Mustafa Armağan'ın yazısı
Kuba Mescidi'ndeki çift tuğranın sırrı
Son zamanlarda basınımızda yeni bir Ecyad fırtınası kopuyor. Hatırlarsınız, II. Abdülhamid’in yaptırdığı Osmanlı kalesinin Suudilerce yıktırılması sırasında hepimiz nasıl yılmaz birer Osmanlı avukatı kesilmiştik. Sanki kendi memleketimizde mimari mirasımızı çok koruyorduk da, sıra dışarıya gelmişti.
Sonunda Suudiler gümbür gümbür yıktılar kalemizi ve yerine çok katlı bir gökdelen daha diktiler. Son açıklanan Kâbe-i Muazzama projesinde bu tavır daha da hoyratlaşıyor ve Beytullah adeta bir gökdelen çemberi içine alınıyor.
Gelin de “Ah Osmanlı!” diye derin derin iç geçirmeyin. Sen değil miydin Kâbe’nin etrafında ondan daha yüksek bina yapılmasın diye kendini yiyen? Sen değil miydin ben kutsal beldelerin hakimi değil, hadimiyim, hizmetkârıyım diyen? Ve sen değil miydin 80 bin altın değerindeki elmasları Peygamber Efendimiz’in (sas) huzuruna gönderip orada parlamalarından manevi haz duyan? Ya Topkapı Sarayı’nda bulunan Sancak-ı Şerif’in takılacağı yeri, olur da birisi kazara ayağını basar diye bir taşla koruma altına alma nezahetini gösteren sen değil miydin?
Gel de gör bugün olanları? Gelemiyorsan bile neredeysen oradan göster bize Allah’ın Evi’ne ve Şâh-ı Rusûl’e, Resullerin Padişahı olan Efendimiz’e (sas) nasıl hürmet edilir? Dahası nasıl edilmelidir?
Böyle bakınca “Tarih” adlı fersude kitabın solmuş sayfalarında şimşekler çakar. Bir de bakarız ki, Kuba Mescidi’nin kapısındayız. Hani “Her kim burada namaz kılarsa bir umre sevabına nail olur” buyrulan mescitten söz ediyorum. Yine biliyoruz ki, Efendimiz her cumartesi günü binekle veya yaya olarak Kuba Mescidi’ni ziyaret edip namaz kılarlardı. Nerede namaz kıldıkları dahi bilinirdi.
“Bilinirdi” deyişim boşuna değil, zira artık o Kuba Mescidi sizlere ömür. 1984 yılında yıktırıldı ve genişletilerek yeni baştan bina edildi. Bugün yerinde ilk mescitle hiç alakası bulunmayan bir bina duruyor. O kutsal mücevher tozlarına bürünerek bize bakan hatıralar yok artık. Kur’ân-ı Kerim’de (Tevbe, 108) “İlk günden takva üzerine kurulan mescit” diye övülen Kuba Mescidi’nin Peygamber Efendimiz’in elinin ve alnının değdiği orijinal binası hazin bir hatıra şimdi.
İşte o eski kapının üzerinde etimize kurşun gibi saplanan bir Osmanlı kitabesi cümle âleme haykırıyordu Osmanlı’nın Peygamber sevgisini. Gerçi kitabe de kayıplara karışmış durumda. Allah’tan ki, elimizde vaktiyle çekilmiş fotoğraflar var da, bir parça teselli buluyoruz.
Bir kitabe bize ne söyler? Binanın neden yapıldığını veya tamir ettirildiğini, kim tarafından, ne zaman vs. Eğer hükümdarın emriyle yaptırılmışsa kitabenin üzerine bir de yakışıklı tuğra konulurdu. Tuğra bir bakıma bugünkü “TC” yazısı gibidir, yani binanın resmî bir hayrat veya kurum olduğunu belirtir.
İyi ama şaşkınlıktan kurtulamıyoruz Kuba Mescidi’nin eski resimlerine bakarken. Zira kapısında bir değil, iki tane tuğra görünüyor. Bir üstte büyük tuğra, bir de altta ve birincisine oranla epeyce ufak ikinci tuğra. Yoksa, diyoruz, o sırada iki padişah vardı da haberimiz mi yok?
