müdür, Osman Turan Hoca’ya, “Hocam, Mısır’da harp var. Süveyş Savaşı yapılıyor. İngilizler ve Fransızlar buraya hücum ettiler. Harp olan bir yere nasıl öğrenci göndeririz, nasıl vize veririz” diye açıklama yaptı. Bu savaş 2-3 sene sürdü. Bu işin olamayacağı haberini orada aldım ve İstanbul’a geri döndüm. Fuat Sezgin Hoca’yla tekrar görüştüm. Durumu kendisine söyledim. Kendimi, Ezher Üniversitesi’ne gideceğim diye şartlandırmıştım. Babamın, Fatih Camisi’nde ders arkadaşı olan Mahmut Bayram Hoca, benim Arapça öğrenme isteğim üzerine bir seneye yakın her gün sabah namazından sonra Mehmet Zihni Efendi’nin usulüne yakın bir usul ile Arapça dersleri verdi. Fuat Hoca, Ezher ile ilgili durumu öğrendiğinde üzüldü. Sene 1956’da, kabına çekilmiş bir hal almak üzereydim. Bir gün evimin telefonu çaldı. Fuat Sezgin Hoca, “Burada, bazı imkânlar peyda oldu. Bizim, İslam Araştırmaları Enstitüsü’nde bir kadro ihdas edildi. Asistan kadrosu. Orada çalışmak ister misin? Tarih Bölümü’nde çok kuvvetli hocalar var. Başta, Zeki Velidi Togan. Bizim müdürümüz. Hamidullah Hoca var. İslam Araştırmaları Enstitüsü’nde mukaveleli bir profesör. Ben varım. Ahmet Ateş, Helmut Ritter var. İslam Hukuk Tarihi doktoranı burada, Tarih Bölümü’nde yapabilirsin” dedi. ‘Yarın geleyim konuşalım Hocam’ yanıtını verdim ama ertesi gün çekinerek Fuat Hoca’nın yanına gittim. Beni alıp Zeki Velidi Togan’ın odasına götürdü. Fuat Hoca, “İşte, benim düşündüğüm aday budur Hocam” dedi. O da bana şöyle bir baktı. Bir sual de sormadı. Kendi işiyle meşgul olmaya devam etti. Fuat Sezgin Hoca’yla birlikte odadan çıktık. Böylece Zeki Velidi Togan, beni kabul etmiş oldu. İmtihanlar yapıldı. Birkaç gün sonra başardığımı söylediler. Böylece Fuat Sezgin Hocayla meslektaş oldunuz. Evet, meslektaş olduk! İslam Araştırmaları Enstitüsü o zaman Vezneciler’deki Kuyucu Murat Paşa Medresesi’nde idi. Edebiyat Fakültesi’nin hemen bitişiğinde. Fuat Hoca, medresedeki odalardan birini bana tahsis etti. Fuat Sezgin Hoca, bu medresenin Enstitü için uygun olmadığını düşünüyordu.

Nitekim kitaplar da uygunsuz, eski püskü dolaplara istiflenmiş vaziyette idi.

Fuat Hoca bu durumu,
bir nevi fakültenin dışına atılmak gibi telakki etmiş.


Oranın tahsis edilmesini, İslam Araştırmaları Enstitüsü’nün “fakültede yeri yoktur”

diye anlamış. Oysa Edebiyat Fakültesi’nde mekân çok.

Bu mekânlardan biri verilecek yerde,

“senin yerin medrese”

diye adeta medrese binasının olduğu bir yere atmışlar.

Bu medresede,
Zeki Velidi Togan’ın,
Fuat Sezgin’in ve benim birer odamız,
bir de hadememiz vardı.


Zeki Velidi Togan,
New York’taki Columbia Üniversitesi’ndeki
bir öğretim üyeliği teklifini kabul etti.

İzinli olarak orada ders vermek üzere ayrıldı.


Fuat Sezgin ile baş başa kaldık.
Fuat Sezgin ne yaptı etti,

Enstitü’nün Kuyucu Murat Paşa Medresesi’nden alınıp

Edebiyat Fakültesi’ne nakledilmesini sağlayacak bir karar çıkarttı.


Azimli bir insandı.
Edebiyat Fakültesi’nin zemin katında 7-8-9 nolu amfilerin bulunduğu geniş iki salona dahil olduk.

Kitapları oraya, ikimiz birlikte adeta sırtımızda taşıdık.

Yani o kadar hevesle geldik.

Fuat Hoca seneler sonra Almanya’da neşrettiği
yani GAS (Geschichte des Arabischen Schrifttums) dediğimiz çalışmayı,
o tarihlerde hocası Helmut Ritter’in de teşvikleriyle hazırlamaya başlamıştı.


