Öyle bir yaşama hırgürüne kaptırmışız ki kendimizi, elimizden kayıp giden günlerin farkına varamıyoruz.
Tespih tanesi gibi arka arkaya diziliyor günler.
Birbirinin tıpatıp aynısı.
Sabah kahvaltı, sonra iş, derken biraz kavga, biraz sevinç, biraz telaş, bolca fesatlık, bir başkasının kuyusunu kazma oyunları ve akşam.
Televizyon karşısında geçirilen uykulu saatlerde kimin kiminle fingirdeştirdiğini izlemek ve sonra cuppa yatak!
Ne için?
Ertesi gün yine aynı şeyleri tekrarlamak için.
Bu arada iç organlarınız yıpranıyor, gövdeniz pörsüyor, bakışlarınız bile eskiyor ve her gün biraz daha finale yaklaşıyorsunuz.
Ama size verilmiş olan bu yaşamın ne demek olduğunun farkına varmadan, güneşe, çiçeğe, ota, böceğe, denize aldırmadan hoyratça savuruyorsunuz bu değerli yılları...
İnsanoğlu kendini tanıyabilse, evren içindeki boyutunu ve sınırlı süresini kavrayabilse birçok sorun çözülecek ama hırs buna imkân vermiyor işte.
"Benim iktidarım, benim param, benim başarım, ben, ben, ben..."
Dünyada beş bin yıl önce de böyle düşünenler yaşıyordu, on bin yıl önce de.
Mezarlıklar önemli kişilerle dolu!
Evren ölçeğinde bir kelebek ömrü kadar bile olmayan insan yaşamını, böyle gerginliklerle ziyan etmeye değer mi?
Bir parça alçakgönüllülük, gündelik hırslardan birazcık arınma dünyayı cennete çevirmeye yeter:
Hem size, hem başkalarına.
Nefes alıp vermek, doğayı seyretmek, dalgaların sesini duyabilmek, bir çiçeği koklayabilmek başlıbaşına bir mutluluktur aslında.
Ama ne yazık ki biz bunları unuttuk.
Mutluluğumuzu başkalarının felaketi ya da yenilmesi üzerine kurma çarpıklığını yaşıyoruz.
Ve ne kadar yükselirsek o kadar artıyor mutsuzluğumuz.
Unutmayalım: Biz gideceğiz, dünya kalacak!..