Gözümüz tarihine ilişiyor: 1829. Bazı kitaplarımızda adı “Gâvur Padişah”a çıkarılan II. Mahmud’un zamanı. Öyleyse bu iki tuğra da neyin nesi?
Uğur Derman Beyefendi sayesinde bu inatçı düğümü çözüyoruz. Hat sanatı uzmanı olan Uğur Bey 1980’de Medine’yi ziyareti sırasında çektiği fotoğrafı incelediğinde hayret verici bir sonuca ulaşıyor.
II. Mahmud, o sırada harap haldeki Peygamber Efendimiz’in elinin ve alnının değdiği bu mescidi, ilk binasını koruyarak tamir ettirir. Tamir kitabesinin manzumesini şair Pertev Paşa’ya, kitabenin mermere yazım işini hat sanatımızın en büyük üstatlarından Yesarizade Mustafa İzzet Efendi’ye, tuğraları da yine en büyük tuğrakeşlerden Akif Efendi ve Haşim Efendi’ye yazdırmıştır. Bir bakıma diyebiliriz ki, padişah bu mescidin kapısı için devrin en gözde sanatçılarını seferber etmiştir.
Üstteki büyük tuğra, aslında devrin padişahına değil, ‘gerçek padişah’a aittir, yani Peygamber Efendimiz’e. Tuğranın içerisinde “Muhammedü’r-Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem” yazmakta, üst ve altındaki yazılarla birlikte “kelime-i tevhid” tamamlanmaktadır. Kitabenin altındaki küçük tuğraya gelirsek, işte o mescidi tamir ettiren II. Mahmud’un tuğrasıdır. Devrin padişahı, bu kutlu mescitte yerini gerçek padişaha terk etme edebini unutmuyor.
Böylece bize uyarıcı bir mesaj veriyor: Ben kim oluyorum ki, onun mescidinin üzerine kendi adımı yazıyorum. Olsa olsa Efendimiz’e, sanki hâlâ yaşıyormuş ve gerçek padişah o imiş gibi muhteşem bir tuğra çektirir, onun mührünü en üste basar, alta da hizmetini eda etmiş biri sıfatıyla unutulmaması için adımı yazdırırım.
Nitekim oğlu Abdülmecid de, Ravza-i Mutahhara’yı tamir ettirdiğinde işgüzar birinin kendi tuğrasını binanın duvarına koydurduğunu öğrenir öğrenmez derhal kaldırılmasını emreder. Onun “Ben kim oluyorum ki, Efendimiz’in türbe duvarına ismimi yazdırıyorum. Tuğramı ille de koyacaksanız ayak ucuna bir yere koyun” sözleri unutulur cinsten değildir.
Sözü Uğur Derman Beyefendiye bırakıyorum:
“Osmanlı sultanlarının -en zayıfından en kudretlisine kadar- değişmeyen ortak fazîletleri, Resûlullah’a karşı duydukları hürmet ve muhabbettir. İşte bunun taş üstündeki delîli sayılabilecek olan ve bu cihetten bir benzeri de bulunmayan Kubâ Mescidi kitâbesindeki o ihtiram nişânesinin, bunu fark edemeyenler eliyle yok edilişinden ayrıca esef duyuyorum.”
Eskiden hacca gideceklerin yakınları birer simit alır, uğurlama sırasında yarısını koparıp hacı adayına verir, diğer yarısını ise kendilerine saklarlarmış; simidin yarısı kutsal toprakları dolaşırken kendileri de onun sevabından nasiplensinler diye. Osmanlı da simidin yarısını bize uzattı ve kendisi gitti. Nerelerde olduğundan haberdar mıyız? Şu bayrama ramak kalan günlerde Kuba Mescidi kitabesinden bize selam vermek istemiş olamazlar mı?
Umulur ki, bayram o bayram ola! m.armagan@zaman.com.tr
Zaman _ Pazar