“Ama Bu Hanım Örtülü”

Helmut Ritter’in,

Fuat Sezgin üzerindeki etkisinden bahseder misiniz?

Helmut Ritter,
Cumhuriyet kurulmadan önce Osmanlı devrinde de Türkiye’ye gelmiş, kendisini iyi yetiştirmiş bir şarkiyatçıdır.
Bir ilim adamıdır.
Daha çok İslam öncesi Arap edebiyatı üzerinde çalışıyordu.

Fuat Sezgin, Arap-Fars Filolojisi’nde okurken,
Arapçasının kuvvetiyle derslerinde çok başarılıymış.

Hocası Ritter’i bir ideal kimse olarak görüyordu.

Bu ideal hocanın fikirlerinin tesiri altında,
İlimler Tarihi alanına kaymayı arzu ediyordu.

Elde o zamanlar, İlimler Tarihi’nden bir miktar bahseden, ancak katalog çerçevesinde kalabilmiş olan Carl Brockelmann’ın, GAL (Geschichte der Arabischen Litteratur) adıyla bilinen 3 ciltlik bir kitabı vardı. Fuat Sezgin, bunu kifayetsiz görüyordu.


Rahmetli Sultan II. Abülhamid’in yaptırdığı,

Süleymaniye Kütüphanesi Kataloğu vardır.

Carl Brockelmann, bu kataloğa bakmış mesela.

Kahire’deki bir kütüphanenin katalogları üzerinde
Almanya’da çalışmış.

Bir nevi katalogları derlemiş ve toplu bir kitap yapmış.

Fuat Sezgin, bunu bir adım ileri götürdü.

Carl Brockelmann’ın listelediği kitapları
bizzat gördü ve içine girip muhtevası hakkında bilgi verdi.


Fuat Sezgin, ibadat ile ilgili dini eserleri değil,

muamelat gibi İlimler Tarihi’ni ilgilendiren eserleri incelemiştir.


Talebesi olan Nihat Çetin’e göre,


kendisinden duydum,
Helmut Ritter, gizli bir Müslümandı.

Bana bir defasında, Fuat Sezgin’in İlimler Tarihi’ne dair bu çalışmayı yapması için kendisine Helmut Ritter’in telkinde bulunduğunu söylemişti. Artık nafakamı kazanıyordum ve evlenme çağım geldi galiba diye bir sürece girmiştim. Birlikte çalıştığımız Fuat Sezgin Hoca’ya da bunu hissettirmiştim. Bir defasında birlikte Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nde çalışma yaptık.


Çınaraltı’nda çay içerken, kendisine
hanımımın o günkü vesikalık resmini gösterdim ve
‘işte böyle bir hanım olduğunu söyleyebilirim’ dedim.

Resme baktı ve “Ama bu hanım örtülü” cevabını verdi.

‘Bence bir mahsuru yoktur’ dedim.

Hiç cevap vermedi ama daha sonra nikâh şahidim oldu!

Benim bir tespitim var. Bunu, Türkoloji Bölümü hocalarından olan Muharrem Ergin’den naklen söylüyorum. Fuat Hoca, Edebiyat Fakültesi’nde Arap-Fars Filolojisi’nde talebe olarak okurken, arkadaşı Muharrem Ergin’in çevresi olan milliyetçi harekete mensup kimselerle hemhal oluyor. Fuat Hoca’nın Edebiyat Fakültesi’nde, Bekir Kütükoğlu, Haldun Taner, Oktay Aslanapa gibi birçok arkadaşları var. O da bu grubun içinde.


O dönemde Fuat Sezgin Hoca,

beş vakit namazını camide kılıyor

ama her camide kılmıyor.


Belli imamlar var;

onların cemaatine katılıyor.

O kadar titiz.

İşte, Bitlis müftüsünün oğlu olan ve
öğrencilik yıllarında dini hayatı
bu kadar muntazam olan Fuat Hoca’nın,

Edebiyat Fakültesi’nde bir doçent olarak

etrafına dindar havasını vermek istemediğini düşünüyorum.

Çünkü fakültede,
bu Enstitü’nün kurulmaması ve kapatılması için uğraşan

birçok hocanın olduğunu oraya girdikten sonra gördüm.

İsimlerini burada vermeyeceğim.

Fuat Hoca da onlarla mücadele ediyordu.

Bu mücadele çerçevesinde Fuat Hoca fakültede,

dindar görünümlü bir akademisyen intibaını bırakmak istemiyordu.



Fuat Sezgin Hoca 1958-1960 yılları arasında, merkezi
Almanya’da olan ve dünyadaki ilim adamlarını destekleyen

Alexander von Humboldt

adında bir vakıf tarafından verilen bursu kazandı.

Böylece iki yıllığına Almanya’ya gitti.

Ben Enstitü’de yalnız kaldım.


Orada Almancayı öğrenmiş.



“Güneşin Batışını İzlerken Başlıyor Ağlamaya”

Türkiye’ye döndüğünde nasıl bir durumla karşılaştı?

Hoca, Almanya’dan döndükten sonra burada bir duvarla,

ihtilal yapan ordunun tasfiye girişimiyle karşı karşıya kaldı.


Almanya’dan döner dönmez kendisini

147’ler listesinin içinde buluverdi


ve o duvarı aşamadı.

Aşmasına da imkânı yoktu.


Kendisini üniversitenin dışında buluverdi.



Çok arkadaşı vardı. Sabri Sözeri bunlardan biridir. Onlarla hep dertleşirdi. Arkadaşları, teskin için Hoca’yı hiç yalnız bırakmadı. Fuat Hoca’nın bu durumu en fazla beş veya altı ay kadar sürdü.

Bana anlattığına göre,
Karaköy’den dönerken günbatımında

Süleymaniye Camisi’nin arka fonunda
güneşin batışını izlerken başlıyor ağlamaya.

Üsküdar’a dönüp bakıyor, büsbütün üzülüyor.

Demek ki “Ben artık gidiyorum” havasında.
Aksaray’da bizim eve çok yakın oturuyordu.

Ben hep yanındaydım. O günlerde Almanya’ya gitmek üzere mektupları yazmıştı. Mektuplara cevap gelince bayram gibi sevindi. Almanya’da önce Frankfurt Üniversitesi’nde sonra Goethe Üniversitesi’nde bir enstitü kurdu.

Orada, yine bir şarkiyatçı olan Ursula Hanım’la izdivaç eyledi.

Bir kızı dünyaya geldi.

Aile hayatını orada devam ettirdi.


Almanya’da ne tür çalışmalar yaptı? İlimler Tarihi’nin ortaya çıkarılması için her şeyi yaptı. Hollanda’daki Brill firmasıyla anlaştı. İlimler Tarihi ile ilgili kitabın yayın haklarını Brill’e verdi. Brill, Avrupa’nın en meşhur şarkiyat yayınlarını yapan firmasıdır. Onun katalogları hep bize gelirdi. Hatta Şam’dan, Kahire’den ve Beyrut’tan, oralarda bizim birtakım kaynaklarımız vardı, onların kataloglarından kitapları seçmek suretiyle İslam Araştırmaları Enstitüsü kütüphanesinde Hoca’yla birlikte, otuz bin cilt kitap hamulesi ile büyük bir kütüphane oluşturduk. İşte, büyük bir hareketin bir başlangıcı olan kütüphaneyi tamamlamak üzereydik ki 147’ler meselesi ortaya çıktı. Brill, Fuat Hoca’ya büyük bir imkân sağladı. Bu eser daha ortaya çıkmadan önce onun ciddi bir çalışma içerisinde bulunduğunu, Almanya’da profesörlük unvanını da taşıdığını dikkate alarak, peşin ödeme yapmıştı. Fuat Sezgin Hoca’nın hazırladığı çalışmanın en önemli özelliği, eserlerin bizzat nüshalarının görülmesi ve incelenmesinden sonra kaydedilmesi idi. Evet. Brill böyle bir projenin önemli bir finans desteği ile gerçekleşebileceğinin farkında idi. Mesela, Kahire’deki, Yemen’deki veya Pakistan’daki bir kütüphanede mevcut olan bir eserin yerinde görülebilmesi için oraya seyahat edilmesi gerekiyordu. Bunun masraflarını Brill firması garanti etmek suretiyle eserin yayın haklarını elde etti. Fuat Sezgin Hoca, bu proje nedeniyle bol seyahat eden bir kimse idi. Bana naklettiğine göre, Hamidullah Hoca’nın Haydarabat’taki beş katlı aile kütüphanesindeki yazma eserleri görmek ve tetkik etmek için oraya seyahat etmiştir. Şerhler ve Haşiyeler Dönemi Fuat Sezgin Hocamızın, “Müslümanlar dünyaya açılmasaydı Avrupa’nın bilimsel ve jeopolitik kaderi başka olurdu” diye bir sözü var. Onun kastettiği şey Yunan, Fars ve Hint medeniyeti ile karşılaşamazlardı. Müslümanların yapmış oldukları bilimsel çalışmalar sonucunda Avrupa, bu medeniyetlerle karşılaşmıştır. Müslümanların Altın Çağı olarak da bilinen çağlar, Miladi 7. asır ile 15. asra kadar devam eden bir devirdir. İşte, altı yüzyıllık bu ilmi birikim ve tecrübe, Batılıların eline geçti. Kimin vasıtasıyla? Kilisedeki papazlar vasıtasıyla başta Latince olmak üzere Fransızca, Almanca, İngilizce ve İtalyanca gibi Avrupa dillerine nakledilmiştir. Böylece Rönesans dediğimiz Batı’daki ilim hareketi başlıyor. Fuat Sezgin’in, Helmut Ritter’den naklettiğine göre, 15. asırda Müslümanlar, o güne kadar yazılan eserler ve bu eserleri yazan üstatların büyüsüne ve bunların sözlerinin üstüne söz söylenemeyeceği kanaatine kapılmışlardır. Bundan sonra ise bunları tekrar etmek ve açıklamak üzere şerhler ve haşiyeler dönemi başlamıştır. İşte, Ritter’e göre, Müslümanların yeniliklere kapanmalarının sebebi bu idi. Bu devre, Birinci Dünya Savaşı’na kadar devam etmiştir. Tam da bu noktada, Fuat Hoca’nın, “İslam medeniyetinin büyüklüğünü kendi insanımıza anlatmak, Batılılara anlatmaktan daha zordur” sözü nasıl anlaşılmalıdır? Muzaffer toplumlar, mağlup toplumlar tarafından taklit edilir. Mahkûmdurlar taklit edilmeye. Yani başarılı devletler, daima başarısızların üzerinde taklit edilme şansına sahiptir. Endülüs ve Sicilya’daki İslam hâkimiyeti devri esnasında tersine bir durum vardı. Mesela; Paris üniversitelerinde, Londra üniversitelerinde, daha başka şehirlerde dersler veren hocalar derslerini, Müslüman kıyafetiyle yapıyor. Sarık sarıyorlar, cübbe kullanıyorlar ve kürsüye çıktıklarında Müslümanları taklit ediyorlardı. Çünkü o asırlarda hem ilmen hem askeri hem de iktisadi bakımdan muzaffer olan Müslümanlardı. İslam beldelerindeki bu toplumsal gelişmişliği Haçlı Seferleri esnasında gördüler. İslam medeniyetinden aldıkları ilimleri geliştirdiler. Özellikle tecrübi ilimlerde ileri seviyeye ulaştılar. Bunun soncunda askeri ve ilmi olarak başarılar gösterdiler. Böylece Müslümanlar, onların bu ilmi başarılarının etkisinde kaldı. Batıyı taklit ederek muzaffer olma fikri hakim olmuştu. Oysa 7. asırdan 15. asra kadar Endülüs medeniyetinde, Sicilya medeniyetinde İlimler Tarihi’ne büyük katkılarda bulunan çalışmalar yapılmıştır. Bunların Müslümanlara gösterilmesi gerekiyordu. Mısır’da, Endülüs’te, Sicilya’da, Osmanlı’da bu kadar ilmi eserler, yazma eserler vardı. O kadar yapılmış alet edevat ve teknolojik eserler mevcuttu. Müslümanlar bunu göremiyorlardı. İşte Fuat Sezgin Hoca, İlimler Tarihi’nde yapmış olduğu bu çalışmasıyla var olan genel kanaatin yanlış olduğunu ortaya koymuştur. Yani Fuat Sezgin’in söylemek istediği; Müslümanlar, Emevilerin başı ile Abbasilerin sonuna kadar bu ilmi çalışmaları yapmamış olsaydı; antik Mısır’ın, eski Yunan’ın ilimlerini ve eski Fars medeniyetinin ilimlerini nasıl nakledebilirlerdi? Oralardan gelen bilgiler aktarılamazdı. Ancak Müslümanlar sadece bir aktarma unsuru değildir. Fuat Sezgin’in kanaatini söylüyorum. Müslümanlar, sadece bir posta memuru gibi Batı’ya mektubu götürüp teslim etmemişlerdir. Müslümanlar; Hint’ten, Fars’tan, Yunan’dan ve Mısır’dan aldıkları bu bilgileri geliştirdiler efendim! Mesele burada! İşte, Fuat Sezgin’in kitabının iddiası ve ana yapısı budur. Geliştirdiler de ortaya da koydular.


 
 
  *** SİZİ KUTLUYORUZ *** BUGÜN 2046084 ziyaretçi (4498597 klik) MİSAFİRİMİZ OLDUNUZ ***  
 
haberler haberler


Google Arama
Sitemde Arama
Yaşam ve İnsanlar

İstanbul Servisleri Neden Pahalı ? burakesc
Namaz Kılan Minik ile burakesc
GİMDES Helal Gıda Ramazan Buluşması burakesc
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol